|
SULTÂN-ÜL-ULEMÂ BEHÂEDDÎN VELED
Allahü
teâlânın aşkı ile dolmuş, büyük velîlerden olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin
babası. Resûlullah efendimizin birinci halîfesi olan hazret-i Ebû Bekr-i
Sıddîk'in soyundandır. Belh şehrinde Hatîboğulları sülâlesindendir. İsmi
Muhammed Behâeddîn'dir. Babası Hüseyin Hatîbî, dedesinin ismi de Ahmed
Hatîbî'dir. 1151 (H.545)de doğdu. 1228 (H.625) veya 1231 (H.628) de Konya'da
vefât etti. Annesi, Harezmşah sultanlarından Alâüddîn Muhammed Harezmşah'ın kızı
Emetullah Hâtundur.
Muhammed Behâeddîn iki yaşında iken, babası Hüseyin Hatîbî otuz üç yaşlarında
olduğu hâlde vefât etti.
Emetullah Hâtun, oğlu Behâeddîn'in büyümesi ve iyi bir tahsîl ile yetişmesi için
büyük bir titizlik ve îtinâ gösterdi. Efendisi Hüseyin Hatîbî'den kalan
kitapların bulunduğu odaya oğlunu sık sık götürür; "Evlâdım, Behâeddîn'im! Bu
kitaplar, rahmetlik babandan kaldı. Muhterem baban bu kitapları dâimâ okur, hiç
elinden bırakmazdı. Bu kitaplara çok değer verir, her şeyden üstün tutardı. Onun
vefâtından sonra pekçok âlim bu kitapları almak için bize geldiler. Fakat
hiçbirine vermedim, bunları senin için muhâfaza ediyorum. Sen de ilim öğrenerek
babanın kitaplarını anlamaya muvaffak ol ve babanın yerini tut!" derdi. Bu
sözler Behâeddîn'e çok tesir eder, büyüyünce okuyup âlim olacağını söylerdi.
Emetullah Hâtun, oğlunu, okuma çağına gelince ilim tahsîline verdi. Behâeddîn,
derslerine çok çalışır, devamlı kitapları ile meşgûl olurdu. Keskin zekâsı,
hâdiselere karşı sürat-i intikâlinin çok fazla olması ve Allahü teâlânın
yardımıyla kısa zamanda hocalarının takdîrini kazandı. Pekçok zâhirî ilimleri
öğrendi. Dolayısıyla, halk arasında da tanındı, onların muhabbetlerini kazandı.
Büyük Velî Necmeddîn-i Kübrâ'dan tasavvufu öğrenerek, onun dertlere devâ olan
feyz ve bereketlerine kavuştu. Bâtınî ilimlerde ilerleyerek, Necmeddîn-i Kübrâ
hazretlerinin en önde gelen talebeleri arasına girdi. Muhammed Behâeddîn,
hocasının teveccühleri ile iyice olgunlaşarak, zamânının en büyük âlimlerinden
ve velîlerinden oldu.
Muhammed Behâeddîn evlenme çağına gelince annesi, Harezm Sultânı Rükneddîn'in
kerîmesi olan Mümine Hâtun ile evlendirdi. Onların bu evliliklerinden de Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî hazretleri doğdu.
Muhammed Behâeddîn hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde öyle yüksek derecelere
vâsıl oldu ki, iki cihânın güneşi, hürmetine yaratıldığımız Server-i âlem
Sevgili Peygamberimiz ona rüyâsında "Sultân-ül-ulemâ= Âlimlerin sultânı"
lakabını verdi. Rivâyete göre, bu hâdise şöyle anlatılır: Zamânının büyük
âlimlerinden üç yüz kadar müftî ve müderris, bir gece Peygamber efendimizi
rüyâlarında gördüler. Resûlullah efendimiz büyük bir kürsî üzerine oturmuşlardı.
Etraflarında da binlerce velî ve âlim bulunuyor, Resûlullah efendimizi huşû
içinde dinliyorlardı. Orada Muhammed Behâeddîn, güzel elbiseler giyinmiş bir
hâlde, Peygamber efendimizin hemen yanıbaşlarında ve sağ taraflarında oturmuştu.
