CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

ŞÂH KUBÂD ŞİRVÂNÎ

Velîlerin önde gelenlerinden. İsmi Şâh Kubâd Şirvânî’dir. Mevlânâ Şâh Kubâd da denir. Hazar Denizinin batı sâhilindeki Şirvan’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1543 (H.950) târihinde Şirvan’da vefât etti. Hocasının türbesi yanına defnedildi.

Şâh Kubâd Şirvânî, Şirvan Sultanı Kara Halil’in akrabâsı idi. Sultan ona beylik verdi. Bir müddet idârecilik yaptıktan sonra Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile dünyâ malını ve makâmını terk edip, kendini Allahü teâlânın yoluna adadı. Önce Muhammed Rukiyye’nin sohbetlerine devâm etti. Sonra da evliyânın büyüklerinden Dede Ömer Rûşenî’nin talebesi oldu. Kendisinden yüksek mânevî ilimleri öğrenip icâzet aldı.

Şâh Kubâd hazretleri ümmî idi. Fakat Allahü teâlânın lütuf ve ihsânına kavuşarak, Levh-i mahfûz ona gösterildi. Pekçok âlim, müşkillerini ona gelip sorardı. Zîrâ o, Allahü teâlânın ihsânı ile âlim olmuştu. Yanına gelen büyük âlimler onu görünce, kendilerini deryâda bir damla su gibi görürlerdi. Mevlânâ Şâh Kubâd’ın bütün evlâdı ve torunları âlim, fâzıl ve sâlih birer zât oldu. Beydâvî Tefsîri’ne hâşiye yazan Allâme Sadrüddînzâde onun torunlarındandır.

Şâh Kubâd hazretleri ümmî olduğu hâlde, ibâdet ile alâkalı meseleleri çok iyi bilirdi. Âlimlere hatâlarını söylerdi. “Ben bir ümmî kişiyim. Fakat bu meseleyi şöyle bilirim.” diyerek, o âlimin hatâsını dolaylı yoldan söylerdi. Yanına gelen birçok büyük âlim, onun büyüklüğünü kabûl ederek yanından ayrılırdı.

Abdülmecîd Efendi isminde müftülükten ayrılmış ve halktan uzlet edip uzaklaşmış bir zât vardı. Dağlarda dolaşır, nice hârikalar gösterirdi. Herkes onu büyük bilir ve îtibâr gösterirdi. Lâkin Abdülmecîd bir büyük zâta tâbi olmamıştı. Şâh Kubâd hazretleri için de iyi konuşmaz; “O ümmî, okuma yazması olmayan biridir. Nasıl insanlara rehberlik yapabilir? Doğru yolu nasıl gösterebilir?” derdi. Şâh Kubâd’a, Abdülmecîd Efendinin hârikalar gösterdiğinden bahsedilince; “Keşf ve kerâmet, hârikâlar riyâzetler yâni nefsin istemediklerini yapmakla hâsıl olur. Kişiye lâzım olan mârifetullaha, Allahü teâlâyı tanımaya kavuşmaktır. Mârifetullah ise, bir Allah adamını, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberi tanımakla olur. Şimdi Abdülmecîd’i irşâd edelim.” buyurdu. Sonra Abdülmecîd Efendinin kaldığı dağdaki mağarasına vardılar. Onu bulup sohbet ettiler. Bu sırada Abdülmecîd Efendi kerâmet göstermek istedi. Lâkin muvaffak olamadı. Bu esnâda Şâh Kubâd onun kulağına eğilip; “Yâ Allah!” dedi. Bunun üzerine Abdülmecîd Efendiyi bir hal kapladı. Kendinden geçip yere düştü. Şâh Kubâd da talebeleri ile berâber dergâha döndü. Abdülmecîd Efendi, uzun müddet o halde kaldıktan sonra kendine geldi. Şâh Kubâd hazretlerinin gittiğini görünce, kalkıp doğru şeyhin evine gelip kapısını çaldı. Şâh Kubâd, kimdir, dediğinde; “Molla Abdülmecîd’dir.” cevâbını verdi. Şâh Kubâd; “Burası medrese değildir. Sen müftî bir adamsın. Biz ise ümmî bir kişiyiz.” dedi ve kapıyı açmadı. Bir müddet geçtikten sonra Molla Abdülmecîd kapıya yine vurdu. Şâh Kubâd içerden yine, kimsin, dedi. Molla Abdülmecîd bu defâ da; “Şeyh Abdülmecîd.” cevâbını verdi. O zaman Şâh Kubâd içerden kendisine; “Bize şeyh lâzım değildir. Siz dergâhlara gidin.” dedi. Şeyh Abdülmecîd çâresiz kalıp artık kapıyı vurmadan beklemeye başladı. Biraz sonra Şâh Kubâd kapıyı açtı. Şeyh Abdülmecîd’i içeri alıp, kendisini kabûl etti. Şeyh Abdülmecîd bir müddet Şâh Kubâd’ın yanında yetişip icâzet aldı.

