|
TÂCÜDDÎN BİN RIFÂÎ
Evliyânın büyüklerinden. Hayâtı, doğum ve vefâtı hakkında pek fazla mâlûmât
bulunmamakta ise de, on üçüncü asrın ikinci yarısında yaşadığı bilinmektedir.
İbn-ür-Rıfâî diye de bilinmektedir. Zamânında bulunan âlimlerin sohbetlerinde
yetişen İbn-ür-Rıfâî bu yoldaki gayretleri ile kısa zamanda yükselerek
zamânındaki evliyânın büyüklerinden oldu. Kerâmet ve fazîletler sâhibi idi.
Tâcüddîn bin Rıfâî'nin bulunduğu yere yakın bir belde olan Hasankeyf'de,
fakirlere âit bir vakıf ve buraya âit arâziler vardı. Bu vakfın ve arâzilerin
mesulü, Muhammed bin Verşâne isminde biri idi. İbn-i Verşâne, bir gün fakirlerle
birlikte İbn-ür-Rıfâî hazretlerinin yanına geldi. İbn-ür-Rıfâî buna; "Fakirlerin
çoğu senden şikâyetçi." dedi. O ise, pişman olup özür dileyeceği yerde,
kendisini haklı göstererek ve İbn-ür-Rıfâî'yi de kendisine yalancı şâhid
göstererek; "Sen de bilirsin ki, yalan söylüyorlar. Ben onların söyledikleri
gibi değilim." dedi. Bu hâle çok üzülenİbn-ür-Rıfâî ona; "Eğer doğru söylüyorlar
ise, o zaman sen bilirsin." dedi. Daha sözü bitmeden İbn-i Versâne yere düştü ve
oracıkta öldü.
Tâcüddîn bin Rıfâî bir köyden geçiyordu. Orada kendisinin büyüklüğünü,
yüksekliğini inkâr edenler vardı. İbn-ür-Rıfâî, o köyde cimriliği ile tanınan
bir kimseden bir tavuk satın almak istedi. O da verdi. Tavuğu kesip pişirdiler
ve birlikte yediler. Bâzı köylüler kemiklerini kapalı bir kaba koydular.
Tâcüddîn bin Rıfâî'nin büyüklüğünü inkâr edenler de orada idi. İmtihân etmek ve
kendisini zor durumda bırakmak için; "Bu tavuğun civcivleri vardı. Şimdi onlar
anasız kaldı." dediler. İbn-ür-Rıfâî, bunların maksatlarını anlayıp, yedikleri
tavuğun kemiklerinin bulunduğu kapalı kaba işâret etti. Allahü teâlânın izni ile
o kaptan bir tavuk çıktı ve civcivlerin yanına gitti. Onun bu kerâmetine
gözleriyle şâhid olan inkârcılar, hemen tövbe ve istigfâr edip inkârlarından
vazgeçtiler.
Bir
defâsında İbn-ür-Rıfâî hazretleri, Anadolu beldelerinden birine gitmişti.
Geldiğini duyan âlimler toplanarak, ondan istifâde etmek istediler. Yanına,
oradan ve çevre beldelerden birçok kimse geldi. Hattâ o beldenin vâlisi de gelip
sohbetinde bulundu. Vâli, İbn-ür-Rıfâî'ye; "Efendim, siz asîl bir âiledensiniz,
şânınız, şöhretiniz her tarafa yayılmıştır. Birçok günahkâr, sizin dergâhınıza
sığınıyor. Onların tövbe etmesine, hak yolda yürümesine, ilerlemesine vesîle
oluyorsunuz. İlim ve fazîlet sâhibisiniz. Bizler, sizden istifâde etmek
istiyoruz. Sizden nakledilen güzel sözlerle bereketleniyoruz. Biz, size bâzı
suâller sormak istiyoruz." dedi.İbn-ür-Rıfâî, talebelerinin içinde en genç, ilim
bakımından diğerlerinden aşağı olan birine işâret ederek, suâllere onun cevap
vermesini söyledi. Vâli, zihnine takılan suâlleri bu talebeye sordu. Talebe,
suâllerin hepsine, açık, net ve pek güzel cevaplar vererek, vâliyi hayrette
bıraktı. Vâli, yanında bulunan âlimlere, suâllere verilen cevaplarda bir
yanlışlık olup olmadığını sordu. Hepsi, cevapların çok güzel olduğunu, yanlışlık
bulunmadığını söylediler. Vâli ve orada toplananlar, hayretler içinde kalıp, en
aşağı talebesi, sorulan suâle âlimleri bile hayrette bırakan cevaplar verirse,
diğer talebelerinin ve hele kendisinin hâli nasıldır? diyerek, İbn-ür-Rıfâî
hazretlerine ve talebelerine olan muhabbetleri çok arttı.