Peygamberimiz, orada bulunanlara Muhammed Behâeddîn Veled'i göstererek; "Ey
insanlar! Bugünden sonra Muhammed Behâeddîn'e "Sultân-ül-ulemâ" denilecek ve
imzasına "Sultân-ül-ulemâ" yazılacaktır." buyurdu. Sabah olunca rüyâlarını
anlatmaya gelenlere, daha onlar bu müjdeyi vermeden o; "Ey kardeşlerim! Bu gece
Sevgili Peygamberimizin bize ihsân buyurduğu lakabı bana müjde için geldiniz
değil mi?" diyerek, onların rüyâlarını keşfettiğini belirtince, cümlesi hayran
kalarak; "Allahü teâlâ ve Resûlü şâhiddir ve biz de şâhidiz ki, sen
Sultân-ül-ulemâ'sın. Bundan böyle bu isimle tanınacaksın." dediler. Muhammed
Behâeddîn'e karşı muhabbetleri ziyâde olup, ona talebe olmak istediklerini
bildirdiler. O da, gelen bu âlimleri talebeliğe kabûl etti. İmzâ olarak da
Sultân-ül-ulemâ lakabını kullanmaya başladı.
Âlimler, rüyâlarını yakınlarına söyleyince, hâdise herkes tarafından işitildi.
Her taraftan ziyâretçiler gelmeye başladı. Şânı her yerde duyuldu. Halkın
yanında îtibârı pek ziyâde yükseldi. Herkes huzûruna koşar, hizmetiyle
şereflenmek için çalışır ve hasta kalblere şifâ olan mübârek sözlerini dinlemek
için can atardı. O civarda olanlar, Sultân-ül-ulemâ'ya sabırsızlıkla koşarak,
talebesi olmakla şereflenmek istediler ve murâdlarına kavuştular. Birçok müşkili
olanlar Belh'e kadar gelip, aldıkları cevaplarla dertlerine derman buldular.
Behâeddîn Veled hazretlerinin zâhirî ve bâtınî mertebeleri yükselince, başta
annesi, talebeleri ve akrabâları kendisine; "Başımıza pâdişâh ol. Seni korumak,
emirlerini yerine getirmek için hazırız" dedilerse de, onlara; "Peygamber
efendimiz; "Ben fakirlikle iftihâr ederim" buyurdu. Zâhirî saltanat tâcını
giymek bize yakışmaz. Bizim yolumuz, Peygamberimize tâbi olmak ve sünnet-i
şerîflerine uymaktır." buyurdu.
Behâeddîn Veled, bundan sonra riyâzet ve mücâhede, nefsin isteklerini yapmamak,
istemediklerini yapmak ile uğraştı. Bu şekilde mânevî bakımdan pek yüksek
derecelere kavuştu. Ne zaman vâz ü nasîhat etmeye başlasa, etrâfında binlerce
insan toplanır, feyiz ve bereketlerinden istifâde ederlerdi.
Behâeddîn Veled, sabah namazından sonra ikindi vaktine kadar talebelerine ilim
öğretir, ikindiden sonra medresesine gelenlere mârifetullahtan, Allahü teâlâyı
tanımakdan bahsederek insanları aydınlatırdı. Nasîhatlerinde Ehl-i sünnet
îtikâdını anlatır, bozuk fırkaların inanışlarını îzâh ederdi. İnsanların,
dalâlet ve sapıklık yollarına düşmemeleri, Cehennem'de yanmamaları için çok
gayret sarfederdi.
Bid'at
fırkasına mensup bâzı âlimler, aralarında ittifak ederek, Behâeddîn Veled'i,
sultâna şikâyet ettiler. Sonra; "Sultânımız! Muhammed Behâeddîn Veled, size
zâlimdir, âlimlerinize de câhildir diyor. Halkın büyük bir kısmı onun etrâfında
toplandı. Vakitlerinin çoğunu onunla geçiriyorlar. Bir gün sizi tamâmiyle
bırakıp, ona tâbi olacakları muhakkaktır. Eğer böyle bir şey olursa, sizin
saltanatınıza ziyân gelir. Bu bizim için yüz karasıdır. Biz, size gördüğümüzü
söylüyoruz. Vazifemiz sizi uyarmaktır, gerisini siz bilirsiniz." dediler.
