|
TÂC-ÜL-ÂRİFÎN (Ebü'l-Vefâ)
Evliyânın büyüklerinden olup seyyiddir. Künyesi Ebü'l-Vefâ, ismi Muhammed,
lakabı Tâc-ül-Ârifîn'dir. Kakis diye de anılır. Seyyid Ebü'l-Vefâ 1026 (H.417)
senesi Receb ayının on ikinci günü Irak'ın Kusende denilen mevkiinde dünyâya
geldi. Seyyid Ebü'l-Vefâ, kerâmet ve hârikada asrının reîsiydi. Zamânın birçok
âlimleri ondan istifâde etti ve feyz aldı. Binlerce talebesi vardı. 1107 (H.501)
senesi Rebî'ülâhir ayının yirminci günü, seksen dört yaşında iken Bağdat'ta
vefât etti. Cenâzesini Adiyy binMüsâfir yıkadı, kefenledi ve defnetti.
Seyyid
Ebü'l-Vefâ hazretlerinin babasının ismi, Seyyid Muhammed Arîzî olup, zamânının
büyük velîlerinden idi. Yaşadığı beldenin hâkimi, seyyidlere çok eziyet vermeye
başlayınca, orayı terk ederek Benî-Nercis kabîlesinin yaşadığı köye yerleşti. Bu
kabîlede yaşayanlar, dînî yönden çok zayıf idiler. Seyyid Muhammed Arîzî, akşam,
yatsı ve sabah ezânlarını okuyarak, namaz kıldı. Ezân sesini duyan oradaki
halkın, cenâb-ı Hakk'ın izniyle, kalbleri yumuşadı ve hepsi namaz kılmaya
başladı. Oranın halkı Seyyid Muhammed Arîzî hazretlerini göndermeyerek,
beldelerinde yerleşmesini sağladılar. Benî-Nercis kabîlesinin reîsi Ömer bin
Şirküve bin Ebî Ammâr Nercî'nin Fâtıma isimli bir kızı vardı. Künyesi Ümmü Gülsüm
idi. Seyyid Muhammed Arîzî bununla evlendi.
Bir
süre sonra Seyyid Muhammed Arîzî hastalandı. Bu hastalığının ölüm hastalığı
olduğunu anladı. Bulunduğu beldenin halkını çağırarak onlara; "Doğru yoldan
ayrılmayın. Size gösterdiğim yol üzere olun ve bu yolda ilerleyin." diye
vasiyette bulundu. Hanımına ise;"Yâ hâtun! Erkek bir çocuk dünyâya getirsen
gerek. Bu çocuk, büyüyünce yüce bir zât olur. Çok kerâmetleri görülür ve pekçok
kimselere doğru yolu gösterir ve kerâmetlerinin bâzıları daha doğmadan görülür.
Bunları bilesin ve bundan gâfil olmayasın." diye vasiyet etti. Vefâtından sonra,
o beldenin halkı oradan göç etti. Bu göç esnâsında, yolları bir bostan
kenarından geçti.Kâfileden birkaç kişi, bostandan izinsiz kavun aldılar. Kesip
kervandakilere dağıttılar. Bir parça da Seyyid Ebü'l-Vefâ'nın annesine verdiler.
Annesi o kavunun sâhibinden izinsiz alındığından habersiz olduğu için verilen
parçayı yedi. O kavun parçasını yedikten sonra, hemen karnında bir ağrı meydana
geldi ve yediklerini çıkarmak için istifrâ etti. Bu durum kabîlenin ileri
gelenlerine anlatılınca, SeyyidMuhammed Arîzî hazretlerinin söylemiş olduğu,
doğum öncesi kerâmetlerinin görüldüğünü anladılar. Bir süre sonra kâfileyi
eşkıyâlar bastı ve bütün eşyâlarını aldılar. Kâfiledekiler çâresiz, üzüntülü bir
şekilde dururlarken, Allahü teâlânın izniyle, eşkıyâların karşısına arslanlar ve
yırtıcı hayvanlar çıktı. Onlara saldırmaya başladı. Eşkıyâlar, canlarını
kurtarmak için, aldıkları bütün eşyâları bırakıp kaçtılar. Kâfiledekiler,
eşyâlarına eksiksiz kavuştular.
Ebü'l-Vefâ
hazretleri, babasının vefâtından iki ay sonra dünyâya geldi. Dünyâya gelir
gelmez, o beldede bir takım değişiklikler oldu. Ekinler gelişti, hayvanlar
çoğaldı. Her yerde bolluk ve bereket kendini gösterdi. Hiç âfet görülmez oldu.
Beldede herkes zengin oldu.
Ebü'l-Vefâ
hazretleri, daha bebek iken oruç tutmaya başladı. Ramazan ayında, gündüzleri
annesinin memesinden süt emmez, sâdece geceleri emerdi. Ne zaman Allahü teâlânın
ismi zikredilse, başını oynatır, dilini hareket ettirirdi. Bebekliğinden
îtibâren Allahü teâlâya ibâdet edenEbü'l-Vefâ hazretleri, bir gün annesiyle
birlikte bir yere gitmek için yola çıktı. Yolda, doğmadan önce annesinin kavun
yiyip, o kavunu çıkarmak mecburiyetinde kaldığı ve eşkıyâların baskınına
uğradığı yere geldiler. Ebü'l-Vefâ annesine; "Ey ana! Burasının neresi olduğunu
hatırladın mı?" diye sordu. Annesi; "Ey oğul, burasının neresi olduğunu
hatırlamadım." diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebü'l-Vefâ, o günkü hâdiseleri
anlatmaya başladı: "Ey anne! Burası, babamın vefâtından sonra göç ederken
konakladığınız ve kâfileden birkaç kişinin bostandan kavun çaldıkları yerdir.
Kavun yerlerken, canın çekmiştir diye sana da vermişlerdi. Sen de bilmeden
verilen kavunu yemiştin. O zaman bana hâmileydin. Ben karnında sana ızdırab
vermiştim. Çünkü haram lokma yemiştin. Sonra size eşkıyâlar saldırdı.
Üzerinizdeki elbiselere varıncaya kadar, her şeyinizi almışlardı. Siz, çok
üzülmüştünüz. Bunun üzerine Allahü teâlâ meleklerine, aslan ve yırtıcı hayvan
sûretine girerek eşkıyâların üzerine saldırmalarını emretti. Melekler de bu emri
yerine getirerek, eşkıyâların üzerine saldırdılar. Eşkıyâlar bütün aldıklarını
bırakarak kaçtılar. Siz de bütün malınıza ve eşyâlarınıza kavuştunuz. İşte o yer
burasıdır." Annesi bunun üzerine; "Ey oğul!Sen o zaman daha doğmamıştın. Bunları
nereden biliyorsun?" diye sorunca, Ebü'l-Vefâ; "Bana Allahü teâlâ bildirdi
anneciğim." dedi. Sonra; "Bana Ramazân-ı şerîfte meme verdin. Ben ise memeyi
ağzıma alıp emmezdim. Çünkü Hak teâlâ bana hidâyet nûruyla muâmele ederdi. Bunun
için meme emmeye ihtiyâcım kalmazdı. O vakit, sen beni hasta sanıp üzülürdün.
İftar vakti meme emdiğimi görüp, hasta değilmiş diye sevinirdin." deyince,
annesi; "Ey oğul! Baban senin için "Çok kerâmetleri görülür." derdi. Bunlar, o
kerâmetlerden bâzılarıdır." dedi. Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Ey ana! Doğru
söylüyorsun." dedi.
Kendisine Ebü'l-Vefâ denilmesinin sebebi şöyle anlatılır: Ebü'l-Vefâ daha on
yaşında iken, Şenbekî hazretleri onun vasıflarını işitip, görmek istedi. Seyyid
Ebü'l-Vefâ hazretleri çoğunlukla tenhâ yerlere gider, buralarda Allahü teâlâya
ibâdet ederdi. Şenbekî hazretleri, sık ağaçların bulunduğu ormanlık bir yerde
onu ibâdet ederken buldu. Yanında, bir köpekle arslan birbirleriyle
oynuyorlardı. Şenbekî hazretleri Ebü'l-Vefâ'nın arkasından yanına vararak selâm
verdi. Ebü'l-Vefâ hazretleri selâmı aldıktan sonraŞenbekî hazretleri; "Sana bir
suâlim vardı. Şimdi iki oldu." dedi. Ebü'l-Vefâ; "Buyur, kaç suâl sorarsan sor!"
deyince,Şenbekî hazretleri; "Arslanla köpek yaradılış îtibâriyle birbirine
düşmandır. Hâl böyle iken, nasıl oluyor da senin köpeğinle bu arslan oynuyor,
bunun sebebi nedir?" diye sordu.Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Allahü teâlâ
kudret ve inâyeti ile kalbimi temizlediğinden beri, köpeğimle bu arslan dost ve
arkadaş oldu." dedi.Şenbekî hazretleri; "İkinci suâlim ise, herkesin bir
derecesi vardır. Sana selâm verdim. Selâmımı iâde ederken niçin ayağa kalkıp,
bana doğru dönüp de selâmımı iâde etmedin?" diye sorunca,
Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Yâ Şenbekî! Bu hususta Allahü teâlâ meâlen şöyle
buyuruyor: "Evlere kapılarından gelin ve Allahtan korkun ki, kurtulasınız."
(Bekara sûresi: 189). Eğer sen karşımdan gelseydin, senin selâmını iâde
ederken ayağa
kalkardım. Fakat sen, âdet olanın aksini yaparak arkamdan geldin. Ben de senin
bu hareketinin karşılığında, ayağa kalkmadan selâmını aldım." diye cevap verdi.
Daha
sonra Ebü'l-Vefâ hazretlerinin evine berâber gelip, bir süre sohbet ettiler.
Sonra Şenbekî hazretleri; "Ey Muhammed! Sende nihâyetsiz bir nur müşâhede ettim
ve başının üzerinde Hak teâlânın nûrundan bir alem gördüm ki, kıyâmete kadar
senin evlâdının kerâmetleri zâhir olup, dillerde söylense gerektir. Sana bu
müjdeyi vermeye ve talebeliğime dâvete geldim." dedi. Ebü'l-Vefâ hazretleri de;
"Annemden izin alıp öyle geleyim." dedi. Bir süre sonra annesinden izin alarak,
Şenbekî hazretlerinin yanına gitmek için yola çıktı. Yolda, bütün hayvanlar ona
selâm verirdi. Huzûruna vardığında Şenbekî hazretleri; "Merhabâ Ebü'l-Vefâ'ya!
Ahdine vefâ eyledi, sözünde durdu." dedi. Bunun üzerine ona, Ebü'l-Vefâ künyesi
verildi.
Tâc-ül-Ârifîn
lakabının verilmesi ise şöyle anlatılır: Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri ile
hocası, bir gün inzivâya çekildiler. Üç gün kimse ile görüşmeden sohbet ettiler.
Dördüncü gün hocası ona, "Yâ Ebü'l-Vefâ! Her yıl bu gece, bütün ricâl-i gayb
ehli, falan yerdeki sahrada hazır bulunurlar. Orada Peygamber efendimiz de
onlarla berâber bulunur. Şâyet o gecenin mânevî feyzinden nasîbini almak
istersen, bu gece orada hazır bulunalım." dedi. Seyyid Ebü'l-Vefâ bu teklifi
kabûl etti. Gece vakti olunca, hocası ve Seyyid Ebü'l-Vefâ o sahraya çıktılar.
