CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

TÂCÜDDÎN ZÂHİD-İ GEYLÂNÎ

İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi İbrâhim, babasınınki Rûşen Emir'dir. Künyesi Ebü's-Safvet, lakabı Tâcüddîn'dir. Doğum târihi bilinmeyen İbrâhim Zâhid-i Geylânî, Âzerbaycan'da bulunan Geylân nâhiyesine bağlı Siyâverû isimli köyde doğdu. 1305 (H.705) senesinde Geylân yakınlarında bulunan Lenger-i Künân denilen yerde vefât etti. Kabri oradadır.

İlim tahsîline Geylân'da başlayan İbrâhim Geylânî'nin, baba ve dedeleri de kendisi gibi ilim ve fazîlet sâhibi idiler.

Seyyid Cemâleddîn-i Ezherî, hocası Şihâbüddîn-i Tebrîzî'nin huzûrunda kemâle gelip, insanlara İslâmiyet bilgilerini anlatmak üzereGeylân'a gitmesi emredilince, Geylân'a gelip yerleşti. Bu günlerdeİbrâhim Zâhid çocuk olup, kitapları koltuğunda mektebe gidip geliyordu. Cemâleddîn hazretleri bir gün yolda, aynı şekilde mektebe gitmekte olan İbrâhim Zâhid'i gördü.Elini başına koyarak; "Hocam Şihâbüddîn, bizi buraya, bu mâsûm yavruyu yetiştirmek üzere gönderdi." buyurdu.

İbrâhim Zâhid-i Geylânî, zâhirî ilimlerde tahsîlini tamamlamak üzere Şîrâz'a gitti. Orada zâhirî ilimleri ikmâl ettikten sonra, bâtın yolunda da ilerlemek için, Ehl-i sünnet âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden olan Sa'dî-i Şîrâzî hazretlerinin huzûruna vardı. Ona talebe oldu. Onun sohbetleri bereketi ile, yüce makamlara, üstün derecelere kavuştu.

Sâ'dî-i Şîrâzî hazretleri, bir gün İbrâhim Zâhid'e; "Evlâdım! Bizim yanımızdaki terbiyen tamam olmuştur. Bundan sonraki yetişmen ve yükselmen ise, Seyyid Cemâleddîn'e havâle edilmiştir. Geylân'a git. Cemâleddîn'in hizmetinde bulun." dedi. Bundan sonra Geylân'a gidip, orada Lâhicân'da oturan Cemâleddîn hazretlerinin dergâhına vardı ve ona talebe oldu. Sohbet ve hizmetinden ayrılmadı. Burada, yüksek olgunluklara, üstün makamlara ulaştı.

Bir gün geçtiği bir yerde bulunan yabânî otlardan biraz kopardı. O otların, elinde ham gümüş olduğunu görünce hayret etti. Hâlbuki onun, böyle şeylerde gözü gönlü yoktu. İstemezdi.Dünyâlık şeylerin elde bulunmasını kabahat ve kusûr sayardı. "Ne kabahat işledim ki böyle oldu?" diye ağlayarak secdeye kapandı.Tövbe ve istigfâr etti. Sonra yolunu değiştirip, başka tarafa gitti.Bu defâ eline aldığı otların hâlis altın olduğunu görüp, sıkıntı ve üzüntüsü daha da arttı.Hemen hocası Cemâleddîn'in yanına geldi. Ağlayarak olanları anlattı. Yalvararak, bu hâlden kurtulmak istediğini, bunun için kendisine yardım etmesini istirhâm etti. İbrâhim Geylânî'nin anlattıklarını dikkatle dinleyen hocası şöyle söyledi: "Bu öyle bir hâldir ki, tasavvuf yolunda ilerleyen sâliki, böyle şeylerle tecrübe ve imtihân ederler. Sen bu imtihanı kazandın. Bütün nebî ve velîlerin rûhları ile birlikte, yerde ve gökte olan melekler ve bütün mahlûkât, sana Zâhid dediler ve nâmını da Şeyh Zâhid koydular."