Bunları işiten sultan çok üzüldü. Çünkü Sultân-ül-ulemâ'ya ziyâdesiyle muhabbeti
vardı. Fakat bu âlimlerin söyledikleri de yabana atılır şeyler değildi. Bu işin
tahkîki için yakınlarından bir kimseyi Sultân-ül-ulemâ'ya göndererek; "Bütün
beldelerde olan hâdiseler sizce keşfolunmakta, bütün memleketlerdekiler de
tasarruflarınız altındadır. Ülkemizde bir pâdişâh var iken, ikincisinin de
hükümet kurması uygun değildir. Neticede, bendenizi bir memlekete tâyin
buyurursanız memnun oluruz" gibi sitemli ve uygun olmayan sözler sarfetti.
Bunları Sultân-ül-ulemâ'ya söylediklerinde, buyurdu ki: "Hasedcilerin
zulümlerinden hicret etmek dedelerimizin sünnetleridir. İş böyle olunca, biz de
sefer eder, başka ülkelere gideriz. Buradan ayrılınca, bu memleketin başına
felâketler gelir, bu ülkeyi dinsiz Tatarlar (Hülâgü'nün ordusu) istilâ ederler."
buyurdu. Akrabâ ve talebelerine sefer hazırlıklarına başlamalarını söyledikten
sonra, sultânın adamlarına dönerek; "Sultâna gidip bizden selâm söyleyiniz. Ona;
"Biz fânî dünyânın şöhretlerine tâlip değiliz. Dünyâ sultanlığında, tâcında da
gözümüz yoktur. O, bu dünyâdaki saltanatına devâm etsin." deyiniz." buyurdu.
Haber
etrâfa çabucak yayıldı. Behâeddîn Veled hazretlerinin hicretini işiten herkes,
malını mülkünü toplayıp, bu memleketten ayrılmaya, Behâeddîn Veled ile berâber
gitmeye karar verdi. Bütün olup bitenleri yakından takib eden sultan, çok
üzüldü. Sultân-ül-ulemâ'ya şefâatçılar göndererek af diledi. Kararından
vazgeçmesini istirhâm etti. Sultân-ül-ulemâ hazretleri, pâdişâhın teklifini
reddetti. Fitne çıkarmadan, halkı galeyâna getirmeden şehirden ayrılmak
istiyordu. Bunun için de, Cuma günü Belhlilerin bir câmide toplanmalarını arzu
etti. Herkes o gün câmide toplanıp, mahşerî bir kalabalık hâlini aldı. Behâeddîn
Veled, onlara nasîhat etti, tesellide bulundu ve onlarla vedâlaştı, helâlleşti.
Orada bulunanlar çok ağladılar. Sultân-ül-ulemâ, oradan yakın akrabâları ve
talebeleriyle birlikte ayrıldı.
Nişâbûr'a geldiklerinde onları Ferîdüddîn-iAttâr hazretleri karşıladı. İzzet ve
ikrâmlarda bulundu. O sırada beş yaşlarında bulunan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî,
Nişâbûr'da bir rüyâ gördü. Rüyâsında nur yüzlü bir ihtiyâr, kendisine, altı
dallı bir gül verdi. Rüyâsını babasına anlattığında, Sultân-ül-ulemâ şöyle tâbir
etti: "Altı tâne dalı olan gül, senin altı cildlik bir kitap yazacağına
işârettir." Orada bulunan Ferîdüddîn-i Attâr da; "Altı dallı güle
kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz." diyerek, Mantık-ut-Tayr
isimli kitabı Mevlânâ'ya hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse Ferîdüddîn hazretleri imiş.
Nişâbûr'dan ayrılıp Bağdât'a doğru yola çıktılar. Bağdât'a giderken, yol
üzerindeki bütün şehirlerin sâkinleri onları çok iyi karşılayıp, evlerine
götürerek çok ikrâm ve tâzimde bulundular. Bağdat'a yaklaştıkları zaman,
kendilerine rastlayan bir cemâat; "Sizler kimlersiniz?Nereden gelip, nereye
gidiyorsunuz?" diye suâl edince, Behâeddîn Veled; "Allah'dan geliyoruz, Allah'a
gidiyoruz, Lâ havle velâ kuvvete illâ billah." cevâbını verdi. O cemâat, bu
cevâbın muhabbeti ile hayretler içinde kaldılar. Bu haber, Şeyh Şihâbeddîn
Sühreverdî hazretlerine bildirildi. O da; "Böyle bir zât, Behâeddîn Veled'den
başkası olamaz." buyurdu. Bunun üzerine Sühreverdî hazretleri de, talebeleri ile
birlikte onu karşılamaya çıktılar. Buluştukları zaman, Sühreverdî atından inip,
Behâeddîn Veled'in ellerini öptü ve onları kendi hânesine dâvet etti. Behâeddîn
Veled, maiyetinin kalabalık olduğunu söyleyerek, özür diledi ve Müstensıriyye
Medresesine yerleşti.
