|
ŞÂH-I A'LÂ
Hindistan'da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdüsselâm olup, Bürhân-ı
atkıyâ Şeyh Nizâm Osmânî Çeştî Pâni-pütî hazretlerinin oğludur. Hayâ ve ilim
menbaı olan hazret-i Osman'ın temiz neslindendir.
Şeyh
Abdüsselâm, on altıncı asrın ilk senelerinde doğdu. Doğum tarihi kat'î olarak
bilinmemektedir. 1623 (H.1033) senesinde Rebîulevvel ayının yirmi beşinci günü,
yüz yirmi beş yaşını geçmiş olarak vefât etti.Hânekâhının bahçesinde medfûndur.
Vefâtına yakın dişleri yeniden çıkmış, beyaz olan saçı-sakalı siyahlaşmış,
birkaç sene sonra tekrar beyazlamıştı.
Tasavvuf yolunda yüksek babasının huzur ve sohbetlerinde bulunmakla ilerleyen
Şeyh Abdüsselâm, ayrıca âlim ve velîlerin kutbu olanŞâh Nizâm Nârnûlî'den de
hilâfet aldı.Yüksek babasından aldığı hilâfetten ayrı olarak, hocasından aldığı
hilâfet silsilesi şöyledir: Şâh-ı A'lâ hilâfeti Umdet-ül evliyâ Şah Nizâm
Nârnûlî'den, o Alâ-i Tâc Nâgûrî'den, o Hâce İsmâil bin Hasan'dan, o Hâce Hasan
Sermest'den, o Hâce Sâlâr'dan, o Hâce İhtiyâruddîn Ömer'den, o Hâce Muhammed
Sâvî'den, o Kutb-i Rabbânî Hâce Nasîreddîn'den, o Sultan-ül Meşâyih
Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ'dan, o da Ferîdüddîn Genc-i Şeker'den hilâfet almıştır.
Kendisi
anlatır: Hakîkî büyüklere, Allah adamlarına kavuşmak için çok çalıştım. Çok
gayret ettim. Bu esnâda gönülleri çeken âlim ve evliyânın kutbu Şeyh Nizâmeddîn
Nârnûlî kendi kıyâfetinde zâhir oldu. Beni benden aldı. Husûsî bir teveccüh
eyledi. Beni istediğini işâret etti. Tâkatım kalmadı. Yalın ayak, başı açık
dışarı çıktım. Nereye gideceğimi bilemiyordum. Yiyecek ve içecek bir şeyim de
yoktu. Birkaç gün sonra o hazretin aşkı beni çekip kendi kendime Nârnûl
beldesine gittim. Daha şehre girmemiştim ki, hazret-i Hâce kendi na'lın ve
sarığını bir hizmetçinin eliyle bana gönderdi. Yüksek hânekâhına gitmeden, diğer
bir hizmetçi geldi. Bana bir kâğıt verip dedi ki: "Hazret-i şeyh, Allahü
teâlânın ism-i şerîfini kendi eliyle yazıp, size gönderdi. "Bu ismin zikrine
devâm etsin ki, yüksek nîmetlere kavuşsun. Sonra huzûruma gelsin" dedi." Yedi
gün mescidde kaldım ve o ismin zikrine devâm ettim. Kalbimde bir derece safâ
hâsıl oldu. Emrine uyarak huzûruna gittim. "Elhamdülillah herkesten a'lâ oldun"
buyurdu ve Îzâhında âciz kalacağım mânevî ihsânlarda bulundu. O günden îtibâren
"A'lâ" diye tanındım. Hazret-i şeyhin işâreti ile bu ismi, şecereye ve sicile
yazdım. Ondan sonra bir yıl beş ay yedi gün hizmet ve huzûrunda kaldım. Riyâzet
ve mücâhedeler yaptım. Nihâyet birgün beni husûsî odasına çağırdı ve; "Bâbâ! On
dört hânedandan bana ulaşan nîmetleri sana verdim. Sana izin veriyorum.
Memleketine git ve insanlara bu büyüklerin yolunu, İslâmiyetin yüksek
bilgilerini anlat. Bugün üçüncü gündür ki, büyük dedeniz Kutb-ı Rabbânî Şeyh
Celâleddîn Kebîr-ul-evliyâ devamlı rüyâmda bana buyuruyor ki: "Torunumuzu çabuk
gönder. Zîrâ benim yerim, onsuz boş kalmıştır." "Yerin boşluğu"nun mânâsı nedir
diye hayret ettim. Sonra hazret-i Şeyh husûsî hırka, hilâfet ve ayrıca baston ve
tesbih verdi. Agra'ya geldiğimde, işittim ki, yüksek babam, Bürhân-ül atkıyâ
Nizâmüddîn Pâni-pütî vefât etmiş. Anladım ki, boş yer buna işâret idi.