Orada birçok evliyânın ibâdet ettiklerini, niyazda bulunduklarını gördüler.
Onlar da bu grubun içine girerek ibâdetle meşgûl olmaya başladılar.
Bu
esnâda gök gürültüsünü andıran bir ses duyuldu. Ondan sonra nurdan bir taç zâhir
oldu. Onun ışığı her tarafı aydınlattı. O nurdan taç, Allah dostu velîlere doğru
geldi. Orada bulunanlar ona ellerini uzattılar ise de ona erişemediler. Nurdan
taç, en sonunda Ebü'l-Vefâ hazretlerinin mübârek başına indi. Hocası bunun
üzerine; "Cenâb-ı Hak'tan gelen bu taç sana mübârek olsun, yâ Tâc-ül-Ârifîn!"
dedi. Orada bulunanlar da Ebü'l-Vefâ'ya, Tâc-ül-Ârifîn dediler. Tâc-ül-Ârifîn
ismini alan ilk zât Ebü'l-Vefâ hazretleridir.
Derecesi günden güne artan Tâc-ül-Ârifîn Ebü'l-Vefâ hazretleri, yetiştiği
çevrede Arapça konuşulmadığı için, Arapçayı bilmiyordu. Bir gece rüyâsında
Peygamber efendimiz, mübârek parmağını kendi ağzına götürüp, mübârek tükürüğüne
bulaştırarak, Ebü'l-Vefâ'nın ağzına sürdü. Sabahleyin kalktığında, o kadar güzel
Arapça konuşmaya başladı ki, Arabistan'da doğup büyüyen ve güzel konuşan
kimseler onun kadar fasîh ve belîğ konuşamazlardı.
Ebü'l-Vefâ
hazretleri, hocasının emri ile Buhârâ'ya gitti. Orada zâhirî ilimleri tahsil
etti. Sonra Buhârâ'dan tekrar hocasıŞenbekî hazretlerinin yanına döndü. Hocası,
Ebü'l-Vefâ'ya çok izzet ve ikrâmda bulundu. Orada bulunanlar bu duruma çok
şaşırdılar. Bunun üzerineŞenbekî hazretleri,Ebü'l-Vefâ'nın üstünlüklerini orada
bulunanlara anlattı. Hocası, Ebü'l-Vefâ için ırmak kenarında büyük bir ziyâfet
verdi. Ziyâfette Ebü'l-Vefâ hazretlerini tanımayan birçok kimse bulunuyordu.
Ziyâfette birçok ilmî konuşmalar yapıldı. Bu arada Şenbekî hazretleri; "Allahü
teâlânın kulları arasında öyleleri vardır ki, hırkasını suya atsa suya batmaz ve
su onu götürmez." dedi ve hırkasını suyun üzerine bıraktı. Hırka suda hiç
batmadı ve olduğu yerden de bir yere gitmedi. Sonra Şenbekî hazretleri kalkıp, o
hırkanın üzerinde iki rekat namaz kıldı. Allahü teâlânın izniyle, hırka hiç
ıslanmamıştı. Namazdan sonra hırkasını alıp silkeledi. Hırkadan toz döküldü.
Bunun üzerine Tâc-ül-Ârifîn Ebü'l-Vefâ hırkayı aldı. Şenbekî hazretleri,
talebesi Ebü'l-Vefâ'nın, kendisinden daha büyük kerâmet göstereceğini biliyordu.Ebü'l-Vefâ'nın
boşluğa bıraktığı hırka, havada durmaya başladı. Ebü'l-Vefâ hırkanın üzerine
çıkıp, iki rekat namaz kıldı. Ebü'l-Vefâ hazretlerinin üzerinde namaz kıldığı bu
hırkanın, yerden yüz arşın (50 m) yükseklikte olduğu rivâyet edilir. Bu kerâmet,
Tâc-ül-Ârifîn Ebü'l-Vefâ hazretleri hakkında sû-i zanda bulunanları tövbe
ettirdi. Hocası oradakilere; "Her mürîdin saâdeti şeyhindendir. Fakat benim
saâdetim, talebem Ebü'l-Vefâ'dandır." buyurdu. Ebü'l-Vefâ, hocasıyla birlikte üç
gün üç gece sohbet ettikten sonra, üçüncü yolculuğuna çıktı. Bu yolculuğu on iki
yıl sürdü.
Üçüncü
seyahatinin sonunda, Allahü teâlânın kudretiyle yolu, Kisrine adıyla bilinen bir
köye düştü. O köyde Şeyh Acemî adında velî bir zât vardı. Kerâmet sâhibi olan bu
zâta, o beldenin halkı büyük bir zevk ile hizmet ederdi. Şeyh Acemî, o köye
gelen misâfiri yemek yemeden göndermezdi. Ebü'l-Vefâ hazretleri, bu zâtın evinin
yanındaki mescide namaz kılmak için girdiğinde, cemâat namaza durmuştu. O da
namaza durdu. Namaz bittikten sonra Ebü'l-Vefâ hazretleri gitmek isteyince,Acemî
hazretleri; "Sizi dâvet ediyorum. Fakirhâneye buyurun, yemek yiyelim. Dâvete
icâbet etmek sünnettir." dedi. Bunun üzerine Tâc-ül-Ârifîn Ebü'l-Vefâ dâveti
kabûl etti ve Acemî hazretlerinin evine gittiler. Birlikte yemek yiyip, sohbet
ettiler. Aralarında yakınlık hâsıl oldu ve arkadaş oldular. Acemî hazretlerinin
ısrârı üzerine, SeyyidEbü'l-Vefâ üç gün üç gece orada kaldı. Dördüncü gün Acemî
hazretleri köyün bütün halkına, SeyyidTâc-ül-Ârifîn'in gitmek istediğini
anlattı. Bunun üzerine halk, Ebü'l-Vefâ hazretlerine; "Sizden burada yerleşip
kalmanızı istirhâm ediyoruz. Buradaki müslüman halk, sizden istifâde etsin.
Sâyenizde birçok kimse hidâyete kavuşsun." diye ısrâr ettiler. Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretleri; "İstihâreye yatayım. Allahü teâlâ ne buyurursa ona göre hareket
ederim." dedi. Bu sırada Acemî hazretleri bu sözü yerinde bularak; "Yâ Seyyid!
Bir arzum daha var. Bu fakîrin kızını almak için de istihâreye yat. Bakalım ne
buyrulacak." dedi. Ertesi gün Ebü'l-Vefâ; "Bana, ceddim hazret-i Ali'nin kabrine
senin ile berâber gitmem ve o ne buyurursa ona göre hareket etmem emir
buyruldu." dedi. Bunun üzerine Acemî hazretleri ile Ebü'l-Vefâ hazretleri
birlikte mezarlığa gittiler. Burası hazret-i Ali'nin esas kabr-i şerîfi değildi.
O gece orada uyudular. Ebü'l-Vefâ hazretleri rüyâsında atası hazret-i Ali'yi
gördü. Hazret-i Ali, ona orada kalıp Acemî'nin kızını almasına izin verdi. Ebü'l-Vefâ,
sabah oluncaAcemî hazretlerine durumu anlattı. Bu duruma çok sevindi ve büyük
bir âlim, halk ve sâlihler topluluğu önünde kızını ona nikâhladı. Bu hâtunun
ismi Huseynâ olup, gâyet güzel, zâhide ve âbide idi. Hanımı, Ebü'l-Vefâ
hazretlerinin hizmetini görmekle ve ibâdetle meşgûl olurdu.
Sonra
Tâc-ül-Ârifîn Ebü'l-Vefâ hazretleri, Kalmine'ye geldi ve orada yerleşti. Burada
halka hakîkî müslümanlığı anlatmaya ve talebe yetiştirmeye başladı. Ebü'l-Vefâ
hazretlerinin talebeleri çok idi. Bunlardan yüksek derecelere ulaşanlardan
bâzıları şunlardır: Ali ibni Heytî, Bekâ ibni Batû, Mâcid-i Kürdî, Ahmed-i Baklî,
Ramazân-ı Mecnûn, MuhammedMısrî, Muhammed Kemahî, Mahmûd Keyyâl, Şerafüddîn
Ebü'l-Abbâs, Ali ibni Üstâd, Receb-i Vâsıtî, Ebû Bekr-i Bustî, Mukbil Hâdim,
Ebü'l-İzz Kalânisî, Muhammed Türkmânî Hâmid-i Sûfî, Hüseyin-i Râî, Ali ibni
Asfer, Şihâbüddîn ibni Akîl, Muhyiddîn-i Mendelcî, Ebû Bekr-i Zinharân,
Abdurrahmân Düceylî, Osman Mi'berânî, Askeri-i Şevdî, Abdurrahmân Tafsuncî,
Seyyid Matar.
Ebü'l-Vefâ,
ilim öğretmekle meşgûl olduğu sırada, bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi
gördü. Rüyâsını şöyle anlatır: "Resûl-i ekrem, Eshâbı ile berâber oturuyordu.Ben
Eshâbdan bir zâta; "Bu topluluk nedir?" diye sordum. O zât da; "Seyyid Ebü'l-Vefâ'ya,
Allahü teâlâ yedi yâren verdi. Bu topluluğun gâyesi, onları tâyin etmektir."
dedi. Ben bunu duyunca, bir köşede edeble oturdum. O tâyin olacak kimseleri
görmek için beklemeye başladım. Resûl-i ekrem; İmâm-ı Hasan, İmâm-ı Hüseyin
veİmâm-ı Zeynel Âbidîn'e;"Gidin, Tâc-ül-Ârifîn'in akrabâsındanSeyyid Matar,
Seyyid Kâzım, Seyyid Muhammed, Seyyid Ali ibni Kamîs, Abdurrahmân Tafsuncî, Ali
ibni Haytî, Seyyid Askeri-i Şevdî adlı yedi kimseyi alıp getirin." buyurdu.
Onları alıp, Peygamber efendimizin huzûruna getirdiler. Ben bu zâtları görünce
çok sevindim. Peygamber efendimiz; "Yâ Hasan, yâ Hüseyin, yâ Zeynel Âbidîn!
Gidiniz, oğlunuz Ebü'l-Vefâ'yı getirin." buyurdu. Bu emir üzerine onlar gelip,
beniPeygamber efendimizin huzûruna götürdüler. Ben selâm verip, Peygamberimizin
mübârek elini öptüm. Peygamber efendimiz bana; "Merhabâ yâ Ebü'l-Vefâ! Allahü
teâlâ sana hem dünyâda hem âhirette yâren olarak bu yedi kişiyi verdi."
buyurdu.Ben; "Yâ Resûlallah, bunların derecesi nedir?" diye suâl edince; "Yâ
Ebü'l-Vefâ! Senin yârenin olan bu yedi kişi dünyâ ve âhirette saîd kimselerdir.
Bunların nesli kıyâmete kadar kesilmeyip, bütün dünyâya yayılsa gerektir."
buyurdu. Sonra o zâtlara dönerek; "Birer ellerinizi Seyyid Ebü'l-Vefâ'nın
sırtına, birer ellerinizi de benim elimin altına koyup bîat ediniz, ona yâren
olunuz." diye emir buyurunca bu emri yerine getirdiler.
