|
TÂCÜDDÎN ZÂHİD-İ GEYLÂNÎ
İslâm
âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi İbrâhim, babasınınki Rûşen
Emir'dir. Künyesi Ebü's-Safvet, lakabı Tâcüddîn'dir. Doğum târihi bilinmeyen
İbrâhim Zâhid-i Geylânî, Âzerbaycan'da bulunan Geylân nâhiyesine bağlı Siyâverû
isimli köyde doğdu. 1305 (H.705) senesinde Geylân yakınlarında bulunan Lenger-i
Künân denilen yerde vefât etti. Kabri oradadır.
İlim
tahsîline Geylân'da başlayan İbrâhim Geylânî'nin, baba ve dedeleri de kendisi
gibi ilim ve fazîlet sâhibi idiler.
Seyyid
Cemâleddîn-i Ezherî, hocası Şihâbüddîn-i Tebrîzî'nin huzûrunda kemâle gelip,
insanlara İslâmiyet bilgilerini anlatmak üzereGeylân'a gitmesi emredilince,
Geylân'a gelip yerleşti. Bu günlerdeİbrâhim Zâhid çocuk olup, kitapları
koltuğunda mektebe gidip geliyordu. Cemâleddîn hazretleri bir gün yolda, aynı
şekilde mektebe gitmekte olan İbrâhim Zâhid'i gördü.Elini başına koyarak; "Hocam
Şihâbüddîn, bizi buraya, bu mâsûm yavruyu yetiştirmek üzere gönderdi." buyurdu.
İbrâhim
Zâhid-i Geylânî, zâhirî ilimlerde tahsîlini tamamlamak üzere Şîrâz'a gitti.
Orada zâhirî ilimleri ikmâl ettikten sonra, bâtın yolunda da ilerlemek için, Ehl-i
sünnet âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden olan Sa'dî-i Şîrâzî hazretlerinin
huzûruna vardı. Ona talebe oldu. Onun sohbetleri bereketi ile, yüce makamlara,
üstün derecelere kavuştu.
Sâ'dî-i
Şîrâzî hazretleri, bir gün İbrâhim Zâhid'e; "Evlâdım! Bizim yanımızdaki terbiyen
tamam olmuştur. Bundan sonraki yetişmen ve yükselmen ise, Seyyid Cemâleddîn'e
havâle edilmiştir. Geylân'a git. Cemâleddîn'in hizmetinde bulun." dedi. Bundan
sonra Geylân'a gidip, orada Lâhicân'da oturan Cemâleddîn hazretlerinin dergâhına
vardı ve ona talebe oldu. Sohbet ve hizmetinden ayrılmadı. Burada, yüksek
olgunluklara, üstün makamlara ulaştı.
Bir gün
geçtiği bir yerde bulunan yabânî otlardan biraz kopardı. O otların, elinde ham
gümüş olduğunu görünce hayret etti. Hâlbuki onun, böyle şeylerde gözü gönlü
yoktu. İstemezdi.Dünyâlık şeylerin elde bulunmasını kabahat ve kusûr sayardı.
"Ne kabahat işledim ki böyle oldu?" diye ağlayarak secdeye kapandı.Tövbe ve
istigfâr etti. Sonra yolunu değiştirip, başka tarafa gitti.Bu defâ eline aldığı
otların hâlis altın olduğunu görüp, sıkıntı ve üzüntüsü daha da arttı.Hemen
hocası Cemâleddîn'in yanına geldi. Ağlayarak olanları anlattı. Yalvararak, bu
hâlden kurtulmak istediğini, bunun için kendisine yardım etmesini istirhâm etti.
İbrâhim Geylânî'nin anlattıklarını dikkatle dinleyen hocası şöyle söyledi: "Bu
öyle bir hâldir ki, tasavvuf yolunda ilerleyen sâliki, böyle şeylerle tecrübe ve
imtihân ederler. Sen bu imtihanı kazandın. Bütün nebî ve velîlerin rûhları ile
birlikte, yerde ve gökte olan melekler ve bütün mahlûkât, sana Zâhid dediler ve
nâmını da Şeyh Zâhid koydular."
