|
TÂZÎ
Endülüs'te yetişen İslâm âlimlerinden ve büyük velîlerden. İsmi, İbrâhim bin
Muhammed bin Ali et-Tâzî, künyesi Ebû Sâlim ve Ebû İshak'tır. Endülüs'te Magrib-i
Aksâ'da bulunan Tâze şehrinde doğdu. Doğum yerine nisbetle Tâzî diye meşhûr
oldu. Orada yetişti. Daha sonra yine Endülüs'te Magrib ile Tlemsân arasında
bulunan Vehrân beldesinde yerleşti. 1461 (H.866) senesinde Şâban ayının
dokuzunda Pazar günü Tâze'de vefât etti.
İlim
tahsîline, Kur'ân-ı kerîm ve kırâat dersi almakla başlayan Ebû Sâlim et-Tâzî,
ilk olarak zamânının âlim ve velîlerinden Ebû Zekeriyyâ Yahyâ el-Vâziî'den
okudu. Bu zât, Tâzî'ye husûsî iltifât gösterirdi. Tâzî ile birlikte okumaya
gelen çocuklara, Tâzî'yi işâret eder; "Bu sizin en efendi, üstün ve sâlih
olanınızdır" diyerek, onun hâlini bildirirdi. Büyüklük hâlleri, daha küçük yaşta
kendisinde belli olan Tâzî, hocası ve âilesi tarafından büyük bir ihtimâm ve
dikkatle yetiştirildi. Vehrân'a yerleştikten sonra, orada bulunan âlimlerin
derslerine devâm edip, ilmini ilerletti. Tasavvuf yolunda; Şerefüddîn-i Dâî'den
ve hocalarının silsilesi Ebû Midyen Magribî'ye ulaşanSâlih bin Muhammed ez-Zevâvî'den
feyz aldı. Ayrıca; Ebû Abdullah Muhammed bin Ömer el-Hevârî'den ve Mekke-i
mükerremede Takiyyüddîn Şerîf Muhammed bin Ahmed el-Hasenî el-Fâsî'den, Medîne-i
münevverede Ebü'l-Feth bin Ebî Bekr el-Kureşî ve başka âlimlerden, Tûnus'ta
Şeyhülislâm Abdullah el-Abdûsî'den, (Târîf-ül-Halef kitabında, bu zâtın Abdullah
el-Abdûsî değil, Abdülazîz el-Abdûsî olmasının daha kuvvetli ihtimâl olduğu,Adülazîz
el-Abdûsî'nin o vakitlerde Tûnus'da bulunduğu, Abdullah el-Abdûsî'nin
iseAbdülazîz'in kardeşinin oğlu olduğu, devamlı olarak Fâs'da bulunduğu ve
Tûnus'a geldiğinin tesbit edilemediği bildirilmektedir.), Tlemsân'da Hafîd ibni
Merzûk'dan ve daha birçok âlimden ilim öğrendi. Zamânında bulunan Ehl-i sünnet
âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden oldu.
HâfızTenesî, İmâm-ıSenûsî, AliTâlûtî ve tasavvuf büyüklerinden Ahmed-i Zerrûk
hazretleri,Tâzî hazretlerinin yetiştirdiği âlimlerdendir.
Hadîs,
fıkıh, kırâat gibi ilimlerle birlikte, Arab dili ve edebiyâtına da vâkıftı. Ebû
Sâlim Tâzî hazretleri, âlimlerin imâmı, söz ve şiir söyleyenlerin en belîğ
olanıydı. Dünyâya düşkün olmayanların, haram ve şüphelilerden çok sakınanların
önde geleni olup, velî, sâlih, ârif ve âbid bir zâttı. Şâirliği de çok kuvvetli
idi. Resûlullah efendimizi medheden çok güzel kasîdeler yazmıştır. Allahü
teâlânın sâlih kullarından idi. Kur'ân-ı kerîm ilimlerinde imâm derecesinde
yüksekti. Lenguistik (dil) ilminde öncü, hadîs ilminde hâfız, fıkıh ilminin usûl
ve fürû'unda söz sâhibi idi. Akâid ilminde derin âlimdi.Müslümanların imâmıydı.