Peygamber efendimiz, Ebü'l-Vefâ'ya dönerek; "Yâ Ebü'l-Vefâ! Sana yedi yâren
verdik. Kim bunlara ihlâs ve sıdk ile riyâsız muhabbet besler ve mürîd olursa,
kıyâmet gününde benim bayrağım altında haşrolunur. Benim evlâdım olan seyyidlere
kim hürmet ederse, aynen bana hürmet etmiş olur. Bana hürmet eden, Allahü
teâlâya hürmet etmiştir. Allahü teâlâya hürmet eden, Cennet'i kazanmıştır. Benim
evlâdıma kim hürmet etmezse, bana hürmet etmemiş olur. Bana hürmet etmeyen,
Allahü teâlâya hürmet etmemiştir. Allahü teâlâya hürmet etmeyenin yeri ise
Cehennem'dir.
Ey
Ebü'l-Vefâ! Sana ve yârenlerine vasiyetim olsun. Kıyâmete kadar kimseyle kavga
ve anlaşmazlık çıkarmayın. Çünkü kavga ve anlaşmazlık karışan silsilenin nesli
helâka uğrar. Ey Ebü'l-Vefâ! Benim sünnetimi yerine getirip bu yedi yârenin
eteğine yapışan saâdete ulaşır. Bunlardan uzaklaşan, benden uzaklaşmış olur."
buyurdu. Ben bu ahde sâdık kalacağımı söyledim ve bu yedi zâtı da cân u gönülden
yârenliğe kabûl ettim. Peygamber efendimiz duâ ettiler. Kapı çalınmasıyla
uyandım."
Hanıma,
"Git, bak kim gelmiş?" dedim. Hanım kapıyı açınca, o yedi zâtı gördü ve bana;
"Yedi kişi geldi, seni soruyorlar." dedi. Onları içeri dâvet ederek, yemek
yedirdim ve; "Gelmenizin sebebi nedir?" diye sordum. Onlar da; "Rüyâmızda
Peygamber efendimizi gördük. BizeTâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ sizin zâhiren
ve bâtınen atanız oldu. Ona gidin, buyurdu." dediler. Ben de onlara gördüğüm
rüyâyı anlattım. Onlar zâhiren de bana bîat ettiler.
Tâc-ül-Ârifîn
Seyyid Ebü'l-Vefâ'yı, halka hizmet edip gâfilleri doğru yola sokmak için devamlı
çalışır gören Ehl-i sünnet düşmanları, onu çekemediler. Halîfe Kâim Biemrillah'a;
"Zeynel Âbidîn oğullarından bir kimse vardır. Ona büyük bir halk topluluğu tâbi
oldu. Hilâfet benim hakkımdır diye iddiâda bulunuyormuş. Şimdiden çâresine
bakılmazsa, ileride büyük fitne olur." diye Ebü'l-Vefâ hazretlerine iftirâ
ederek şikâyette bulundular. Bu şikâyet üzerine halîfe hayli tasalanıp, şüpheye
düştü. Ebü'l-Vefâ hazretlerinin nasıl bir zât olduğunu merak ederek, onu
çağırmak için adam gönderdi.
Gönderdiği kimseler, Tâc-ül-Ârifîn'in yanına gelip; "Halîfe hazretleri sizi
istiyor." dediler. O da; "Dâvete icâbet etmek lâzımdır." deyip, halîfenin yanına
gitmeye niyet etti. Bunu duyan halk; "Sizinle biz de gelelim." dediler. Seyyid
Ebü'l-Vefâ hazretleri onları bundan men etti ise de, Dicle kenarına vardığında,
arkasında büyük bir halk kalabalığı vardı. Bunları geri döndüremedi. Bu
kalabalık için, bâzı kimseler on bin kişi, bâzıları da daha fazla idi, dediler.
Kıyıda
bekleyen gemiciler, Ebü'l-Vefâ hazretlerinin arkasında o kalabalığı görünce;
"Halîfenin huzûruna bu kadar adam götürmek doğru olmaz." diyerek, gemilerine
binip oradan uzaklaştılar. Sâdece Osman Mi'berânî adındaki bir gemici, Ebü'l-Vefâ
nasıl bir zâttır? Dedikleri gibi kerâmet ehli midir?" diye merak ederek ve
bunları öğrenmek için orada kaldı. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerinin yanına
gelerek; "Yâ Seyyid, gemi şimdi ücrete tâbidir. Karşıya geçebilmen için ücret
vermen gerekir." dedi. Ebü'l-Vefâ da hizmetçisine; "Hazırda ne varsa ver."
buyurdu. O da, hazırda olan yüz elli dînârı Osman Mi'berânî'nin önüne koydu. O
zaman o; "Ben böyle bir ücret istemiyorum." deyince, Tâc-ül-Ârifîn; "Nasıl bir
ücret istiyorsun?" diye sordu. Osman Mi'berânî de; "Yarın kıyâmet gününde, Sırat
köprüsünü geçmeme kefil olmanı ve açık bir delîl göstermeni isterim." dedi.
Bunun üzerine Tâc-ül-Ârifin murâkabeye daldı. Sonra da Osman Mi'berânî'ye dönüp;
"Allahü teâlânın isminde ibret vardır. Sırat'ı geçersin inşâallah!" dedi. Osman;
"Yâ Seyyid, buna açık bir delîl istiyorum." dedi. Bunun üzerine Seyyid Ebü'l-Vefâ,
Allahü teâlâya duâ etti. O anda Osman'a bir hâl oldu ve kendini kaybetti. Bir
süre sonra tekrar kendine geldi. Daha sonra Tâc-ül-Ârifîn ve yanındaki büyük
âlimler gemiye binerek, halk ise, kimi suyun üzerinden yürüyerek, kimi bir
adımda karşıya geçtiler.
Bâzı
kimseler ve oğlu, Osman Mi'berânî'ye; "Kendini kaybettiğin zaman ne gördün?"
diye sordular. O da; "Kıyâmetin koptuğunu gördüm. Halk mahşer yerine toplanmış,
kimi sevinçli kimi üzüntülüydü. Sırat köprüsü kurulmuştu. İnsanlarSırat'tan
geçmeye başladılar. Fakat pek az kimse Sırat'ı geçebildi. Çoğu Sırat köprüsünden
yuvarlanarak, Cehennem'e düştü. Ben bu durumu görünce, içimde bir korku hâsıl
oldu. O anda yanıma Ebü'l-Vefâ hazretleri geldi. Elimi tutup beni Sırat
köprüsünün yanına götürdü. Besmele çekti ve; "Durma geç!" dedi. Tâc-ül-Ârifîn'in
bu sözlerinden sonra, "Tâc-ül-Ârifîn Ebü'l-Vefâ hürmetine, OsmanMi'berânî ve
onun zürriyeti geçsin." diye bir nidâ işittim. Bunun üzerine ben, Besmele
çekerek, Sırat köprüsüne ayak bastım ve yıldırım gibi geçtim. Arkama baktığım
zaman, bir grup insanın arkamdan geldiğini gördüm. "Bunlar senin zürriyetindir."
diye bir nidâ duydum" diye anlattı.
Tâc-ül-Ârifîn
Bağdat'a yaklaştığı zaman, bütün halk onu karşılamaya geldi. Büyük bir hürmetle
şehrin kapısından içeri aldılar. Ebü'l-Vefâ hazretleri câmiye girdi. Câmiye o
kadar çok insan geldi ki, iğne atsan yere düşmezdi. Tâc-ül-Ârifîn mimbere çıkıp,
halka vâz ve nasîhatta bulundu ve hakîkatleri açıkladı. Daha sonra, halkı geçmiş
günahları için tövbe etmeye dâvet etti. Allahü teâlânın inâyetiyle, halkın
kapalı olan göz ve kalbleri açıldı. Çok kimseler Ebü'l-Vefâ hazretlerinin
huzûrunda tövbe etti. Yatsı namazına kadar, halkın huzûruna gelip tövbe etmesi
sürdü. Yatsı namazından sonra Ebü'l-Vefâ hazretleri hizmetçisine; "Halka
söyleyin, kalabalık yapmasınlar, evlerine gitsinler." dedi. Bunun üzerine halkın
büyük çoğunluğu evlerine gitti ise de, bir kısmı kalıp ibâdetle meşgûl oldu. Bu
durum halîfeye bildirildi. Halîfe kıyâfet değiştirerek, Tâc-ül-Ârifîn'in
bulunduğu câmiye geldi. Onun nûra gark olmuş bir hâlde oturmakta olduğunu,
yanındaki zâtların Allahü teâlâya ibâdet ettiklerini, kendilerini ilâhî bir
rûhâniyetin nûrunun sardığını gördü. Halîfenin yanındaŞâfiî mezhebi fıkıh âlimi
Saîd ibni Ebî Nasr da bulunuyordu. Halîfe ona; "Ben bu Seyyid Ebü'l-Vefâ'yı
imtihân etmek istiyorum, sen ne dersin?" diye sordu.Saîd ibni Ebî Nasr ise;
"İmtihan etmeye gerek yoktur. Zîrâ hak üzere oldukları gün gibi açıktır." dedi.
Halîfe onun sözünü hiç kâle almadı. O Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerini imtihan
etmek ve böylece kalbini tatmin etmek istiyordu. Câmiden ayrılarak sokakları ve
kalabalık yerleri dolaşmaya başladı. Bir yerde kadınlar toplanmış, Allahü
teâlâya ibâdetle meşgûl idi. Halîfe bunların arasına girip bir kadının eline
yapışıp sıktı. Kadın, tebdîl-i kıyâfetle dolaşan halîfeyi tanıyarak; "Yâ halîfe!
Benden uzak dur. Ben Allahü teâlâya ibâdetle meşgûlüm." dedi. Halîfe bu duruma
çok şaşırdı. Biraz ileride gördüğü bir kızın elini tutup sıktı. O kız da
halîfeyi tanıyarak; "Ey halîfe! Utanmıyor ve Allahü teâlâdan korkmuyor musun?
Şâyet biraz önce elini tutup sıktığınız benim kızkardeşim olmasaydı, seni
bağırarak rezîl rüsvây ederdim. Yanımdan git. Şimdi biz Allahü teâlâdan
başkasıyla meşgûl değiliz." dedi. Halîfe utanılacak bir duruma düştü. Saîd
ibniEbî Nasr; "Yâ emîr-ül-müminîn! Ben size denemeye lüzum yok dememiş miydim.
Zîrâ onun nûru buradaki bütün halka sirâyet etmiş. Bu zâtın velî olduğu
mâlûmunuzdur. Fakat ille de tecrübe etmek istiyorsanız, ulemâdan ve fukahâdan
yüce kimselerin hazır bulunduğu bir meclisde Tâc-ül-Ârifîn'e çözülmesi zor
konularla ilgili sorular sorulsun. Eğer o âlimler, Ebü'l-Vefâ'yı sorulara cevap
veremez hâle getirirlerse, Tâc-ül-Ârifîn dâvâsında yalan söylüyordur. Fakat
sorulan sorulara cevap verirse, onun arkasını bırakmaktan başka çâre yoktur."
dedi.