Bir gün Molla İvaz, ahırdaki hayvanların yanına gidip, bir buzağının ipini çözüp kendi boynuna taktı. Orada bulunan hayvanların arasına katıldı. Bu hâli görenler, durumu Mevlânâ Şâh Kubâd’a bildirdiler. O da; “Kendi eli ile böyle yaptı ise ne kadar güzel; “Allahü teâlâ için tevâzu edeni, Allahü teâlâ yükseltir.” buyurmuşlardır” dedi.

Yine bir gün Molla İvaz, mânevî perdeler açılınca aşka gelip, kendi nefsine; “Ey kâbiliyetsiz İvaz! Senin yerin hayvanlar ahırıdır. Hâlâ insan olmadın” dedikten sonra, ikinci defâ bir hayvanın yularını başına geçirdi. Onun bu hâlini tekrar Mevlânâ Şâh Kubâd’a bildirdiler. O da hemen gelip, onun boynundaki yuları çıkardı. Ona sarılıp; “Ey Molla İvaz! Bizi yaktın, yeter artık.” dedi. O anda Molla İvaz, Allahü teâlânın birçok lütuf ve ihsânlarına kavuştu. Sonra Mevlânâ Şâh Kubâd ona hilâfet vererek, talebe yetiştirmesi için tekrar dergâhına gönderdi.

İran’da o zamanlar hüküm süren Şâh İsmâil, Ehl-i sünnet âlimlerine ve tasavvuf büyüklerine çeşitli eziyetler yapıyor ve onları öldürüyordu. Birçok Ehl-i sünnet âlimi İran’dan Anadolu’ya hicret etti. Mevlânâ Şâh Kubâd ise, Allahü teâlâya tevekkül ederek, bulunduğu yerden ayrılmadı. Onu sevenler, İran’dan ayrılması için ne kadar ısrâr ettiyseler de, orada kaldı. Şâh İsmâil’in askerleri onu öldürmek için Şirvân’a geldilerse de, Allahü teâlânın izni ile Şirvân’a girdikleri anda, kimisi kör, kimisi kötürüm oldu. Mevlânâ Şâh Kubâd’a hiçbir kötülük yapamadılar. Mevlânâ Şâh Kubâd hazretleri sâyesinde, Ehl-i sünnet olan birçok kimse belâ ve musîbetten kurtuldu.

 

KERÂMET ve MENKÎBELERİ

BAŞÜSTÜNE EFENDİM

Ömer Rûşenî hazretlerine talebe olması şöyle anlatılır: Karabağ’da Dede Ömer Rûşenî hazretleriyle karşılaşınca, kendisine talebe olmak istediğini bildirdi. Rûşenî hazretleri; “Bu altın yaldızlı elbiselerini sat. Yerine aba alıp giy. Köle ve hizmetçilerini bırak.” buyurdu. Şâh Kubâd; "Başüstüne Efendim!" diyerek, bütün kıymetli eşyâlarını sattı. Elde ettiği binlerce altını alıp Rûşenî hazretlerine getirdi. Sonra talebeliğe kabûl edilip nefsine zor gelen şeyleri yaparak hocasına candan hizmet etti. Rûşenî hazretlerine tam olarak bağlandı. Şâh Kubâd yetiştikten sonra Rûşenî hazretleri ona icâzet, diploma verdi. Daha önce teslim aldığı altınları da kendisine verip, Şirvan’a gönderdi. O parayla dergâh ve mescidler inşâ etti. Orada insanları iyi bir müslüman olarak yetiştirmeye çalıştı.

 

BİR ÜMMÎYİ HOCA EDİNESİN!

Şirvân’da Molla İvaz ismi ile meşhûr, zühd ve verâ sâhibi, dünyâya düşkün olmayan ve şüphelilerden kaçan kâmil bir zât vardı. Kırlık bir yerde, kırk odalı bir binâ yaptırdı. Burada kırk büyük âlime ders verirdi. Ders verdiği bu kırk âlimin herbirinin de ayrı ayrı ders verdikleri yerleri vardı. Bundan dolayı, Molla İvaz’a kırk meclisli derlerdi. Bu zât, gündüzleri oruç tutar, geceleri ibâdetle meşgûl olurdu. Fakat, tasavvuf büyüklerinin sohbetinde hiç bulunmamıştı. Sâdece zâhirî ilimlerle uğraşırdı. Tasavvuf yolundakilere de iyi gözle bakmazdı. Bir gün bâzı talebeler, onun yanında Şâh Kubâd hazretlerinin hakkında ileri geri konuştular. “Şeyh Şâh Kubâd, okuma yazması olmayan bir câhildir. Onun yanında bulunanlar da ona uymuş câhillerdir.” dediler. Molla İvaz bu durum karşısında, ders verdiği kırk âlim talebesine; “Herbiriniz tasavvuf yolunda bulunanların küfür ve günah üzere olduklarını bildiren meseleleri ve fetvâları toplayıp getirin. Bizzat gidip onlara yanlış yolda olduklarını söyleriz. Şâyet bu hâllerinden vazgeçerlerse, onların dalâletten ve bu yanlış yoldan kurtulmalarına vesîle olmuş oluruz. Eğer bu hâllerinden vazgeçmezlerse, hâkim haklarında gerekeni yapar.” dedi.