Zâhid, haram ve şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk eden, dünyâya ve dünyâlık olan şeylere muhabbeti olmayan, kalbi bunlara meyletmeyen kimsedir.

Bir gün hocasının emri ile, tarladan bir çuval pirinci omuzlayıp dergâha getiriyordu.Bir ara çok yorulduğu için, çuvalı yere koyup birazcık dinlenmek istedi. Bu esnâda, çuvaldan bir pirinç tânesinin düştüğünü gördü. Onu alıp ağzına atmak istedi. Fakat, bir tâne olmasına rağmen buna ehemmiyet verdi.Bununla imtihân edilmekte olabileceğini düşündü ve pirinç tânesini çuvala koydu. İbrâhim Zâhid, çuvalla birlikte dergâha geldi. Hocası Cemâleddîn hazretleri onu görünce; "Ey İbrâhim! Sözünde sadâkat gösterdin. Ahdine vefâ eyledin. Zâhid nâmına lâyık olduğunu isbât ettin." buyurdu.

Seyyid Cemâleddîn hazretlerinin huzûrunda yetişip kemâle gelen İbrâhim Zâhid-i Geylânî, fetvâ verecek dereceye geldi.Evliyânın büyüklerinden oldu.

Hocası Seyyid Cemâleddîn, vefâtı yaklaştığında,İbrâhim Zâhid-i Geylânî'ye vasiyet edip buyurdu ki: "Vefâtımdan sonra, insanlara faydalı ve onların hidâyete kavuşmalarına vesîle olmak maksadıyla, memleketinden tarafa git. Orada taşlık ve dağlık bir bölge görür ve dağ içinde bulunan bir vâdiye ulaşırsın. O vâdi sık ağaçlarla kaplıdır, içine girip yol almak mümkün değildir. O ağaçların yanına vardığında, selâm verirsin. Ağaçlar, hâl lisanları ile senin selâmına cevap verirler ve ikiye ayrılıp sana yol gösterirler. Orayı da geçtikten sonra karşılaştığın yer, senin hizmet yerin olsun." dedi. Bunları dikkatle dinleyip; "Baş üstüne." diye karşılık veren Zâhid-i Geylânî, hocasının vefâtından sonra, aynı târif edilen şekilde gitti. Her şey hocasının bildirdiği gibi oluyordu. Nihayet bildirilen yere vardı ve orada yerleşti. Burada uzun seneler hizmet ile meşgûl olup, insanlara faydalı oldu. Bir çok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesîle oldu.

Nefse uymamakta çok gayretliydi. Gündüzleri oruç tutar, geceleri de namaz kılmakla, Kur'ân-ı kerîm okumakla, Allahü teâlâyı zikretmekle vakit geçirirdi. Hiç uyumazdı. Gündüzleri oruç tutmakla birlikte, tarlasında çalışır, boş durmazdı. Geceleri uyumamak için, ucu demirli bastonunun sivri demirini boğazının altına dayar, böylece uyanık kalmayı sağlardı.