Bu
teklif, halîfenin hoşuna gitmedi. Güvendiği hizmetçilerinden biri olan Muhammed
Kâdirî'ye yedi parça hamur tulumu vererek Ebü'l-Vefâ hazretlerine gönderdi. Ve
hizmetçisine; "Bunları al, Ebü'l-Vefâ'ya götür. Ona selâmımı söyle. Halîfe size,
erkeklerle kadınların bir arada meclis kurmasını ve bu gönderdiklerimi
yemelerini, çünkü onun bulunduğu meclise böylesi gerekir diyesin." dedi.
Muhammed Kâdirî, o yedi parça hamur tulumunu alıp, Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretlerinin huzûruna gitti. Fakat korkusundan halîfenin söylediklerini ona
söyleyemedi. Halîfeye de gidip; "Emriniz üzereSeyyid Ebü'l-Vefâ'nın huzûruna
gittim. Fakat söylediklerinizi korkumdan söyleyemedim." diyemezdi. Tâc-ül-Ârifîn
hazretlerine, Allahü teâlânın izniyle bu durum mâlûm oldu. Muhammed Kâdirî'yi
yanına çağırıp ona; "Yâ Muhammed Kâdirî! O tulumların içinde yağ ve baldan başka
bir şey yok. Bu yağ ve balları, halîfe dervişlere gönderdi diyesin." dedi. Sonra
içeriye seslenerek, "Ey dervişler, tabaklarınızı getirin. Halîfe sizlere yağ ve
bal göndermiş." dedi.Dervişler tabaklarını alıp getirince, Ebü'l-Vefâ
hazretleri; "Ey MuhammedKâdirî! Bunları eşit şekilde dağıt!" diye emir buyurdu.MuhammedKâdirî
tulumlardan birini açınca, içinde bembeyaz bal olduğunu gördü. Bal çok temiz ve
güzeldi. Allahü teâlânın kudreti, Ebü'l-Vefâ hazretlerinin himmetiyle, tulumun
içindeki hamur, bembeyaz bir bal olmuştu. Dervişlere bu balı taksim etti. Daha
sonra tulumlardan birini daha açınca, içindekinin yağ olduğunu gördü. Bunu da
dervişlere dağıttı. Dervişlerin tabakları yağ ve bal ile doldu. Balın güzel
kokusu hiç unutulmadı.
Tâc-ül-Ârifîn,
bir kabın içinin bir tarafına ateş, bir tarafına pamuk, bunların ortasına da kar
koyarak, Muhammed Kâdirî ile halîfeye gönderdi. Ebü'l-Vefâ hazretleri bununla
halîfeye; "İşte erkeklerin şehveti ateş, kadınların ki ise pamuk gibidir. Ateşle
pamuk bir arada durmaz. Bu kabda karın, ateşin pamuğu yakmasına mâni olduğu
gibi, araya bir velînin himmeti girerse, ateşin pamuğu yakmasına mâni olur."
demek istedi. Halîfe kabı açıp içindekileri görünce, Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretlerinin ne demek istediğini çok iyi anladı.Kabın içindekileri
boşalttırarak, içine yılan yavrusu koydurdu ve Muhammed Kâdirî'ye; "Bu kabı alıp
Ebü'l-Vefâ'ya götür. İçinde ne olduğunu kimseye söyleme!" dedi. MuhammedKâdirî o
kabı alıp, Ebü'l-Vefâ hazretlerinin huzûruna getirip önüne koydu. Seyyid Ebü'l-Vefâ
o zaman; "Ey Muhammed Kâdirî! O mahcûb halîfeden getirdiğin kab nedir? O hiç
utanmaz mı?" dedi. Muhammed Kâdirî; "Yâ Seyyid! Halîfe bunun içinde olanı
söylemememi ve senin keşif yoluyla bilmeni istedi." dedi. O zaman Seyyid Ebü'l-Vefâ;
"Halîfeniz evliyâyı böyle âdî bir şeyle mi imtihan eder? Bu çok çirkin bir
harekettir." buyurdu. Küçük bir çocuk olan kardeşinin oğlu Seyyid Matar'a
dönerek; "Yâ Matar! Bu kabın içinde ne olduğunu keşif yoluyla bunlara söyle!"
buyurdu. O da; "Yâ Seyyid! Bütün makamları, yerleri keşif yoluyla inceledim. Bir
yılan yavrusunu, annesinin yanında göremedim. Meğer o yavru tutulup, bu kaba
konmuş. Bu kabın içindeki yılan yavrusudur!" dedi. Muhammed Kâdirî bunları
duyunca kendini kaybetti. Bir süre sonra kendine gelince, üzerinde bulunan
değerli elbiseleri çıkararak, yamalı ve ucuz bir elbise giydi. Varını yoğunu
fakirlere dağıttı. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerinin eline yapışarak, cân-u
gönülden ihlâs ile tövbe etti ve Ebü'l-Vefâ hazretlerinin talebesi olmak istedi.
Bu isteği Seyyid hazretleri tarafından kabûl edildi.
Halîfe
bunları duyunca, çok huzursuz oldu. Sebebi ise, en yakın adamı olanMuhammed
Kâdirî'nin SeyyidEbü'l-Vefâ hazretlerine talebe olması ve diğer yakınlarının da
o zâta talebe olacağından, makâmının elden çıkacağından korkması idi. Hâlbuki,
Tâc-ül-Ârifîn hazretlerinin nazarında, onun makâmının hiç önemi yoktu.Halîfe
hâlâ tereddüd içinde idi. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerini bir daha imtihan etmek
istedi.Bunun için helâl yoldan kazanılmış yüz dînârın içine, haram yoldan
kazanılmış on dînâr koydu. O on dînârın üzerine, kendisinin anlıyabileceği bir
işâret koydu. Bunların hepsini bir kese içine koyarak, adamlarından birine verdi
ve; "Bunları Ebü'l-Vefâ'ya götür, talebelerine dağıtsın!" dedi. Gönderdiği
kimse, Ebü'l-Vefâ'nın huzûruna gelerek, halîfenin dediğini söyledi. Ebü'l-Vefâ
hazretleri; "Keseyi çevir de mührü açılsın." buyurdu. O kimse söylenileni yaptı
ve kesenin içindekileri bir tabağa boşalttı. Seyyid Ebü'l-Vefâ; "Şunları ayır.
Şunları da, şunları da." diyerek, halîfenin karıştırdığı haram yoldan kazanılmış
olan on dînârı birer birer ayırdı. Helâl yoldan kazanılmış olan yüz dînârı alıp
kabûl etti. On dînârı da bir keseye koydurarak; "Bu dînârlar, fakirlere nafaka
olarak harcanamaz. Götür kendisi harcasın." diyerek, halîfeye geri gönderdi.
Halîfe, on dînârı eline alınca, bunların işâretlediği, haram yoldan kazanılan
dînârlar olduğunu gördü. O zaman anladı ki, Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretleri, Allahü teâlânın velî kullarındandır.
MuhammedKâdirî, Ebü'l-Vefâ'ya talebe olunca, kendisine Ebü'l-Vefâ hazretleri;
"Sana, halîfenin karşısında iftihâr edebileceğin ve onun seni o vaziyette görüp
niyetini düzeltebileceği bir vazife vereyim." dedi ve onu talebelerin helâsını
silip süpürmek ve temizliği ile uğraşmak işiyle vazifelendirdi. Muhammed Kâdirî
bu vazifeyi kabûl edip, ihlâs ve gönül rızâsıyla, seve seve talebelerin helâsını
temizlemeye başladı. Halîfenin yanında ve onun yakın adamlarından olmayı, Ebü'l-Vefâ
hazretlerinin yanında bulunarak, dervişlerin helâsının temizliğiyle uğraşmaya
tercih ediyordu.
Bâzı
kimseler halîfeye; "Senin en yakın adamın ve en iyi hizmetçin MuhammedKâdirî,
Seyyid Ebü'l-Vefâ'nın en iyi itâat eden talebelerinden olmuş ve senin yanında
olmayı ve sana hizmet etmeyi, talebelerin helâsını temizlemeye tercih ediyor.
Senin adamlarını ayartıp, kendi hizmetinde tutan bu gibi kimseleri şehirde
bulundurmanız doğru değildir. Eğer biraz daha burada kalırsa, bütün adamlarınızı
ayartıp yanında çalıştıracak." dediler. Böyle sapık kimselerin sözleri, halîfe
üzerinde etkisini gösterdi. Ulemâyı toplayarak, onlarla meşveret etti ve onlara;
"Nasıl hareket edelim." diye sordu. Âlimler sükût edip bâzıları cevap
vermediler. Sonra bâzıları; "Şehirden uzaklaştıralım" dediler. Bâzıları da;
"Câmilerde, minberlerde vâz ve nasîhat etmesine ve halkın tövbe etmesi için
meclisler tertip etmesine müsâade etmeyiniz." dediler. İbn-i Akîl ise; "Yâ Emîr-ül-müminîn!
Ulemâ toplansın. Bunların herbiri, ayrı ayrı gâyet güç suâller hazırlayıp ona
sorsunlar. O suâlleri cevaplandırırsa, ne âlâ. Yok bu suâlleri cevaplandırmaktan
âciz ise, gerisini siz bilirsiniz." dedi. İbn-i Akîl'in bu teklifi halîfenin
hoşuna gitti ve; "Ne kadar âlim ve büyük fıkıh âlimi var ise toplansınlar.
İçinden çıkılması zor olan ne kadar güç mesele ve suâl varsa sorsunlar. Eğer bu
suâllere cevap verebilirse, onu kendi hâline bırakalım. Şâyet cevaplandıramazsa,
kürsüsünü başına yıkıp şehirden sürelim." dedi. SonraSeyyidEbü'l-Vefâ
hazretlerine durumu bildirdiler. O da; "İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretlerinin
türbesinin batı tarafında, gömülü bir minber vardır. O minber demirdendir. O
demir minberi halîfenin topladığı âlimlerin, bana suâl soracakları yere
koysunlar. Sonra etrâfında ateş yakıp, kıpkırmızı oluncaya kadar kızdırsınlar. O
minberin üzerine çıkıp, Allahü teâlânın izniyle, soracakları suâllerin hepsinin
cevâbını veririm." buyurdu.
Onun bu
sözleri halîfeye iletildi.Halîfenin emri ile o yeri kazdılar. Ebü'l-Vefâ
hazretlerinin dediği gibi o minberi buldular. Binbir güçlükle onu çıkarıp, geniş
bir alana koydular. Etrâfına ve yanına çok büyük odunlar yığdılar. Sonra
odunları ateşe verdiler. Ateş, üç gün üç gece yandı. Minber ateşin tesiriyle
kıpkırmızı oldu. Bağdat halkı, o alanda toplandı. Halîfenin ve ulemânın
oturacağı yerin yakınındaki ateşi temizlediler. Halîfe minbere yakın bir yere
oturdu. Halkın birçoğu;"Kıpkırmızı olmuş demire, insanoğlunun yaklaşması hiç
mümkün mü? Nerde kaldı üzerine çıkıp oturmak ve kendisine sorulan suâllere cevap
vermek." dediler. Halîfeye daha önce SeyyidEbü'l-Vefâ hazretlerini kötüleyenler
de o alana geldiler. Ebü'l-Vefâ hazretlerinin, ateşten kızarmış minberin
üzerinde yanmasını ve ona sorulacak suâllere cevap verememesini istiyorlardı.