Irak'ta
Tâcüddîn bin Rıfâî'nin büyüklüğünü inkâr eden biri vardı. Ona dil uzatır, eziyet
ve sıkıntı verirdi. Fakat Tâcüddîn hazretleri buna hiç cevap vermez, hep
sabrederdi. Bir gün bu kimse, Şam'a gitmek üzere yola çıktı. Yolda hastalandı.
Ağzından kan gelmeye başladı. Hastalığı ağırlaştı. Nihâyet yolda öldü. Bu sırada
Tâcüddîn bin Rıfâî talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet esnâsında; "Bizi inkâr
edip, eziyet ve sıkıntı veren falan kimse, Şam yolunda, falan yerde hastalandı
ve öldü. Fakat öldüğü yer yol üstü olmadığından, cenâzesi orada günlerce güneş
altında kalır, kimse göremez." dedi. Talebelerinin hepsi hayrette kaldılar.
Sonra o kimse, gittiği Şam seferinden dönmedi. Merak edip araştırdılar.
Hakîkaten durum, Tâcüddîn bin Rıfâî'nin bildirdiği gibi olmuştu.
Hülâgû'dan sonra yerine geçen hükümdarlardan Emîr Ahmed Teküdâr nâmındaki zât,
Hülâgu'nun oğlu idi. Fakat dinsiz değildi. Müslümandı. Müslümanları sever,
âlimlere çok hürmet ederdi. Fakat Tâcüddîn hazretlerine ve talebelerine olan
muhabbeti, hürmet ve ikrâmı daha çoktu. Bâzıları kendisine bunun sebebini
sorduklarında şöyle anlattı: Siz bilmezsiniz. Ben, babamın askerleri ile bu
zâtın arasında meydana gelen muhârebeyi gördüm. O muhârebede, bunların
yaktıkları büyük bir ateş vardı. Onun yardımcıları, babamın askerlerini tutup bu
ateşe atarlardı. Babamın askerlerinden o ateşe yaklaşanlar, ne kadar kaçmak
istese de o ateşten kurtulamazdı ve ateş onu içine çekerdi. Fakat muhârebenin
sıkışıklığında bunlar o ateşin içine girerlerdi de, ateş bunlara zarar vermezdi.
Ben, Tâcüddîn hazretlerinin bu büyük kerâmetini gözlerimle gördüm. Bunun için,
ona çok hürmet ediyorum. Ona ne kadar hürmet ve hizmet edilse yine azdır."