Hacı Ali isminde bir zât şöyle anlatır: "Şeyh Zâhid diye bilinen İbrâhim Zâhid-i Geylânî ile birlikte bir gemide yolculuk ediyorduk. O zamana kadar ben kendisini şahsen tanımıyordum. Fakat hâlinden derviş bir zât olduğu anlaşılıyordu. Gemide bir köşede oturuyor ve kimseye karışmıyordu. Bir ara bir fırtına çıktı. Gemi sallanmaya başladı. Hepimiz batacağız zannettik. Bu hengâmede, yine bir köşede sâkin sâkin oturmakta olan İbrâhim Zâhid'in yanına vardım. Kendisine; "Ey şeyh, böyle tehlikeli bir anda, bir köşede oturacağınıza, bir şeyler yapıp, kurtulmamıza vesîle olsanız, olmaz mı?" demeyi düşünüyordum. Hemen yerinden kalkıp, gemicinin yanına geldi. Dümeni eline aldı ve çok güzel idâre etmeye başladı. Onun dümeni eline almasıyla fırtına sâkinleşti ve gemimiz düzgün gitmeye başladı. İbrâhim Zâhid bana hitâben; "Ey Hacı Ali! Gemi böyle kullanılır değil mi?" dedi. Ben de; "Evet." dedim. Biraz sonra sâlimen karaya ulaştık. Gemide bulunanlar dışarı çıktılar. Ben de çıktım. İbrâhim Zâhid'in yanına yaklaşıp selâm verdim. "Ve aleyküm selâm ey Hacı Ali Erdebîlî!" dedi. Ben ellerine sarılıp; "Beni nasıl tanıdınız? İsmimi ve nereli olduğumu nereden öğrendiniz?" dedim. "Allahü teâlânın izni ile gönlünden geçeni bilen, ismini ve memleketini bilmez mi?" diye cevap verdi. Bunun üzerine; "Allahü teâlâ, evliyâsının gözlerinden perdeyi kaldırır ve gizli şeyleri onlara gösterir." sözünü hatırladım.

Şerefüddîn isimli bir zât şöyle anlatır: "Âdetimiz olduğu üzere, bir arkadaşım ile berâber İbrâhim Zâhid'i ziyârete gidiyorduk. Yanımızda, ona hediye olarak götürecek bir şeyimiz yoktu. Bu endişeyle yola devâm ederken, Geylân Nehri kenarına geldik. O sırada nehrin sularının kabardığını, büyük bir balığın sâhile vurduğunu hayretle gördük. Biz, gözümüzün önünde bir anda meydana gelen bu hâl karşısında hayrette iken, nehrin suyu tekrar sâkinleşti. Bizim hayretimiz daha da arttı. Balığı alıp hocamıza hediye götürmeye karar verdik. Vardığımızda, bizi huzûruna kabûl etti. İltifât ederek hediyemiz olan büyük balığı aldı ve mutfağa gönderdi. O balığı pişirdiler. Orada bulunan herkes yiyip doyduğu hâlde, balığın eti bitmemişti. Yemekten sonra sohbete başlayan İbrâhim Zâhid hazretleri, söz sırasında buyurdu ki: "Tam bir teveccüh ile Allahü teâlânın velî kullarına yönelenler,Allahü teâlânın ve mahlûkâtın sevgilisi olurlar. Hattâ göktekiler ve yerdekiler bile, onlara yardım, ikrâm ve hürmet ederler." Biz, onun bu sözünü, bizim hakkımızda söylediğini, kerâmet olarak hâlimize vâkıf olduğunu anladık."

İbrâhim Zâhid-i Geylânî'nin talebelerinden olan Ahmed isimli bir zât şöyle anlatılır: "Bir gün hocamızla birlikte bir yerden geçiyorduk. Yanımızda bâzı talebe arkadaşlarımız da vardı. Haddini bilmezlerden bâzıları, bizi görünce birbirlerine; "Hey! Bakın pilav düşmanları geçiyor. Kim bilir nereye yağlı pilav yemeye gidiyorlar. Bunlar dışarıdan sûfî görünürler, ama Allah bilir, tenhâda yalnız kaldıklarında neler işlerler!" gibi uygunsuz ve edep dışı şeyler söylediler. Bu sözler hocamızın gayretine dokundu. Çok üzüldü. Onlara; "Eğer biz, sizin dediğiniz gibi değilsek, hidâyete kavuşmuş olup, başkalarını da bu yola dâvet eden, nefsinin arzularını hakîr gören, nefsine ve şeytana uymayıp, cenâb-ı Hakk'a şükredenlerden isek, ayaklarınız dökülsün mü?" dedi. İbrâhim Zâhid hazretlerinin sözü biter bitmez, o kimselerden herbiri kötürüm oldu. Ayakda duramayıp, yere yıkıldılar ve hepsi de, binlerce elem ve sıkıntı içinde, acılarla kıvranmaya başladılar. Oradakiler bu hâli görüp ibretle seyrettiler. Orada bulunan diğer insanlar, Allahü teâlânın velî kullarına sataşmanın, onları incitmenin ne büyük felâket olduğunu, gözleriyle görüp anladılar. Bununla berâber, bu kimselerin bu acılarının, âhirette çekecekleri azap ve sıkıntılar yanında pek hafif kalacağını da düşünüp; "Allahü teâlânın evliyâsını incitmekten Allahü teâlâya sığınırız." dediler.