Suâl soracak âlimlerin sayısı kırk kadardı. Bunların onu Hanefî mezhebi, onu
Şâfiî mezhebi, onu Mâlikî mezhebi, onu da Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi idi. Dört
mezhebde, o zamanda onlar kadar âlim kimse yoktu. Onlar gelip yerlerini aldıktan
sonra, Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerinin minbere çıkması istendi. Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretleri, Besmele çekerek minbere çıktı. Peygamber efendimize salâtü selâm
getirdikten sonra hutbe okudu. Ateşten kıpkırmızı olan demir minberin üzerinde,
ayağını bile kıpırdatmadı. Bu hâldeki minber, vücûdunu zerre kadar incitmedi.
Bu hâli
gören halîfe, âlimler ve halk çok şaşırdılar. Halîfenin, Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretleri hakkındaki tutumu değişti. Hiç kimsenin onu inkâr edecek hâli
kalmadı. Başta halîfe olmak üzere, oradaki herkes, Tâc-ül-Ârifîn'in Allahü
teâlânın velî bir kulu olduğunu kabûl ve tasdîk etti. Esâsında bu durumu, Tâc-ül-Ârifîn'i
sevmeyen ve ona düşman olanlar, onu halîfenin gözünden düşürmek için
hazırlamışlardı.
Daha
sonra Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Kim suâl sormak ve münâzara etmek istiyorsa
gelsin." dedi. Fakat kalabalık meydandan, özellikle o kırk âlimden hiç kimse ona
cevap vermedi. Sapıklar, âlimlere; "Biz sizi niye buraya getirdik?
Hazırladığınız suâllerinizi sorsanıza." dediklerinde, âlimler; "Vallahi biz,
gerçekten cevâbı zor sorular hazırlamıştık. Fakat şimdi onların hiçbirini
hatırlayamıyoruz. Bildiğimiz her şeyi unuttuk." dediler. O âlimlerin arasından
bir zât; "İslâm nedir?" diye sordu. Seyyid Ebü'l-Vefâ; "Hangi İslâmı soruyorsun.
Senin İslâmından mı soruyorsun, yoksa benim İslâmımdan mı?" diye söyleyince o
zat; "İslâm iki türlü müdür diyorsun?" dedi. Seyyid Ebü'l-Vefâ; "Evet iki
türlüdür. Sizin İslâmınız, îmânınızın aynıdır. Sen; Allahü teâlâ birdir, eşi ve
benzeri yoktur. Muhammed Mustafâ hak peygamber diye dilinle söyler, kalbinle
buna inanırsın. Hak teâlânın ve Resûlünün emrini tutup onunla amel edersin. Ama
bizim İslâm anlayışımız ve kabûl edişimiz bâzı değişiklikler arz eder. Şöyle ki:
Biz, îmânın yanında, hiçbir zaman Allahü teâlâdan gâfil olmamak İslâmdır, deriz.
Sizin orucunuz; Ramazân-ı şerîfte fecrin ağarmasından, güneş batıncaya kadar,
yemeden-içmeden, cimâdan sakınmak ve akşam olunca da iftar etmektir. Bizim
orucumuz ise; yiyeceklerden, giyeceklerden ve bütün kâinattan uzak durmaktır.
Biz, dünyâ nîmetlerinden, sâdece ibâdet ve tâatte güç kazanmak için
faydalanırız. Bizim için esas, bütün ahlâk bozucu şeylerden uzak durmaktır.
Zekâta gelince; altından bu kadar, gümüşten şu kadar ve davardan şu kadar deyip,
fıkıh kitaplarında beyan buyurulduğu gibi verirsiniz. Bizim zekâtımız; mevcud
olan her şeyi, fazla fazla vermektir ve Allahü teâlânın indinde makbûl olan
nesnelerle zenginlik hâsıl edip, bütün varlıklardan el çekmektir.
Seyyid
Ebü'l-Vefâ hazretleri, sonra haccı ve diğer emirleri çok açık bir şekilde
anlattı. Sonunda; "Bu anlattığım İslâma kim sâhiptir?" diye sorunca, hiç kimse
cevap vermedi. Bunun üzerine Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Ey Cemâat! Benim için çok
şiddetli bir ateş kızdırdınız, ama Allahü teâlâ söndürdü. Bâzı zor suâller
hazırlayarak, onların cevâbının verilmemesiyle beni âciz bırakmak istediniz.
Fakat, Allahü teâlâ beni değil, sizi âciz bıraktı. Kendinizin fesâhat ve
belâgatla konuşup suâl sormanızı, benim ise, fesâhat ve belâgattan uzak
suâllerinizi cevaplandırmamı istiyordunuz. Fakat siz de gördünüz, ben de fasîh
ve beliğ söz söylemeye muktedir imişim." dedi. Ve; "Hani bana sormak için suâl
hazırlayanlar nerede? Gelsinler, suâllerini sorsunlar!" diye üç sefer yüksek
sesle seslendi. Hiç kimse cevap vermeyince kendisi; "Bana sormak için
hazırladığınız hâlde, Allahü teâlâ tarafından size unutturulan suâlleri, O'nun
yardımıyla sizlere ben sorayım ve cevâbını vereyim." dedi.
Suâl
hazırlayan kırk âlimden ilkine; "Yâ falan! Senin hazırladığın suâl şu değil
miydi?" diye sorunca, ondan "Evet." cevâbını aldı. "İşte cevâbı da budur."
diyerek, o suâli çok güzel bir şekilde açıkladı. Verdiği cevâbı orada bulunan
herkes çok beğendi. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri, orada bulunan diğer otuz dokuz
âlimin hazırladıkları suâlleri tek tek söyleyerek, cevaplarını gâyet açık bir
şekilde söyledi. Bu durum, başta halîfe ve orada bulunan kırk âlim olmak üzere,
herkesi hayretler içinde bıraktı. Orada bulunanların hepsi, Ebü'l-Vefâ
hazretlerine hayrân oldular. Tâc-ül-Ârifîn sonra onlara; "Ey âlimler! Ey
fakîhler! Biliniz ki, medresede öğrenilen ve kâğıt üzerine yazılan ilim zamanla
unutulur. Fakat Ledün mektep ve medresesinde öğrenilen ilm-i ledünnî'nin kâğıdı
gönül sahifesidir. O, gönül sahifesine yazılır ve aslâ unutulmaz. İlm-i
ledünnî'yi öğrenin. Bu ilmi öğrenen, iki cihanda mesûd olur, saâdete erer ve
bahtiyâr bir hayat yaşar." dedi. Sonra minberden inerek iki rekat namaz kıldı ve
bir kenara oturdu. Oradaki halkın bâzıları, onun yanına gelerek oturdular. İbn-i
Akîl ve İbn-i Hübeyre de Tâc-ül-Ârifîn hazretlerinin yanına gelerek himmet
istediler. Ebü'l-Vefâ onlara; "Siz, beni fasîh ve beliğ konuşamayan acemi bir
kimse mi sanmıştınız?" diye sorunca, onlar; "Evet öyle zannediyorduk." dediler.
Seyyid Ebü'l-Vefâ; "Biliniz ki, Allahü teâlânın lütfu kime erişmişse, o kimse
nâkıs ise kâmil olur. Dilsiz ise konuşur. Konuşması düzgün değilse, fasîh olur.
Kör ise gözleri görür. Ne eksiği varsa, hepsi tamamlanır, hiçbir eksiği kalmaz.
Allahü teâlâ bana da lütufta bulundu. Ceddim Muhammed Mustafâ, gece rüyâmda
görünüp, ağzıma mübârek tükürüğünden bulaştırdı. O sabahtan beri çok fasîh ve
beliğ konuşmaktayım." buyurdu. Bunun üzerine İbn-i Hübeyre, Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretlerinin eline sarılarak, cân-u gönülden tövbe etti.
Tâc-ül-Ârifîn
Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri, sonra ikinci defâ büyük bir vâz ve nasîhat verdi.
O sırada, daha halîfenin kalbinde inkâr kokusu vardı. Çünkü Ehl-i sünnet
düşmanları münâfıklar, Ebü'l-Vefâ hazretleri hakkında gece-gündüz çeşit çeşit
yalanlar söylüyor ve ona iftirâ ederek, doğruyu bâtıl olarak göstermeye
çalışıyorlardı. Seyyid Ebü'l-Vefâ'nın vâzını dinlerken halîfeye bir hâl oldu ve
onun anlattıklarını cân-u gönülden dinlemeye başladı. "Çok güzel yâ Tâc-ül-Ârifîn"
diyerek kendini kaybetti. Bu durum, birkaç defâ daha tekrarlandı. Ebü'l-Vefâ
hazretlerini kötüleyenler, onun böyle söylemesine çok şaşırdılar. Kendisine
gelince, ona; "Sizinle Seyyid Ebü'l-Vefâ arasında bir yakınlık yok iken, ona bu
şekilde seslenmenizin sebebi nedir?" diye sordular. Halîfe; "Vallahi o sözü
kendi isteğimle söylemedim. Minberin üzerinde yeşil bir kuş bulunuyordu. O kuş;
"Çok güzel yâ Tâc-ül-Ârifîn." deyince, kendi isteğim olmadan o kuşun sözlerini
tekrarladım." dedi. Sonra Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri minberden inince, birçok
kimse yanına gelerek tövbe etti. Yaptıklarından ızdırap duyan halîfenin, Tâc-ül-Ârifîn
hazretlerinin yardımıyla kalbi yumuşadı ve düşmanların sözlerine bakmayarak ona
bîat etmek istedi. Tenhâ bir yerde vâz kürsüsü kurmaları için adamlarını
görevlendirdi. Sonra da Ebü'l-Vefâ hazretlerine, gelip bize tenhâ bir yerde vâz
versin. Lutfedip bizi şereflendirsin." diye haber gönderdi. Seyyid Ebü'l-Vefâ;
"Canla başla." dedi. Kürsünün kurulduğu yere gitti ve vâz u nasîhatta bulundu. O
mecliste, o kadar çok ilmi-ledünnî ve feyz saçtı ki, anlatılması mümkün
değildir. Oradakilerin hepsi, derecelerine göre hisselerine düşeni aldılar.
Halîfe ve hazır bulunan âlim ve fakîhler ona hayran kaldılar. Bunların arasında
Tâc-ül-Ârifîn için; "Bu kadar ilmi nereden öğrendi? Bu kadar çok kitap bilgisine
nasıl sâhib oldu ve nasıl mütâlaa edebildi? Zâhirî ve bâtınî ilimlerde bir
benzeri olmayan bu zât, hangi âlimlerden, nerede ve ne zaman ders aldı?" diye
hatırlarından geçirenler oldu. Onların bu düşünceleri ona mâlûm oldu ve; "Ey
insanlar! İyi bilin ve anlayın. Cenâb-ı Hak bir kuluna ihsan edip feyz vermişse,
o kimse zâhirî ve bâtınî ilimlerde öyle söz sâhibi olur ki, sizin âlimlerinizin
uzun yıllar çalışarak elde ettikleri çok ilim, O'nun verdiği ilme nazaran
denizde bir damla gibidir. Bir tarafın ilim öğreteni Allahü teâlâ, bir tarafın
ilim öğreteni insan olursa, hangi tarafın ilminin daha tutarlı olduğunu siz
kıyâs ediniz." buyurdu. Orada bulunanlar, onun bu sözünü işitince çok ağladılar.