Pâni-püt'e geldim. Babamdan kalan pîrânın (büyüklerin) emânetini buldum. Yerine
geçip vekîli oldum. Onların arzu ettikleri şekilde hizmete devâm ettim.
Eski
günlerimde Şeyh Muhammed Mevdûd'un türbesine benzer bir hücrede beş gün kaldım.
Hiçbirşey yemedim, içmedim. Hatırıma geldi ki, gâibden birşey gelmedikçe kendim
birşey yemiyeceğim. Dermansız kaldım. Ayağa kalkıp yürüyecek tâkatım kalmadı.
Gözlerim kararmaya başladı. Âniden hücrenin dışından bir ses kulağıma geldi.
"A'lâ, dışarı gel" diyordu. O sözden kuvvet alıp, zorla dışarı çıktım. Gördüm
ki, nûr yüzlü bir zât karşımda duruyordu. Elinde de beyaz bir şey vardı. Yanıma
geldi. Elinde bulunan beyaz şeyi parça parça yapıp, hepsini bana yedirdi. Ekmek
gibi bir şeydi. Fakat rengi ve tadı ekmeğe benzemiyordu. O zât birşey söylemeden
gitti. Biraz ileride kayboldu. Müşkillerimi ondan sormadığıma üzüldüm. O gece
aynı zâtı rüyâda gördüm. Soracaklarımı sordum ve cevaplarını aldım.
Şeyh
Abdüsselâm, bir sohbet meclisinde bulunuyordu. Şehrin ve civârın ileri gelenleri
de oradaydı. Mirzâ Muhammed Sâkin de onun yakınında oturmuş biriyle konuşuyordu.
Bir ara; "Bugün hakîkî bir evliyâ yoktur." dedi. Şeyh Abdüsselâm bunu duydu ve;
"Ne dedin?" buyurdu. "Hiç." dedi. "İnkâra lüzûm yok, söylediğini bir daha
söyle." buyurdu. Mirzâ ister istemez tekrar söyledi. Şeyh buyurdu ki: "Bu sözden
tövbe et! Sakın bundan sonra da kalbinden böyle bir şey geçirme! Zîrâ âlemin
ayakta durması evliyâ iledir. Onlar olmazsa, bütün dünyâ altüst olur." Mirzâ;
"Şeyh Abdüsselâm doğru söylüyor. Bu fakîr bunu inkâr etmiyorum. Lâkin görünüşe
göre, böyle birisi yoktur." dedi. Şeyh Abdüsselâm sükût etti. Mirzâ o anda yere
düştü ve yuvarlanmaya başladı. Oradakiler Mirzâ'yı kaldırıp götürdüler. Sabah
erken Mirzâ tövbe ve tam bir muhabbet ile Şeyh'in huzûruna geldi ve özür diledi.
Şeyh Abdüsselâm, ona şefkatle muâmele etti ve buyurdu ki: "Rahat ol, bundan
sonra evliyâ için uygunsuz söz, sakın söyleme! Eğer dalgınlıkla ağzından
çıkarsa, istiğfâr et ve evliyâdan yardım iste!"
Şeyh
Abdüsselâm, zamânındaki evliyânın yükseklerindendi. Hânekâhı dert ve ihtiyaç
sâhiplerinin sığınağı idi. Kapısına gelen muhtaçların işleri görülür, hastalar
şifâ, dertliler derman bulurdu.Ahlâk-ı Muhammedî ile ahlâklanmış, ilim, hilm ve
hayâ gibi üstün sıfatlarda hazret-i Osman'a benzemişti. Cömertlikte engin bir
deniz gibiydi. Tasavvufta Çeştiyye yüksek yoluna mensûbdu.
Nakledilir ki; Şeyh'in hânekâhı için bir kuyu kazılmıştı. Su tuzlu çıktı.
İnsanlar şikâyette bulundular. O sırada birisi Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Üşî
hazretlerinin dergâhından teberrüken birkaç kuru ekmek getirmişti. Hazret-i Hâce
onları parça parça etti ve kuyuya bıraktı. Sonra da buyurdu ki: "Mâdem ki
insanlar tatlı su istiyorlar, Allahü teâlâ bu ekmeklerin bereketiyle tuzlu suyu
tatlı yapar. Gerçekten su tatlı ve soğuk oldu. Uzun müddet yaz mevsiminde şehrin
büyük kısmı o kuyudan su alıp içtiler.
Diğer
evliyâ zâtlar gibi Şâh-ı A'lâ'nın da sohbetinde bulunmak için can atanlar, bunun
için uzak yerlerden kalkıp gelenler çok olurdu. Gelenlerin çoğu onun velî bir
zât olduğunu bilirler, istifâde etmek arzu ve niyetiyle gelirlerdi. Gelenler
arasında az da olsa o zâtın büyüklüğünü inkâr etmediği hâlde bir kerâmetine
şâhid olmak arzusunda olanlar da bulunurdu.