Vefâtı yaklaştığında, yanında bulunan talebeleri ve yakınları, ona yalvararak; "Efendim! Uzun zamandır ağzınıza bir şey koymadınız. Hep oruçlu oluyorsunuz. Bununla berâber, iftar ve sahurda da bir şey yemiyorsunuz. Bu sebeple rahatsız olmanızdan, hastalığınızın artmasından endişe ediyoruz." dediler. Onların bu sözlerine karşı iltifât edip tebessümle karşılık veren İbrâhim Zâhid; "Güzel bir et olsa, suyla pişirilip yahni yapılsa." dedi. Bildirdiği gibi güzel bir yemek pişirip akşama hazırladılar. Akşam olup, namazdan sonra sofraya oturdular. Kendisi su ile iftâr eden İbrâhim Zâhid hazretleri, o yemekten yemedi. "Efendim! Bir mikdâr da olsa yeseniz." diyenlere; "Siz yiyiniz. Talebelerimin yemek yemelerini, ağızlarının hareketlerini seyretmek bana ayrı bir zevk veriyor." buyurdu. Ertesi gün yine oruca niyet etti ve oruçlu olarak vefât etti. Yetiştirdiği talebelerinin sayısı pekçok olup, önde gelenleri ve kendisinden sonra halîfesi olan dört tânesinin isimleri şunlardır: Safî, Ahî Yûsuf, Pîr Hikmet ve Ahî Muhammed.

 

KERÂMET ve MENKÎBELERİ

MİSÂFİRE İKRÂM

Bir defâsında seyahate çıkan İbrâhim Zâhid hazretlerinin yolu Erdebîl'e düştü. Orada Abdülmelik Mescidi diye bilinen bir mescidde misâfir oldu. Mescidin vazifeli müezzini o gece rüyâsında, mescidin bânîsi (inşâ ettireni) olanAbdülmelik hazretlerini gördü. Abdülmelik, müezzine; "Bu gece mescidimize bir misâfir geldi. Git bak. Onu ağırla." dedi. Müezzin de, misâfire ikrâm edecek bir şeyi bulunmadığını söyledi. Bunun üzerine Abdülmelik; "Evin falanca yerindeki yağ ile, falan kimsenin hediye ettiği pirinci ve filan yerdeki eti pişir. Mescidde bulunan misâfirimize ikrâm et!" dedi. Bundan sonra uyanan müezzin, rüyâya îtimâd etmeyip tekrar yattı. Aynı rüyâyı tekrar gördü. Uyandı. Tekrar yattı. Aynı rüyâyı üçüncü defâ görüp biraz da îkâz edilince, kalktı ve mescide geldi. İbrâhim Zâhid mescidde oturup, Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûldü.Müezzin ona, rüyâdan hiç bahsetmeden; "Efendim! Hoş safâ geldiniz. Bir şeyim yok ki size ikrâm edeyim." dedi. O da; "Şimdi geri git, Abdülmelik'in târif ettiği şekilde yemek yap getir! Ona îtirâz etme! Sonra zarar görürsün." dedi. Onun bu apaçık kerâmeti karşısında hayrete düşen müezzin, karşısındaki şahsın, sıradan bir kimse olmayıp velîlerden olduğunu anladı ve ellerine sarıldı. Hemen gidip yemeği hazırladı. İbrâhim Zâhid hazretlerine ikrâm etti ve talebeleri arasına katıldı.