Bu konuşmadan sonra, birçok kimsede derecesine göre bir hâl hâsıl oldu. Bâzıları
düşüp bayıldılar. Halîfeyi de dehşet kaplıyarak vücûdunu bir titreme aldı.
Kalbinde Allah korkusu yer edip, evliyâ sevgisi hâsıl oldu. Tâc-ül-Ârifîn
hazretleri, minberden inip halîfenin yanına geldiler. Elleriyle halîfenin
vücûdunu sıvazladı. O titreme hâli halîfeden gitti. Bunun üzerine halîfe; "Yâ
Seyyid, bana hâssaten vâz et." dedi. Ebü'l-Vefâ hazretleri de; "Ey Emîr-ül-müminîn!
Sen gerçeği gördün. Amma sen bir inat yüzünden bunu anlamadın veya anlamak
istemedin. Bir kimseye kendisinin vâzı tesir etmezse başkasınınki hiç tesir
etmez. Fakat ben sana bir kıssa anlatayım, sen ondan hisse çıkar:
Bir
çoban, güttüğü koyunlara şefkatli ve merhametli davransa, onları incitmezse ve
zayıf-sağlam demeden her birini iyi ve otlu yerlerde otlatırsa, sıcak bastığı
vakitlerde ağaç altlarına götürüp onları gölgelendirirse, susadıklarında onları
güzel berrak sulardan sularsa, hülâsa ne kadar iyi beslerse, koyunlar besili
olur ve sürü çabuk artar. Koyunların sütleri de çok olur. Koyunları böyle olan
sürü sâhibi de, çobandan memnun olarak daha fazla ücret verir. Eğer bunları
yapmayıp da tersini yaparsa, koyunların sütleri ve sayısı azalır. Sürü sâhibi
memnun kalmayarak çobanı işten çıkarır, onun yerine başka çoban getirir.
İşte
böyle olduğu gibi, ey halîfe, bir bakıma sen de bir çobansın. Sana itâat eden
tebean da koyun gibidir. Sen insaf ve adâletle hareket ederek onlara zulüm
etmezsen, Allahü teâlâ da senin hukûkunu görerek, adâletle hareket ettiğin için
seni makâmında devamlı tutar ve sen de böylece ülkeni günden güne
genişletebilirsin. Eğer tebeana şefkat ve merhametle davranmazsan, onlara ezâ,
cefâ ve zulüm edersen, Hak teâlâ seni memleket pâdişâhlığından ve hilâfet
makâmından alır. Böylece hem bu dünyâda, hem de âhirette kovulmuş olursun.
Ebü'l-Vefâ
hazretleri söze devamla; "Ey Emîr-ül-müminîn! Şimdi iyi düşün ve gözünü aç.
Kendi hâline dikkatle bak. Hangi taraftansın? Ona göre amel et ve durumunu
düzelt. Kimseye güvenme, âhirette yarayacak işi kendin gör!" buyurdu. Bunun
üzerine halîfe; "Ey Seyyid! Allahü teâlâ seni ve ecdâdını, bütün müminlere
yardım ve onlardan faydalanmaları için gönderdi. O yardım ve faydadan, bugün
özellikle ben istifâde ettim. İdârem altında bulunan âmirlere, halka adâlet
üzere muâmelede bulunup, kimseye zulüm etmemeleri için emir göndereceğim.
Söylemek benden, emrimi yerine getirmek ise onların vazifesidir. Eğer emrimi
yerine getirmezlerse, günaha girer ve yarın Allahü teâlânın huzûrunda kendileri
mesûl olurlar." dedi.
Tâc-ül-Ârifîn
Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Ey halîfe! Güzel söylüyorsun, fakat sâdece dil
ile söylemek yetmez. Yapılan işi tartarak yapmak ve her durumda adâlete riâyet
etmek lâzımdır. Ey halîfe! Şüphen olmasın ki, günün birinde öleceksin. Burada
öyle bir amel işle ki, yarın kıyâmet günü o amelin sana faydası dokunsun. Günün
birinde seni, seni yaratan yüce bir varlığın huzûruna götürecekler. O her şeyi
bilir, hiçbir şey O'na gizli kalamaz. Burada işlediğin her şeyin karşılığını
orada göreceksin. Şunu hiç unutma ki, Allahü teâlâ seni bir damla meniden
yarattı. Sana can verdi, akıl verdi. Göz, kulak, ayak ve dil verdi. Bunlara
benzer daha nice âzâlar ve saymakla bitmeyecek nîmetler verdi. Bütün bunları
insanoğlunun emrine âmâde kıldı. Böyle nîmetler verdiği insanlar üzerine
hükmetmen ve emir vermen için, Allahü teâlâ seni hâkim kıldı ve halîfe yaptı.
Sana tâbi olan bütün insanların hâlleri senden sorulacaktır. Bu yüzden makâmınla
öğünüp mağrur ve gâfil olmayasın." deyince, halîfe çok ağladı ve harâreti arttı.
İçmek için su istedi. Bir maşraba su getirdiler. Tam suyu içeceği sırada, Ebü'l-Vefâ
hazretleri; "Ey halîfe, suyu içme! Sabret." dedi. Bunun üzerine halîfe onun
diyeceğini beklemeye başladı. Tâc-ül-Ârifîn; "Ey halîfe! Çok susamış bir hâlde
sahrâda olsan ve bir damla içecek su bulamasan, susuzluktan ölecekmiş gibi
olsan. Bir kimse elinde bu maşrabayla sana su getirse ve karşında tutarak;
"Şâyet saltanatının yarısını bana verirsen, şu suyu sana vereceğim." dese ne
yaparsın?" deyince, halîfe; "Susuz ölmektense, diri kalıp yaşamak daha iyi
olacağından, saltanatımın yarısını verir, bir maşraba dolusu soğuk suyu
alırdım." dedi.
Bunun
üzerine Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Suyu içtiğinizi kabûl edelim. O içtiğin su, bir
müddet sonra idrâr olarak yol bulup çıkmak istese, fakat Allahü teâlâ o suyu
veren kimseye bir imkân verse, o kimse seni, idrârını yapamaz hâle getirse ve
sen de idrârını yapamasan, o zaman, o kimse; "Eğer saltanatının diğer yarısını
da bana verirsen, idrârını yapmanı sağlarım. Yoksa seni bu hâlde bırakırım."
dese ne yaparsın?" diye sordu. Halîfe cevap olarak; "Ezâ, cefâ içinde çâresiz
kalmaktan dirlik iyidir. Saltanatımın yarısını ona verir, o zahmetli hâlden
kurtulurum." dedi ve elindeki suyu içti. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri başını
kaldırıp; "Ey halîfe! Bil ki, yarısı bir içim suya, yarısı da bir defâ idrâr
çıkarmak karşılığında elden çıkacak olan bir devlete, bir makâma, ârif olan
kimse hiç tamâ eder mi? Onun için, beylik ve makamın benim yanımda zerre kadar
bir değeri yoktur." buyurdu. Bunun üzerine halîfe; "Ey Seyyid! Beni mâzur
görünüz. Sizin asıl hâlinizi bilememişim. Biliyorsun ki, nefs kâfirdir. İnsana
türlü türlü endişeler verir ve kişi, kendisini vesveseye iten herkesin sözüne
uyar." dedikten sonra, Ebü'l-Vefâ hazretlerinin elini öptü ve; "Ey-Seyyid! Bu
andan îtibâren senin emrinden dışarı adımımı atmayacağım. Yapacağım işleri, önce
sizinle istişâre edeceğim, sonra yapacağım." dedi. Ebü'l-Vefâ hazretleri de; "Ey
Emîr-ül-müminîn! Benim sana, senin de bana ihtiyâcın yok. Fakat ne yaparsan
Allahü teâlânın emrinden dışarı çıkma, Peygamber efendimizin sünnetini bırakma.
Dâimâ Allahü teâlâdan kork. Resûlünden utan." dedi. Bunun üzerine halîfe; "Ey
Seyyid! Bana, gönlümün dünyâya karşı aşırı ve fazla bir hırs göstermeyeceği bir
nasîhatta bulun?" deyince, Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Dünyânın lezzetleri üç şeyde
toplanmıştır. Bunların ilki yemek-içmek, öbürü giyinmek, diğeri ise cimâ'dır.
Yiyeceklerin en tatlısı baldır. Bal, küçük ve zayıf olan arıdan hâsıl olur. O
hayvancığı, insan dilerse kolayca öldürebilir. Giyeceğin en iyisi ipek olup, onu
da küçücük bir böcek yapar. O böcek, gökgürültüsüyle ölür. Cimâ ise, bir bevli
yerli yerine ulaştırmaktır. Bu da bir anlık lezzettir. Dünyânın, insan için
geçen süre kadar bile kıymeti yoktur. Kâmil ve ârif kimse dünyâya gönül
bağlamaz. Böyle zâtların gönülleri, Allahü teâlâdan bir ân bile uzak olmaz."
buyurduktan sonra, talebelerinden birine işâret etti. Talebesi hâl ehlinden
olduğu için, hocasının ne için işâret ettiğini hemen anladı. Ebü'l-Vefâ
hazretleri onun eline, o zamâna kadar görülmemiş bir inci koydu. İncinin
parlaklığından her taraf ışıl ışıl olmuştu. Halîfe bunu görünce, Seyyid Ebü'l-Vefâ'dan
bakmak için izin istedi. Ebü'l-Vefâ hazretleri inciyi halîfeye verdi. Halîfe
eline alınca, inci basit bir taş oluvermişti. Onu tekrar geri verdi. Seyyid
Ebü'l-Vefâ o taşı eline alınca, yine pırıl pırıl parlayan bir inci oluverdi.
Halîfe o inciyi tekrar eline aldığında, yine değersiz bir taş oluverdi. Halîfe
onu tekrar Seyyid Ebü'l-Vefâ'ya geri verince, o taş, tekrar gözleri kamaştıran,
parlaklığıyla insanları cezbeden bir inci oldu. Halîfe bu duruma çok şaşırdı.
Bunun neden ileri geldiğini anlıyarak, cân-u gönülden tövbe etti. Adâlet üzere
hareket edeceğine, kimseye zulüm etmeyeceğine gönülden söz verdi.
Sonra
Emîr-ül-müminîn, çeşitli yemekler hazırlamaları için adamlarına emir verdi. Tâc-ül-Ârifîn
hazretlerine ziyâfet verecekti. Adamları çok mikdârda ve çeşitli yemekler
hazırladılar. Sofralar kurularak, o yemekleri onların üzerlerine koydular.