Âlimlerin yüksek ilimlerini, evliyânın üstün hâllerini kendisinde toplamıştı.
Aklının
kemâlinde, hilminin ve yumuşaklığının yüksekliğinde, ilminin çokluğunda, güzel
ahlâkı ile ulaştığı derecelerin üstünlüğünde, herkesle iyi geçinmekte, akrân ve
emsâlinin hepsinden üstündü. Allahü teâlânın izni ile kerâmet olarak, insanların
hâllerine vâkıf olurdu. İnsanların haklarına çok riâyet ederdi. Sâdece akıl ve
hilmdeki üstünlüğünün darb-ı mesel hâline gelmiş olması, onun büyüklük ve
üstünlüğünü göstermesi bakımından kâfidir.
Her
tarafta meşhûr olanTâzî hazretlerinin ilmi ve fazîletleri günümüze kadar
anlatılmaktadır. O zamanda ve daha sonra, büyüklüğü öyle tanındı ki, bir kimse
başka bir kimsenin iyiliği hakkında fevkalâde mübâlağa yapmak istese; "O, sanki
İbrâhimTâzî hazretlerine benziyor." derdi. Yine bir kimse bir meseleden dolayı
sabredemeyip kızıp köpürse, ona; "Keşke bu duruma sabretmek husûsunda, büyüğümüz
İbrâhim Tâzî gibi olsaydın. Eğer onun gibi olsaydın, hiç kızmaz, bu hâle
sabrederdin." derlerdi.
İbrâhim
Tâzî hazretleri, insanlara hiç sıkıntı vermediği gibi, onlardan gelen sıkıntı ve
eziyetlere de çok sabreder, hiç karşılık vermezdi. Başkaları onun bu hâllerini
gördükçe; "Biz olsak bu hâle hiç sabredemeyiz." diyerek, onun hâline
imrenirlerdi.
İbrâhim
Tâzî, Allahü teâlânın rızâsı için insanlara iyilik eder, onlara iyilik
etmelerini, başkalarına faydalı olmalarını tavsiye ederdi.
İnsanları idâre etmekte, yüzlerine gülmekte, onlara iyi muâmelede bulunmakta çok
yüksekti. Herkese açılmış, yayılmış olan iyilikleri ve güzel hâlleri ile
insanların gönlünde taht kurmuştu.
Basîret
gözü ile insanların hâllerini anlar, herkese kâbiliyet ve istidâdına göre
konuşurdu. Onları Allahü teâlânın yoluna dâvet eder, Ehl-i Sünnet âlimlerinin
bildirdikleri şekilde îtikâdlarını düzeltmeleri, Allahü teâlâya çok ibâdet ve
tâat etmeleri ve O'nu çok zikretmeleri için nasîhat ederdi.
Ebû
Abdullah bin Sa'd, En-Necm-üs-Sâkıb isimli eserinde diyor ki: "İbrâhim
Tâzî'nin Mekke-i mükerremede mücâvir kaldığı günlerde, kendisinden hadîs okudum. Buhârî
ve başka hadîs kitaplarındaki hadîs-i şerîfleri okumaya başladığı zaman,
okuyuşundaki güzellik ve ifâdesinin pürüzsüz olmasındaki tatlılık sebebiyle,
insanlar onu dinlemek üzere etrâfında toplanırlardı. Kur'ân-ı kerîmi tilâvet
edip, okumasındaki güzellik ve ahlâkının çok iyi olmasındaki tatlılık sebebiyle,
herkesin ısrârı üzerine, o sene Ramazân-ı şerîfde Mescid-i Haram'da terâvih
namazını o kıldırdı.