Yine
bir grup kimse onun ziyâretine geliyorlardı. Bunlardan her biri, akıllarından
birşey tutup; "Bana şunu ikrâm etsin. Bana da şunu versin" diye kalblerinden
geçirdiler. Birbirlerine de söylediler. Fakat bunların tuttukları şeylerin hepsi
mevcût olan, bulunan şeylerdi. Gelenler arasında îtikâdı bozuk bir kimse vardı
ki, o; "Arkadaşlar, hep olacak şeyler tuttunuz. Ben ise isterim ki, eğer o
hakîkaten evliyâ bir zât ise, bana Hindistan'da bulunmayan bir kavun versin.
Şimdi mevsimi değildir, yakın muhitte de bulunmaz. Ama bakalım verebilecek mi?"
dedi. Arkadaşları, böyle yapmaması için onu ikâz ettiler ise de o hiç aldırmadı.
Nihâyet
Şeyhin huzûruna vardılar. Buyurun, oturun denip yer gösterildi. Oturdular. Şâh-ı
A'lâ, gelenlerin hepsine niyet ettikleri şeyleri ikrâm etti. Sıra bozuk îtikâdlı
kimseye geldiğinde, ona da; "Oğul, sen burada bulunmayan birşey istedin. Ama
üzülme az sonra inşâallah o da gelir" buyurdu.
Bu
sırada Şâh-ı A'lâ'nın talebelerinden biri, bir iş için uzak bir yere gitmişti ve
oradan dönüyordu. Dönerken, vakti geçtiği hâlde hocasına câzip bir hediye olsun
diye kavun satın alıp getirmişti. O talebe, hocasının huzûruna girdi ve
getirdiği kavunu hocasına arzetti. O da kavunu, bozuk îtikâdlı kimseye verdi.
Bir müddet sohbetten sonra gitmek için izin istediler. O da izin verince
ayrıldılar. Dışarı çıktıktan sonra herkes o büyük zâttan hürmet ve medh ile
bahsederken, o edebi kıt kimse yine alaylı alaylı konuşmaya başladı. Arkadaşları
onu ayıpladılar ve; "Ey kafasız herif! İstigfâr et. Hâline tövbe et. Yoksa rezil
ve helâk olursun. Böyle bir kâmil zât için uygun olmayan sözler söyleme..."
dediler. O bedbaht, kimseyi dinlemedi ve bozuk sözler sarfetmekte ısrâr etti.
Nihâyet bu hâdiseden beş-on gün sonra hastalandı. Gün be gün hastalığı arttı.
Hiçbir ilâç fayda vermedi. Sonunda herkese ibret olacak bir şekilde öldü.
Şâh-ı
A'lâ'nın torunu ve halîfesi olan Şâh Muhammed şöyle anlatır: "Daha küçüktüm.
Dedem ve aynı zamanda hocam olan Şâh-ı A'lâ'nın yanındaydım. Gece yarısını çok
geçmişti ki, yüksek dedemin; "Cemâl! İbriğimi getir!" diye seslendiğini duyarak
uyandım. Baktım. Beyaz elbiseli, uzun boylu birisinin dedemin huzûrunda
bulunduğunu gördüm. Ayakta ve edeble bekliyordu. O tanımadığım kimse su döküp,
dedem abdest aldı. O şahıs dedemin işâreti ile ibriği kaldırıp bir kenara koydu.
Geri gelip el bağlayarak durdu. Dedem; "Cemâl! Gidebilirsin başka iş yok"
buyurdu. O şahıs birkaç adım gitti ve bir anda gözden kayboldu. Ben birden çok
korktum. Dedeme, o kimsenin kim olduğunu suâl ettim. "Sus! Sen onun kim olduğunu
şimdilik anlayamazsın." buyurdu.Ben edebimden ağzımı açıp tekrar soramadım. Her
hâlde evliyânın hizmetine gelen ricâl-i gaybdendir diye düşündüm. Daha sonra
anladım ki, o gördüğüm şahıs, dedemin hizmetinde bulunan cinlerden biri imiş."
Şâh-ı
A'lâ Şeyh Abdüsselâm'ın, Şeyh Nûr ve Şeyh Mensûr isimlerinde iki oğlu vardı.