Hocalarının emri üzerine, talebelerin herbiri büyük gayret sarfedip, istenilen fetvâları hazırladılar. Mevlânâ Şâh Kubâd’ı sevenlerin geldikleri bir günde, ona, Molla İvaz’ın onun hakkında fetvâ hazırladığı ve gelmek üzere olduğu bildirilince, sadece; “Hasbünallah” dedi, aslâ alınmadı. Molla İvaz talebeleri ile mahalle kenarına kadar geldiği hâlde, onda herhangi bir değişiklik olmadı ve normal hâlini bozmadı. Molla İvaz bu duruma kızıp; “İlimdeki zayıflığını göstermemek için böyle yapıyor, dışarı çıkmıyor. Artık iyice anlaşıldı ki, hakkında isnâd edilenler gerçekten doğru.” diye düşündü. Bu düşünceler içerisinde Şâh Kubâd’ın bulunduğu odaya girdi. Şâh Kubâd, onlar gelince ayağa kalktı ve; “Buyurun efendiler.” diyerek oturmaları için yer gösterdi. Oturduklarında, Mevlânâ Şâh Kubâd başını önüne eğdi. Bu sırada Molla İvaz talebelerine; şimdi söze başlayın diye işâret etti. Fakat talebelerden hiçbiri, kendilerinde konuşma tâkati bulamadı. Konuşması için hocalarına ricâ ettiler. Molla İvaz da konuşmak istedi, fakat o da konuşamadı. Şeyh Şâh Kubâd’ın tasarrufunun kendilerini kapladığını anlayıp; “Şeyh hazretleri, biz misâfiriz, bize ilim sofranızdan bir şeyler ikrâm edin.” diyerek ricâda bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ Şâh Kubâd, kelâm ilminden tasavvufî bir tarzda söze başladı. Mevzûlar hâlinde anlatırken, kelâm ilminin derin meselelerine daldı. Orada bulunanlar, onun anlattıkları derin bilgiler karşısında hayran kaldılar. Çünkü birkaç gün önce Molla İvaz’dan Şerh-i Mevâkıf’ı okurken, bir cümlenin îzâhı talebelere kapalı gelmiş, onu halletmeleri mümkün olmamıştı.

Şeyh Şâh Kubâd, kelâm mevzûlarını anlatırken, onların anlamadıkları o cümleyi de kolay ve anlaşılır bir şekilde anlatıverdi. Talebeler şaşkın bir hâlde birbirlerine bakarlarken, Molla İvaz da Şâh Kubâd hazretlerinin tasavvuf ilmindeki kuvvetini ve gözleri önünde olan kerâmetini görünce, ister istemez; “İnsaf dînin yarısıdır.” diyerek, Şâh Kubâd hakkında söylediği sözlere tövbe edip, helâllik diledi ve talebeliğe kabûl edilmesini ricâ etti. Bunun üzerine Mevlânâ Şâh Kubâd; “Sen ki, Şirvân memleketinde kırk meclisli Molla İvaz olasın da, bir ümmîyi hoca edinesin” dedi. Molla İvaz; “Sultânım, Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize hakîkat gösterildi. Bizim ve bizim gibilerin sû-i zanlarından ve yanlış düşüncelerinden zât-ı âliniz uzak imişsiniz. Fakat şu âna kadar siyah çehremiz, saf, temiz ve parlak bir aynaya rastlamadı. Kendi ayıplarımızı görmeyip, ayıplarımızı başkalarına isnâd ettik. Elhamdülillah şimdi kendi kötü cemâlimizi gördük. O parlak ayna ile şereflendik. “Mümin, müminin aynasıdır.” hadîs-i şerîfinin mânâsınca, sizin parlak ve cilâlanmış aynanıza bakmak sûretiyle; kendi hatâlarımızı gördük.” diyerek, hâlini arz etti. Şâh Kubâd hazretleri de, Molla İvaz’ı ve talebelerini affederek, hepsini talebeliğe kabûl etti. Molla İvaz ve ona tâbi olan talebelerden bâzıları, bu yolda çok yükseldiler. Zîrâ Mevlânâ Şâh Kubâd, onlara hizmeti kendisine vazife edinmişti.

 

KAYNAKLAR

1) Hediyyet-ül-İhvân; Süleymâniye Kütüphânesi Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4587

2) Lemezât, Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4546

3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi ; c.14, s.204