Halîfe ve Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri, talebeleriyle sofraya oturdular. Seyyid
Ebü'l-Vefâ talebelerine; "Ramazan Mecnûn aranızda mı?" diye sorunca, Ramazan
Mecnûn; "Buradayım." diyerek ayağa kalktı. Ebü'l-Vefâ; "Ey halîfe! Önce bu
Mecnûn'un karnını doyur." dedi. Halîfe de; "Hay hay, yemeğin sonu yoktur. Ne
kadar isterse yesin." deyince, Ebü'l-Vefâ hazretleri Ramazan Mecnûn'a işâret
etti. Ramazan Mecnûn yemekleri yemeğe başladı. Orada bulunan bütün yemekleri
yedi ve ey halîfe! Daha yemek yok mu? Karnım doymadı." dedi. Halîfe de;
"Bağdat'ta ne varsa yersin, fakat yine doymazsın." deyince, Ramazan Mecnûn;
"Bugün rızkımı senden talep ettim, aç kaldım." dedi. Bunun üzerine halîfe özür
diledi ve tövbe istigfâr etti.
Seyyid
Ebü'l-Vefâ hazretleri, yola çıkmak için halîfeyle vedâlaştı. Halîfe ona,
şehirden çıkıncaya kadar refâkat etti. Seyyid Ebü'l-Vefâ talebeleriyle
Bağdat'tan uzaklaştıktan sonra, halîfe, Mâcid-i Kürdî'yi istedi. Seyyid Ebü'l-Vefâ,
Mâcid'e izin verince, Mâcid, halîfenin yanına geldi. Halîfe kâtibine; "Kasendi'nin
etrâfında olan bütün köylerin uşrlarını Seyyid Ebü'l-Vefâ'ya yaz." diye emir
verdi. Kâtip, halîfenin bu emrini yazdı. Halîfe, bunu Mâcid-i Kürdî'ye vererek;
"Bunu Seyyid Ebü'l-Vefâ'ya götür. Fakat Seyyid hazretleri beldesine varmadan
bunu ona verme ve gösterme." dedi." Mâcid-i Kürdî; "Peki." diyerek mektubu aldı
ve Seyyid Ebü'l-Vefâ'nın arkasından yetişti. Ona hiçbir şey söylemedi. Hepsi
gemiye bindiler. Fakat gemi, ne yaptıysalar bir türlü hareket etmedi. Bunun
üzerine Ebü'l-Vefâ hazretleri, Allahü teâlânın yardımıyla geminin neden
yürümediğini anladı ve Mâcid-i Kürdî'yi yanına çağırdı. Ona; "Ey Mâcid sende bir
şey var." dedi. Mâcid de; "Evet yâ Seyyid." deyince; "Nedir o?" diye suâl etti.
Mâcid; "Bende halîfenin size gönderdiği bir mektup var." dedi. Ebü'l-Vefâ; "Daha
önce bana onu niye vermedin?" dedi. Mâcid de; "Yerinize varmadan size vermememi
ve ondan bahsetmememi halîfe vasiyet etmişti. Ondan dolayı vermedim." deyince,
Ebü'l-Vefâ; "Yâ Mâcid! Görüyorsun ki gemi hareket etmiyor. Ne yapmamız lâzım?
Getir mektubu bir göreyim." dedi. Mâcid-i Kürdî mektubu cebinden çıkarıp
hocasına verdi. Seyyid Ebü'l-Vefâ mektubu okuduktan sonra, yırtıp, parça parça
ederek suya attı. O anda gemi, kendi kendine hareket etti. Çok hızlı bir şekilde
varacağı yere vardı. Bâzı kimseler; "O kâğıtta her hâlde Seyyid hazretlerine bir
şey vakfedilmişti. Seyyid hazretleri neden böyle yaptı acabâ? Kendisi kabûl
etmedi, bâri zürriyetine veya talebelerine verseydi." dediler. Bu durum Ebü'l-Vefâ
hazretlerine mâlûm oldu ve; "Ey insanlar! Velî olan kimsenin, Allahü teâlâdan
başka bir şey istemesi, O'ndan başka bir şeye gönül bağlaması doğru değildir.
Ben ve benim neslimin, benim silsilemin, kıyâmete kadar Allahü teâlâdan başka
hiç kimseye muhtac olmayacağına ve bütün âlemin onlara muhtac olacağına
inanıyorum." buyurdu.
Ebü'l-Vefâ
hazretleri, vefâtına yakın hastalandı. Bütün talebeleri, arkadaşları, dostları
başına toplandı. Başında bulunanlara; "Bilin ve anlayın ki, her nesne yoktan var
edilmiştir. Her canlı ölümü tadacaktır. Allahü teâlâ, Cennet'i ve Cehennem'i de
biz kullar için yaratmıştır. Cennet'e gitmeyi arzulayan, ona giden yola gitsin!
Bu yola âit amelleri işlesin! Bu yolun aksi Cehennem yoludur. Bundan başka yol
yoktur.
Ey
insanlar! Size, ceddim Muhammed aleyhisselâmın yolunu gösterdim. Bu yolun
dışındaki her şey bâtıldır. Bâtıla tâbi olmak, dalâlete, bu da helâk olmaya
sebeptir. Takvâyı elden bırakmayın! Bütün nesnenin nûru takvâdandır. Dâimâ
Allahü teâlâyı hatırlayın! Gönlünüzde dâimâ O bulunsun! Allahü teâlâyı unutan
kimselerden olmayınız! Dâimâ Allahü teâlâ ile olup, iki cihânda sâdete
kavuşunuz."
Ebü'l-Vefâ
hazretlerinin vefâtına, talebelerinden biri çok üzüldü. Definden sonra onu
mezarın başından bir türlü ayıramadılar. Bir gün bir atlı peydah oldu. Talebe
başını kaldırıp atlıya baktığında heybetli bir kimsenin kır bir ata binip
geldiğini gördü. O tarafa bakmaya cesâret edemedi. O atlı iyice yaklaşıp, selâm
verdi. Talebe selâmı aldı. Bu sesi tanımıştı. İyice bakınca onun Ebü'l-Vefâ
hazretleri olduğunu anladı. Hemen yanına koşup ellerini öptü ve; "Efendim, sizin
için öldü diyorlar siz ölmemiş miydiniz?" dedi. Ebü'l-Vefâ hazretleri buyurdu
ki: "Ey oğul, doğru söylerler. Fakat sen iyi bilesin ki, cesetler ölür, ruhlar
ölmez. Şimdi evine git. Bu sırrı ehil olmayan kimselere söyleme. Beni ne zaman
görmek istersen buraya gel!"
Seyyid
Ebü'l-Vefâ hazretleri buyurdu ki: "Az yiyip, az uyuyun. Çok tefekkür edin.
Geceyi ibâdetle geçirin! Çok yemek, insanı uyuşuk yapar. Uyuşuk kimse gâfil
olur, gâfil olan mahzûn olur. Bu da insanı felâkete götürür."
"Takvâ
bir ağaçtır. Bu ağacın kökü Peygamber efendimizdir. Budakları Sahâbe ve
Tâbiîndir. Meyvesi ise sâlih ameldir."
"Nerede olursanız olun, ne
yaparsanız yapın, Allahü teâlâ sizi görür. Onun için, yasaklanan yerlerde değil,
emredilen yerlerde bulunun."
"Talebenin dikkat etmesi gereken ve kendine lâzım olan şeyler şunlardır: a)
Kalbini ve niyetini kötülüklerden temizlemek, b) Farz ve sünnetleri yerine
getirmeye çok hırslı olmak, c) Bid'atlerden ve fitnelerden uzak bulunmak, d)
Tevâzu ehli olmak, e) Devamlı iyi düşüncelerle meşgûl olmak, f) Yemeye, içmeye
ve giyime çok dikkat etmek, g) Dînin hudûdlarından bir zerre bile dışarı
çıkmamak, h) Ahdine vefâ etmek, aslâ yalan söylememek, i) Kendini beğenmişler
tâifesinden olmamak, k) İbâdet ve tâatinden dolayı gurûrlanmamak."
"Vaktini boş yere harcayan kimse câhildir."
"Dünyâya aşırı düşkün, mağrur ve fitneci kimselerle dostluk kurup onların
bulunduğu yerlerde dolaşmayın. Bunlarla birlikte olanın gideceği yer
Cehennem'dir."
"Eğer
azığınız takvâ olursa, kıyâmet gününde selâmette olursunuz."
"Dünyâ
zıll-i zâildir. Ona güvenen nâdimdir. O seninle kalırsa da, sen onunla
kalmazsın. Dünyâdan çıkmadan önce, kalbinden dünyâ sevgisini çıkar. Dünyâ
lezzetlerine aldanmıyan, Cennet nîmetlerine kavuşur. İki âlemde azîz ve muhterem
olur. Dünyâ harâbdır. Şerbetleri serâbdır. Nîmetleri zehirli, safâları
kederlidir. Bedenleri yıpratır. Emelleri arttırır. Kendini kovalıyandan kaçar.
Kaçanı kovalar. Nîmetleri geçici, hâlleri değişicidir. Dünyâya ve buna düşkün
olanlara inanılmaz. Selâmeti ve doğru yolu, ancak dünyâyı terk eden kimseler
bulabilir."
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
DÜNYÂ GÖLGE
GİBİDİR
Ebü'l-Vefâ
hazretleri hocasının izniyle Buhârâ'ya gitti.Orada zâhirî ilimlerin hepsini
tahsil etti. Tahsilini yaparken, nesebi hakkında kimseye bir şey söylemedi.
Tahsilini tamamladıktan sonra memleketine dönmek isteyince, arkadaşları ona;
"Zâhirî ilimlerin hepsini öğrendin. Memleketine gitmek istiyorsun. Buna şükrân
olmak için, bizlere bir ziyâfet çekmen gerekmez mi?" dediler. Bunun
üzerine;"İsteğinizi memnuniyetle yerine getirmek isterim. Fakat fakirim, bu
isteğinizi yerine getiremeyeceğim için üzgünüm." dedi. Arkadaşları; "Bu özrünü
kabûl etmeyiz, biz ziyâfet isteriz." dediler. Bunun üzerine çâresiz tekliflerini
kabûl etmek zorunda kaldı. Fakat ne yapacağını bilemiyordu.Ziyâfet verecek
parası yoktu. Bir süre düşündükten sonra Buhârâ emîrine gitmeye karar verdi.
Emîrin yanına varınca ona; "Ben İmâm-ı Ali'nin evlâtlarındanım. Buhârâ'ya ilim
öğrenmek için gelmiştim. Tahsilimi tamamladım. Ve memleketime dönmek istedim.
Arkadaşlarım gitmeden önce kendilerine ziyâfet vermemi istediler. Fakat fakirim,
durumum onlara ziyâfet vermeye müsâit değildir. Senden, bana yardımcı olmanı
istiyorum. Bu yardımın şüphesiz ind-i ilâhîde boşa gitmez." dedi.
Buhârâ
melîki onun bu konuşmasını önemsemedi ve; "Burada Seyyid çok olur. Senin İmâm-ı
Ali hazretlerinin torunu olduğun ne mâlum?" dedi. Bu duruma çok üzülen Ebü'l-Vefâ,
emîrin huzurundan çok müteessir olarak çıktı.