Zâhid,
haram ve şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk eden, dünyâya ve
dünyâlık olan şeylere muhabbeti olmayan, kalbi bunlara meyletmeyen kimsedir.
Bir gün
hocasının emri ile, tarladan bir çuval pirinci omuzlayıp dergâha getiriyordu.Bir
ara çok yorulduğu için, çuvalı yere koyup birazcık dinlenmek istedi. Bu esnâda,
çuvaldan bir pirinç tânesinin düştüğünü gördü. Onu alıp ağzına atmak istedi.
Fakat, bir tâne olmasına rağmen buna ehemmiyet verdi.Bununla imtihân edilmekte
olabileceğini düşündü ve pirinç tânesini çuvala koydu. İbrâhim Zâhid, çuvalla
birlikte dergâha geldi. Hocası Cemâleddîn hazretleri onu görünce; "Ey İbrâhim!
Sözünde sadâkat gösterdin. Ahdine vefâ eyledin. Zâhid nâmına lâyık olduğunu
isbât ettin." buyurdu.
Seyyid
Cemâleddîn hazretlerinin huzûrunda yetişip kemâle gelen İbrâhim Zâhid-i Geylânî,
fetvâ verecek dereceye geldi.Evliyânın büyüklerinden oldu.
Hocası
Seyyid Cemâleddîn, vefâtı yaklaştığında,İbrâhim Zâhid-i Geylânî'ye vasiyet edip
buyurdu ki: "Vefâtımdan sonra, insanlara faydalı ve onların hidâyete
kavuşmalarına vesîle olmak maksadıyla, memleketinden tarafa git. Orada taşlık ve
dağlık bir bölge görür ve dağ içinde bulunan bir vâdiye ulaşırsın. O vâdi sık
ağaçlarla kaplıdır, içine girip yol almak mümkün değildir. O ağaçların yanına
vardığında, selâm verirsin. Ağaçlar, hâl lisanları ile senin selâmına cevap
verirler ve ikiye ayrılıp sana yol gösterirler. Orayı da geçtikten sonra
karşılaştığın yer, senin hizmet yerin olsun." dedi. Bunları dikkatle dinleyip;
"Baş üstüne." diye karşılık veren Zâhid-i Geylânî, hocasının vefâtından sonra,
aynı târif edilen şekilde gitti. Her şey hocasının bildirdiği gibi oluyordu.
Nihayet bildirilen yere vardı ve orada yerleşti. Burada uzun seneler hizmet ile
meşgûl olup, insanlara faydalı oldu. Bir çok kimsenin hidâyete kavuşmasına
vesîle oldu.
Nefse
uymamakta çok gayretliydi. Gündüzleri oruç tutar, geceleri de namaz kılmakla,
Kur'ân-ı kerîm okumakla, Allahü teâlâyı zikretmekle vakit geçirirdi. Hiç
uyumazdı. Gündüzleri oruç tutmakla birlikte, tarlasında çalışır, boş durmazdı.
Geceleri uyumamak için, ucu demirli bastonunun sivri demirini boğazının altına
dayar, böylece uyanık kalmayı sağlardı.
Hacı
Ali isminde bir zât şöyle anlatır: "Şeyh Zâhid diye bilinen İbrâhim Zâhid-i
Geylânî ile birlikte bir gemide yolculuk ediyorduk. O zamana kadar ben kendisini
şahsen tanımıyordum. Fakat hâlinden derviş bir zât olduğu anlaşılıyordu. Gemide
bir köşede oturuyor ve kimseye karışmıyordu. Bir ara bir fırtına çıktı. Gemi
sallanmaya başladı. Hepimiz batacağız zannettik. Bu hengâmede, yine bir köşede
sâkin sâkin oturmakta olan İbrâhim Zâhid'in yanına vardım. Kendisine; "Ey şeyh,
böyle tehlikeli bir anda, bir köşede oturacağınıza, bir şeyler yapıp,
kurtulmamıza vesîle olsanız, olmaz mı?" demeyi düşünüyordum. Hemen yerinden
kalkıp, gemicinin yanına geldi. Dümeni eline aldı ve çok güzel idâre etmeye
başladı. Onun dümeni eline almasıyla fırtına sâkinleşti ve gemimiz düzgün
gitmeye başladı. İbrâhim Zâhid bana hitâben; "Ey Hacı Ali! Gemi böyle kullanılır
değil mi?" dedi. Ben de; "Evet." dedim. Biraz sonra sâlimen karaya ulaştık.