İkisi de genç olup onların da çocukları vardı. Allahü teâlânın takdîri Şeyh Nûr
vefât etti. Bir müddet sonra Şeyh Mensûr da vefât eyledi. Şâh Muhammed isminde
altı aylık bir torunu ve başka torunları da vardı. Hepsi kendi sağlığında vefât
ettiler. SâdeceŞâh Muhammed kaldı. Şâh-ı A'lâ hiçbirinin vefâtına gözyaşı
dökmedi. Allahü teâlânın takdirine râzı oldu. Sabretti. Hepsinin techiz ve
tekfinini kendisi yaptı. Şehrin dışında, Mîr Seyyid Ali Müftî'nin yanında
bulunan bir yeri kendi âilesine kabristan edindiler. Çocuk ve torunları orada
yatmaktadırlar. Kendisi için de orada bir kabir hazırladı ise de, vefâtında
dergâhının bahçesinde defnettiler.
Hayatta
kalan tek torunu Şâh Muhammed'i bizzat kendisi yetiştirdi. Şâh Muhammed, yüksek
dedesinin huzur ve sohbetlerinde bulunmakla, on dört yaşında ilim ve edebde
yetişip kemâle ermişti. Daha sonra bu torununun, kendi yerine geçecek halîfesi
olduğunu bildirdi ve; "Silsile yoluyla hocalarımdan bana ulaşan her nîmeti,
emâneti, oğlum (torunum) Şâh Muhammed'e verdim" buyurdu.
Şâh
Muhammed, dedesinin vefâtından sonra yerine geçerek, hizmete başladı veAllahü
teâlânın kullarına bu yolun ince bilgilerini anlatmak ve bu yolda ilerlemek
husûsunda rehberlik yaptı.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
İYİCE ARA
Rivâyet
edilir ki: Şâh-ıA'lâ'nın tatlıcılık yapan bir talebesi vardı.Bu talebe
biriktirdiği paraları bir kutuya koyup, bir yere sakladı. Daha sonra ihtiyaç
hâsıl olunca, paraları almak istedi. Fakat paraları bulamadı. Nihâyet gelip
hocasına arzetti. O da; "Geri git. İyice ara inşâallah bulacaksın" buyurdu.
"Peki efendim" deyip geri gitti. Tekrar aradı ise de yine bulamadı. Tekrar gelip
arzedince, hemen kalktı ve talebesinin elinden tutup, berâberce o talebenin
evine doğru gittiler. Eve yaklaştıklarında bastonu ile bir yere işâret edip,
oraya bakmasını söyledi. Talebe oraya baktığında kutuyu buldu. Hocasının yanına
gelip ellerine sarıldı. O altınlardan bir miktar hediye etmek istedi ise de
hocası kabûl etmedi. Bunun benzeri bir hâdise de Behâr Hân isminde bir şahıs
için olmuş, kaybettiği parasını Şeyh'in yardımı ile bulmuştur.
TABUTUMDAN
TUĞLAYI ÇIKARIN
Şâh-ı
A'lâ Şeyh Abdüsselâm'ın vefâtından, iki seneden fazlaca bir zaman geçmişti ki,
talebelerinden ve aynı zamanda sultânın yakın adamlarından olan Mesmât Revşenâhî
ismindeki bir zât, mübârek hocasının kabrini tâmir etmek, kabrin üzerine güzel
bir türbe yapmak istedi. Fetihpûr şehrinden kırmızı taş getirtti. İnşâata
başlandı. İşin başında bulunan mühendis gece rüyâsında, Şeyh'in, kabrinin
üstünde ayakta durduğunu ve; "Siz benim kabrimi kazarken, tabutumun tahtasına
bir tuğla parçası düştü. Tahtayı kırdı ve sol dizimin üzerine geldi. Hemen o
tuğla parçasını tabutumdan çıkarın, alın. Tahtayı düzeltin ve sonra inşâata
devâm edin" buyurduğunu gördü. Sabah olunca o mühendis, Mesmât'ın yanına geldi
ve rüyâsını anlattı. Mesmât; "Hazret-i Şeyh'in buyurduğunu yapın." dedi. Öyle
yaptılar. İleri gelenler, şehrin büyükleri, o zâtın talebeleri ve o zâtın
büyüklüğüne inananların huzûrunda kabri açtılar. Gerçekten tabutun tahtasının
sol taraftan kırılmış olduğunu ve bir tuğla parçasının içine düştüğünü gördüler.
Düşen tuğla parçasını almak için tabutu açtılar. Bir de ne görsünler. Bütün
bedeni sağlam ve nûrlu, sîmâsı ise hayattaki kadar canlı ve tâze olarak duruyor.
Hayretler içinde kaldılar. Rüyâda olduklarını sandılar. Mesmât, hocasının
mübârek bedenine gülsuyu ve anber sürdü. Hazır olanlar Fâtiha okudular. Sonra
kırılmış tabutu tâmir ettiler ve türbenin yapımına başladılar. Güzel bir türbe
yapıldı. İnsanlar ziyâret edip rûhâniyetinden istifâde ederlerdi.
KAYNAKLAR
1)
Siyer-ul-Aktâb; s.248
2)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.209
|
|