Emîr o
gece rüyâsında kıyâmet kopmuş gördü. O sırada kendisi, anlatılamayacak derecede
susamıştı. Peygamber efendimiz Kevser havuzunun başında bölük bölük gelen
ümmetine su dağıtmakta idi. Buhârâ melîki Kevser şarâbından içmek için havuzun
başına vardı ve; "Yâ Resûlallah! Ben de senin ümmetindenim, bana da Kevser
şarâbından ihsân eyle. Çok susuzum." dedi.Peygamber efendimiz de; "Burada bana
ümmetinim diyen çok olur. Fakat bana gerçek ümmet olanlar bildirilir."
buyurdular. Melîk; "Yâ Resûlallah! Ben de gerçek ümmetindenim." deyince, Resûl-i
ekrem; "Benim neslimden Ebü'l-Vefâ kendisini sana bildirdiği zaman, sen ona
îtimâd etmedin. Bana gerçek ümmet olan, benim neslime hakâret nazarıyla bakar
mı?" buyurdu.
O
sırada melîk uykusundan uyandı. O kadar korktu ki, hemen adamlarını sağa sola
göndererek, Ebü'l-Vefâ hazretlerini aramalarını emretti. Fakat Ebü'l-Vefâ
hazretlerini hiçbir yerde bulamadılar. Bunun üzerine kendisi, Ebü'l-Vefâ
hazretlerini bulmak için yola düştü. Onun arkasından yetişip tövbe etti ve önüne
kırk yük mal koydu. Sonra fakirlere sadaka dağıttı.
SABIR
Tâc-ül-Ârifîn
Ebü'l-Vefâ buyurdu ki: "Her kim mevlâsına kavuşmak isterse, yolunun üstünde
kendisini bekleyen zahmet ve meşakkatlere sabredip, göğüs germelidir. Meselâ
keten bitkisi, zahmet ve meşakkatlere sabredip göğüs gerer, sonunda da kâğıt
olur, üzerine Allahü teâlânın ismi yazılır. Muazzez ve mükerrem olur. Allahü
teâlânın isminin azîzliğini ve bereketini görmez misin ki; keten önce toprağın
altına habsolunur. Sonra yeryüzüne çıkıp büyüdükten sonra koparılır, vatanından
olur. Ayrıca gurbet acısı çeker. Sıcağa bırakılır, güneşin harâretinde kalır,
dövülür ve posası ayrılır. Sonra daha temiz hâle gelmesi için tarağın
dişlerinden geçirilir. Eğrilir, bükülür, en sonunda ibrişim gibi olup, insan
eliyle kumaş yapılır.
Bütün
bunlar oluncaya kadar, haddi ve hesâbı olmayan eziyet çeker, meşakkatlere
katlanır. Burada da kibirli olduğu sürede, o kibir gidinceye kadar sıkılır. Bu
elemden parça parça olup, lüzumsuz oluncaya kadar kurtuluş yoktur. Lüzumsuz
olunca da çöplüğe atılır. Ayaklar altında sürünür. Kâğıt imâl edicisi onu o
hâlde yerlerde sürünürken görür ve kâğıt yapmak için alır. Temizce yıkadıktan
sonra, yepyeni, bembeyaz, pırıl pırıl kâğıt yapar. (O zamanlar kağıt, eski kumaş
parçalarından yapılıyordu.) Kâğıdın üzerine Allahü teâlânın ismi, Kur'ân-ı
kerîm, hadîs-i şerîf ve meârif-i ledünnî yazılır. Keten, öyle hadsiz ve hesapsız
eziyet ve meşakkatler çeker ki, anlatmakla bitirilemez.
İşte
bunun olduğu gibi, talebenin hocasına nisbeti de böyledir. Keten o kadar zahmet
ve meşakkat yüzü gördükten sonra kâğıt olup, üzerine yazı yazılarak nasıl değeri
artıp ellerde dolaşıyorsa, talebe de zahmet ve meşakkatler çekerek, o yollardan
geçtikten sonra azîz olup, derecesi yükselir."
BEYİTLER
BİR BARDAK
SU
Sultan,
Ebü'l-Vefâ'dan, etti ki bir gün niyâz:
"Efendim benim için, nasîhat edin biraz."
Buyurdu
ki: "Ey sultan, sen bu halka "Çoban"sın,
Onun
için teb'ana, zulmetme aman sakın!
İnsâf
ve adâletle, hükmedersen sen eğer,
Allah
saltanatını, uzun ömürlü eder.
Ve eğer
milletine, yaparsan ezâ cefâ,
Hak
teâlâ bu mülkü, senden alır bu defâ.
Ey
emîrel müminîn, düşün ve aç gözünü,
Beyhûde
şeyler ile, geçirme şu ömrünü.
Hiç
şüphen olmasın ki, bir gün sen de ölürsün,
Yaptığın her amele, bir karşılık görürsün!
Öyleyse
öyle amel, icrâ et ki bu günde,
Göresin
faydasını, yârın mahşer gününde.
Bu gün
her ne yaparsan, yârın çıkar karşına,
Allah'a
gizli yoktur, O, her şeye âşinâ.
Sonra
hiç unutma ki, bir damla sudur aslın,
Sonra
ölüp bir avuç, toz toprak olacaksın!
İstifâde ettiğin, şu güzelim âzâlar,
Allahü
teâlânın, sana ihsânıdırlar.
Akıl,
şuur ve idrâk, el ayak, göz ve kulak,
Hepsini
senin için, bahşetti cenâb-ı Hak.
Hepsi
âhenk içinde, çalışır muntazaman,
Bu
nîmetin şükrünü, yapabilir mi insan?
Hak
teâlâ sana hem, ayrıca da bir nîmet,
Verdi
ki, senin emrin, altındadır şu millet.
Lâkin
bu insanların, hesâbı âhirette,
Tek be
tek hepsi senden, sorulacak elbette.
Başladı
ağlamaya, sultan duygulanarak,
İçi
yanıp birinden, su istedi bir bardak.
Getirilen o suyu, tam içerken bu defâ,
"Dur,
hemen içme" dedi, sultana Ebü'l-Vefâ.
Buyurdu: "Bir sahrâda, farz et bulunuyorsun,
İçmeğe
bir damla su, bile bulamıyorsun.
Susuzluğun o kadar, çoğalsa ki, sonra da,
Ölecek
gibi olsan, nihâyet o sahrâda.
Son
anda biri gelse ve elinde şu bardak,
Geçip
senin karşına, o bardağı tutarak,
Dese
ki: "Servetinin, yarısını verirsen,
Suyu
sana veririm", ne cevap verirsin sen?"
Dedi:
"İstediğini, veririm hemen elbet,
Zîrâ
ben ölüyorken, neye yarar o servet?"
Buyurdu
ki: "Pekâlâ, verdin istediğini,
Suyu
içip ölümden, halâs ettin kendini.
Ve
lâkin bu sefer de, idrâr yapamıyorsun,
Öyle ki
sancısından, bir an duramıyorsun.
O zaman
da o kimse, dese ki sana yine,
"Kavuşturabilirim, seni ben sıhhatine.
Ve
lâkin servetinin, öbür yarısını da,
Vermelisin" der ise, verir misin onu da?"
Sultan
hiç tereddütsüz, dedi: "Elbet veririm,
Zîrâ
ben kıvranırken, neye yarar servetim?"
Buyurdu
ki: "Öyleyse, şu bir bardak su kadar,
Değeri
bulunmayan, bir servet neye yarar?
Ârif
olan, bu mala, verir mi değer kıymet?
Kalbinde hiç besler mi, ona sevgi, muhabbet?"
Sultan,
Ebü'l-Vefâ'nın, öperek ellerini,
Dedi:
"Çok haklısınız, affedin lütfen beni."
BİR DUÂSI
KÂFİYDİ
Evliyânın büyüğü, esseyyid Ebü'l-Vefâ,
Köylerden birisine, uğramıştı bir defâ.
Biri
gelip dedi ki: "Bu köyde bir büyük var,
Âlimdir, kendisine, her kişi saygı duyar.
O zât
çok hasta olup, babamdır benim hattâ,
Ayağa
kalkamıyor, yatıyor hep yatakta."
Ebü'l-Vefâ
dinleyip, köylünün bu derdini,
Gidip
ziyâret etti, evinde pederini.
Lâkin
keşif yoluyla, anladı ki orada,
Saplanmış o ihtiyar, bozuk bir îtikâda.
Buyurdu: "Şifâ bulup, kalkar isen yataktan,
Rücû
edecek misin, bu bozuk îtikâddan?"
O dedi
ki: "Elbette, şifâ bulursam eğer,
Sana
tâbi oluruz, köy halkıyle berâber."
O zaman
Ebü'l-Vefâ, kalktı ve kıldı namaz,
Şifâ
bulması için, eyledi duâ niyâz.
Sonra o
ihtiyarın, kollarından tutarak,
Buyurdu
ki: "Allah'ın, izni ile haydi kalk!"
Hastalık yokmuş gibi, bedeninde sanki hiç,
Kalktı
hemen ayağa, oldu sağlam, hem de dinç.
Ebü'l-Vefâ
giderken, buyurdu ki son defâ:
"Bu
tövbeni bozmayıp, ahdine eyle vefâ.
Eğer ki
benden sonra, bozarsan bu tövbeni,
Bil ki
aynı hastalık, gösterir kendisini."
Sonra
gitti o köyden ve geçti birkaç sene,
Lâkin
sâdık kalmadı, o kişi o sözüne.
Tövbesini bozarak, yapınca bu hatâyı,
Hastalanıp çağırdı, yine Ebü'l-Vefâ'yı.
Lâkin o
buyurdu ki: "Söylemiştim ben ona,
Demek
ki râzı oldu, o kendi zararına.
Merhamete müstehak, değildir böyleleri,
Velînin
attığı ok, çıkınca dönmez geri."
BAŞI YARIM
TIRAŞLI
Berberde saç tıraşı, olurken Ebü'l-Vefâ,
Yarısında kalkarak, koşturdu bir tarafa.
Berber
bunu görünce, merak sardı içini,
Çünkü
anlamamıştı, ne için gittiğini.
Ve
lâkin geçer geçmez, aradan yarım saat,
Gelip
yine yerine, oturdu mübârek zât.
Tıraş
tamamlanırken, sordu berber: "Efendim,
Öyle
âcil nereye, gittiniz, merak ettim?"
Buyurdu
ki: "Gittiğim, Irak'ta falan yerdir,
Orası
bu diyârdan, bir günlük mesâfedir.
Şimdi
sen, yârın sabah, yola çık, oraya git,
Şöyle
şöyle bir kimse, göreceksin o vakit.
Ona de
ki: Denizde, seyahat ederken siz,
Fırtınaya tutulup, batacaktı geminiz.
O zaman
dediniz ki, "Kavuşursak felâha,
On bin
dînar verelim, Seyyid Ebü'l-Vefâ'ya."
Başı
yarım tıraşlı, biri geldi âniden,
Düzeltti geminizi, kurtuldunuz sâlimen.
İşte
onun yanından, geliyorum bendeniz,
On bin
dînar adağı, bana teslîm ediniz!"
Berber
gelip o zâtı, buldu aynı şehirde,
Anlattı
hâdiseyi, ona aynı şekilde.
Adam
hayret ederek, dinleyip o berberi,
On bin
dînarı verip, gönderdi onu geri.
KAYNAKLAR
1)
Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.134
2)
Mir'ât-ül-Harameyn; c.3, s.134
3) Tâc-ül-Ârifîn
Menâkıb-ı Ebi'l-Vefâ; s.1-409
4)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.7, s.312
|
|