Gemide bulunanlar dışarı çıktılar. Ben de çıktım. İbrâhim Zâhid'in yanına
yaklaşıp selâm verdim. "Ve aleyküm selâm ey Hacı Ali Erdebîlî!" dedi. Ben
ellerine sarılıp; "Beni nasıl tanıdınız? İsmimi ve nereli olduğumu nereden
öğrendiniz?" dedim. "Allahü teâlânın izni ile gönlünden geçeni bilen, ismini ve
memleketini bilmez mi?" diye cevap verdi. Bunun üzerine; "Allahü teâlâ,
evliyâsının gözlerinden perdeyi kaldırır ve gizli şeyleri onlara gösterir."
sözünü hatırladım.
Şerefüddîn isimli bir zât şöyle anlatır: "Âdetimiz olduğu üzere, bir arkadaşım
ile berâber İbrâhim Zâhid'i ziyârete gidiyorduk. Yanımızda, ona hediye olarak
götürecek bir şeyimiz yoktu. Bu endişeyle yola devâm ederken, Geylân Nehri
kenarına geldik. O sırada nehrin sularının kabardığını, büyük bir balığın sâhile
vurduğunu hayretle gördük. Biz, gözümüzün önünde bir anda meydana gelen bu hâl
karşısında hayrette iken, nehrin suyu tekrar sâkinleşti. Bizim hayretimiz daha
da arttı. Balığı alıp hocamıza hediye götürmeye karar verdik. Vardığımızda, bizi
huzûruna kabûl etti. İltifât ederek hediyemiz olan büyük balığı aldı ve mutfağa
gönderdi. O balığı pişirdiler. Orada bulunan herkes yiyip doyduğu hâlde, balığın
eti bitmemişti. Yemekten sonra sohbete başlayan İbrâhim Zâhid hazretleri, söz
sırasında buyurdu ki: "Tam bir teveccüh ile Allahü teâlânın velî kullarına
yönelenler,Allahü teâlânın ve mahlûkâtın sevgilisi olurlar. Hattâ göktekiler ve
yerdekiler bile, onlara yardım, ikrâm ve hürmet ederler." Biz, onun bu sözünü,
bizim hakkımızda söylediğini, kerâmet olarak hâlimize vâkıf olduğunu anladık."
İbrâhim
Zâhid-i Geylânî'nin talebelerinden olan Ahmed isimli bir zât şöyle anlatılır:
"Bir gün hocamızla birlikte bir yerden geçiyorduk. Yanımızda bâzı talebe
arkadaşlarımız da vardı. Haddini bilmezlerden bâzıları, bizi görünce
birbirlerine; "Hey! Bakın pilav düşmanları geçiyor. Kim bilir nereye yağlı pilav
yemeye gidiyorlar. Bunlar dışarıdan sûfî görünürler, ama Allah bilir, tenhâda
yalnız kaldıklarında neler işlerler!" gibi uygunsuz ve edep dışı şeyler
söylediler. Bu sözler hocamızın gayretine dokundu. Çok üzüldü. Onlara; "Eğer
biz, sizin dediğiniz gibi değilsek, hidâyete kavuşmuş olup, başkalarını da bu
yola dâvet eden, nefsinin arzularını hakîr gören, nefsine ve şeytana uymayıp,
cenâb-ı Hakk'a şükredenlerden isek, ayaklarınız dökülsün mü?" dedi. İbrâhim
Zâhid hazretlerinin sözü biter bitmez, o kimselerden herbiri kötürüm oldu.