Kalsâdî, Fihrist'inde
diyor ki: "Vehrân beldesinde, Ebû Abdullah Muhammed bin Ömer el-Hevârî'nin
halîfesi mübârek büyüğümüz İbrâhim Tâzî ile bir müddet berâber kaldım. Hep
hocasının sözlerini söylemeğe, kendisinden bir şey söylememeğe çok dikkat ve
ihtimâm gösterirdi. Şu söz, onun hocasından naklettiği kıymetli sözlerindendir:
"Âlime düşmanlık etme! Câhil ile fazla samîmi olma! Ahmak ile de arkadaşlık
yapma!"
İbrâhim
bin Muhammed Tâzî hazretleri, şu mânâlarda şiirler söylemiştir: "Dünyâ ve onun
süsleri hiçbir şey değildir. Dünyânın günleri sâdece emânettir. Dünyâyı tercih
eden, emânet olan günleri gafletle geçiren kimseye akıllı denmez. Sermâyesini
helâk olacak olan şeye yatıran kimseye yazıklar olsun. Allahü teâlânın muhabbeti
ve bütün işlerini Allahü teâlânın rızâsına uygun yapmak gayreti, şereflerin en
büyüğüdür.
Vekar
ile ahlâklanmayı unutma. Kötü işlere bulaşmayı bırakıp, her ân Allahü teâlâyı an
ve O'nu hatırından çıkarma ve bunu her yaranın ilâcı bil. Bu, susuzluk için saf
sudan daha faydalıdır.
Ey
kardeşim! Kimin takvâdan nasîbi varsa ve dünyâya düşkün değilse; kerâmete, çok
iyiliklere, saâdet ve hakîkî zenginliğe kavuşur. Öyle ise, dünyâ sevgisinden
vazgeç. Dünyâya düşkün olmak, bütün günahların başıdır. Ona aldanma. Onun malı,
mülkü, lezzetleri, görünüşleri hep aldatıcı, geçici ve yalancıdır. Sonunda yok
olmak üzere hazırlanmıştır. Dünyâ hayâtı; oyun, eğlence ve süsten ibârettir.
Dünyâ seni aldatmasın. Dünyâ, zâlim ve hîlekârdır. Bu gün senin olduğunu
sandığın malların, yarın başkasının olduğunu görürsün.
İhlâslı
birisi nasîhat verirse kulak ver. Onu dinle ve onunla amel et. Böyle kimsenin
nasîhati, seni Rabbin rızâsına yaklaştırır. Allahü teâlâ bir kulundan râzı
olursa, onu fadl ve lütfu ile, ebedî kalmak üzere, sevinç ve saâdet yeri olan
Cennet'e koyar.
İnsan
için, zamanın şartlarını ve hâlini çok iyi bilen, yüksek ilim ve yüksek hâl
sâhibi bir büyüğe uyması büyük bir ganîmettir. Böyle bir zâtı tanıyıp ona tâbi
olmak, hizmetinde bulunmak, maksûduna ermek isteyen kimse için, tesiri fevkalâde
olan, kıymetli ve kuvvetli bir ilâç, bir kimyâdır.
Dünyâ
ve âhirette kurtuluş, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâyı sevmek ve O'nu
hatırdan çıkarmamakla mümkündür. Allahü teâlâyı anmak, kalbe, rûha ve dile hayat
verir. Kişinin amellerinin en üstünü, Allahü teâlâyı anmaktır. O'nu anmak, en
sağlam iptir. Buna sarılanlar, sıkıntılardan kurtulup rahata kavuşmuşlardır.
Emelim,
gâyem, murâdım odur ki,
Her
şeyi yaratan yüce Rabbimden;
Bütün
günahlarımı affeyleyip,
Dâimâ,
râzı olsun benden.
KAYNAKLAR
1)
Ta'rîf-ül-Halef; c.2, s.11
2) El-Bustân;
s.58
3) Neyl-ül-İbtihâc;
s.54
|
|