Rivâyet
edilir ki, Tâcüddîn bin Rıfâî'nin zamânında, İlhanlılar devletinin başına geçen
müslüman devlet reislerinden Mahmûd Gazân Hanın hükümdarlığı sırasında bir vakıf
vardı. Bâzı kimselerin bu vakfın mallarını yedikleri söyleniyordu.Mahmûd Gazân,
Tâcüddîn bin Rıfâî'yi çağırarak bu meseleyi anlattı. Fakirlerin ve talebelerin
hakkı olan bu vakıftan kimin mal kaçırdığını, vakfın malını kimlerin yediğini
tesbit etmesini ricâ etti. O da bir müddet susup, murâkabe ettikten sonra;
"Sultanım, vakfın malını yiyenler filân filân kimselerdir." diyerek isimlerini
saydı. Onlar îtirâz edemeyip suçlarını îtirâf ettiler. Bundan sonra Mahmûd
Gazân, Tâcüddîn hazretlerini ahâlisi gayr-i müslim olan bir beldeye, İslâmiyeti
anlatması için gönderdi. O da kabûl edip, o beldeye gitti. Onlara İslâmı
anlattı.Bir müddet böyle devâm etti.Kabûl eden olmadı. Bundan sonra, başkalarını
bırakıp husûsen bâzı kimseler ile ilgilendi. Bir zaman sonra, böyle husûsî
olarak ilgilendikleri kimselerin hepsi îmân ettiler. Tâcüddîn bin Rıfâî de
gelerek müslüman olanların isimlerini, Mahmûd Gazân'a arzetti. Herkese değil de,
husûsen bu kimselerle alâkadar olmasının sebebi sorulduğunda, Allahü teâlâ
tarafından kendisine, bu kimselerin îmân edeceklerinin diğerlerinin kâfir olarak
öleceklerinin bildirildiğini, bu yüzden yalnız onlarla meşgûl olduğunu bildirdi.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
O BİR ÇÂRE
BULUR
İslâmiyete düşman olan hıristiyanların bâzıları, meşhûr Tatar hükümdârı zâlim
Hülâgu'nun yanına gelerek ve kendisine yaltaklanarak, müslümanların mescidlerini
yıkmasını, medreseleri dağıtmasını, ezânı ve İslâmın sembolü olan şeyleri
ortadan kaldırmasını söylediler. Kan dökmekten, insanlara eziyet ve işkence
etmekten zevk alan o meşhûr zâlim de, mâcera uğruna çok müslüman kanı döktü.
Âlimlerden ve diğer müslümanlardan birçok kıymetli zâtı şehîd etti. Müslümanlar,
bu zâlimler karşısında âciz kalıp, ne yapacakları hakkında görüşmek üzere beş
yüz kadar âlim toplanıp, o zamandaki meşhur âlimlerden Şemseddîn Müsta'cel bin
Rıfâî hazretlerine geldiler ve bu fitneyi durdurmak için bir şeyler yapmasını,
bir çâre göstermesini, bu belânın üzerlerinden kaldırılması için duâ etmesini
istediler. O ise, kendisini buna lâyık görmeyip:
"Bu iş
benim yapabileceğimin üstündedir. Ben de sizinle berâber geleyim. Birlikte
Tâcüddîn hazretlerinin yanına gidelim. O bir çâre bulur." dedi.
Dediği
gibi yaptılar. Tâcüddîn bin Rıfâî'ye, Hülâgu zâliminin müslümanlara yaptığı
zulmü anlatıp, bu belânın yakın zamanda, kendilerine de ulaşacağından endişe
ettiklerini bildirdiler. O da, o beldede bulunan müslümanları toplayıp:
"Âlim
olanlarınız ve olmayanlarınız bana yardım edin. Allahü teâlânın izni ile bu
kâfirin şerrinden bütün müslümanları kurtaralım." buyurdu.
Orada
bulunan herkes, ne emrederse yapmaya hazır olduklarını bildirdiler. O da hepsini
toplayıp, bir gece, bulundukları beldenin etrâfına genişçe bir hendek kazdılar.
Hendeği odun ile doldurdular. Ayrıca demir, bakır, kurşun ne buldularsa o
hendeğe doldurdular ve müdhiş bir ateş yaktılar. Tâcüddîn bin Rıfâî oraya gelip
iki rekat namaz kıldı. Orada bulunanlar da ikişer rekat namaz kıldılar ve duâ
ettiler. Bir saat kadar sonra Hülâgu'nun askerlerinden bir kısmı oraya geldi.
Allahü teâlânın hikmeti, Tâcüddîn bin Rıfâî'yi ve diğer müslümanları
göremediler. Ateşin yanına kadar geldiler. Tâcüddîn, emir verdi. Zulüm
askerlerinden yakaladıklarını ateşe attılar. Hiçbirisi bir karşılık veremedi.
Onların, hepsi silâhlı idi ve müslümanların hiç silâhları yoktu. Orada bulunan
müslümanlar diyorlar ki: "Onların hepsi silâhlı oldukları hâlde silâhlarını
kullanamadılar. Biz çok hayret ettik."
O
beldede bulunan müslümanlar, Tâcüddîn hazretlerinin bereketi ve kerâmetiyle
böylece büyük bir belâdan kurtulup, selâmete kavuştu.
KAYNAKLAR
1)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.370
2)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.300
|
|