Ayakda duramayıp, yere yıkıldılar ve hepsi de, binlerce elem ve sıkıntı içinde,
acılarla kıvranmaya başladılar. Oradakiler bu hâli görüp ibretle seyrettiler.
Orada bulunan diğer insanlar, Allahü teâlânın velî kullarına sataşmanın, onları
incitmenin ne büyük felâket olduğunu, gözleriyle görüp anladılar. Bununla
berâber, bu kimselerin bu acılarının, âhirette çekecekleri azap ve sıkıntılar
yanında pek hafif kalacağını da düşünüp; "Allahü teâlânın evliyâsını incitmekten
Allahü teâlâya sığınırız." dediler.
Vefâtı
yaklaştığında, yanında bulunan talebeleri ve yakınları, ona yalvararak;
"Efendim! Uzun zamandır ağzınıza bir şey koymadınız. Hep oruçlu oluyorsunuz.
Bununla berâber, iftar ve sahurda da bir şey yemiyorsunuz. Bu sebeple rahatsız
olmanızdan, hastalığınızın artmasından endişe ediyoruz." dediler. Onların bu
sözlerine karşı iltifât edip tebessümle karşılık veren İbrâhim Zâhid; "Güzel bir
et olsa, suyla pişirilip yahni yapılsa." dedi. Bildirdiği gibi güzel bir yemek
pişirip akşama hazırladılar. Akşam olup, namazdan sonra sofraya oturdular.
Kendisi su ile iftâr eden İbrâhim Zâhid hazretleri, o yemekten yemedi. "Efendim!
Bir mikdâr da olsa yeseniz." diyenlere; "Siz yiyiniz. Talebelerimin yemek
yemelerini, ağızlarının hareketlerini seyretmek bana ayrı bir zevk veriyor."
buyurdu. Ertesi gün yine oruca niyet etti ve oruçlu olarak vefât etti.
Yetiştirdiği talebelerinin sayısı pekçok olup, önde gelenleri ve kendisinden
sonra halîfesi olan dört tânesinin isimleri şunlardır: Safî, Ahî Yûsuf, Pîr
Hikmet ve Ahî Muhammed.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
MİSÂFİRE
İKRÂM
Bir
defâsında seyahate çıkan İbrâhim Zâhid hazretlerinin yolu Erdebîl'e düştü. Orada
Abdülmelik Mescidi diye bilinen bir mescidde misâfir oldu. Mescidin vazifeli
müezzini o gece rüyâsında, mescidin bânîsi (inşâ ettireni) olanAbdülmelik
hazretlerini gördü. Abdülmelik, müezzine; "Bu gece mescidimize bir misâfir
geldi. Git bak. Onu ağırla." dedi. Müezzin de, misâfire ikrâm edecek bir şeyi
bulunmadığını söyledi. Bunun üzerine Abdülmelik; "Evin falanca yerindeki yağ
ile, falan kimsenin hediye ettiği pirinci ve filan yerdeki eti pişir. Mescidde
bulunan misâfirimize ikrâm et!" dedi. Bundan sonra uyanan müezzin, rüyâya îtimâd
etmeyip tekrar yattı. Aynı rüyâyı tekrar gördü. Uyandı. Tekrar yattı. Aynı
rüyâyı üçüncü defâ görüp biraz da îkâz edilince, kalktı ve mescide geldi.
İbrâhim Zâhid mescidde oturup, Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûldü.Müezzin ona,
rüyâdan hiç bahsetmeden; "Efendim! Hoş safâ geldiniz. Bir şeyim yok ki size
ikrâm edeyim." dedi. O da; "Şimdi geri git, Abdülmelik'in târif ettiği şekilde
yemek yap getir! Ona îtirâz etme! Sonra zarar görürsün." dedi. Onun bu apaçık
kerâmeti karşısında hayrete düşen müezzin, karşısındaki şahsın, sıradan bir
kimse olmayıp velîlerden olduğunu anladı ve ellerine sarıldı. Hemen gidip yemeği
hazırladı. İbrâhim Zâhid hazretlerine ikrâm etti ve talebeleri arasına katıldı.
|
|