Bağdât'tan kâfilesiyle ayrılan Sultân-ül-ulemâ, Kûfe yoluyla Kâbe-i muazzamaya
geldi. Zilhicce ayının ortalarına kadar orada ibâdet ile meşgûl oldu.Haccını îfâ
ettikten sonra, Medîne-i münevvereye gelip, hasretiyle yandığı Sevgili
Peygamberimize misâfir oldu. Orada günlerce gözyaşları içinde ibâdet eyleyip,
Resûlullah efendimizin feyiz ve bereketleriyle şereflendi. Bir müddet orada
Cennet hayâtı yaşadıktan sonra, mânevî bir işâret üzerine Peygamber efendimize
vedâ edip, gözlerinden yaşlar dökerek Medîne-i münevvereden ayrıldı. Günlerce
yol aldıktan sonra, Şam'a geldi. Oradaki âlimler Şam'da kalması için çok ısrâr
ettilerse de, onlara nâzik bir cevâb ile Rum diyârına gitmek istediğini
bildirdi. Sonra Konya'nın bugünküKaraman ilçesinin yerinde bulunan Lârende
kasabasına geldi.
Konya'da bulunan Sultan Alâüddîn, Emîr Mûsâ'yı Lârende'ye bey tâyin etmişti.
Emîr Mûsâ, Muhammed Behâeddîn Veled hazretlerine çok saygı gösterdi. Onun
talebesi olmakla şereflendi. Hocası Sultân-ül-ulemâ'ya bir medrese yaptırarak,
yedi sene hizmetiyle şereflendi. Behâeddîn Veled, oğlu Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî'yi, Seyyid Şerâfeddîn Semerkandî hazretlerinin kerîmesi Gevher Hanımla
evlendirdi. Vefât eden hanımı Mü'mine Hâtun ile oğlu Alâüddîn'i Lârende'ye
defnetti.
Emîr
Mûsâ'yı çekemeyenler, Konya Sultânı Alâeddîn-i Keykûbâd'a; "Lârende Beyi Emîr
Mûsâ, Sultân-ül-ulemâ'yı çok sevip, onun talebesi oldu. Ona olan aşırı
muhabbetinden sizi unuttu. İsminizi bile ağzına almaz oldu." gibi iftirâlarda
bulundular. Alâeddîn Keykûbâd, Emîr Mûsâ'ya mektup yazarak huzuruna çağırdı.
Emîr Mûsâ durumu hocasına bildirdiğinde, Sultân-ül-ulemâ; "Sultan Alâeddîn'e
gidiniz, selâmımı söyleyiniz. Sorduklarına doğru cevab veriniz." buyurdu. Emîr
Mûsâ derhal yola çıkıp, Konya'da Alâeddîn Keykûbâd'ın huzuruna çıktı. Sultânın;
"Ey Mûsâ! İşittiğime göre Sultân-ül-ulemâ'nın emrinden dışarı çıkmaz imişsin.
Bizi ziyârete hiç gelmiyorsun. Yoksa bizi unuttun mu?" diye sitem edince, Emîr
Mûsâ, Sultân-ül-ulemâ Muhammed Behâeddîn Veled hazretlerinin üstünlüğünü, keşif
ve kerâmetlerini, ilimdeki yüksekliğini uzun uzun anlattı. Âlimlere karşı aşırı
sevgisi ve hürmeti olan Alâeddîn Keykûbâd bu sözleri hayranlıkla dinledi ve; "Ey
Mûsâ! Sultân-ül-ulemâ böyle büyük bir âlim ve velî bir zât idi de, bize daha
önce niçin bildirmedin? Onu Konya'ya dâvet ediyorum. Bizler de feyiz ve
bereketlerine kavuşup, mübârek elini öpmekle şereflenelim. Lütfen gidiniz, bana
vekâleten kusûrumuzun affını isteyip, muhabbetimizin çokluğunu kendilerine
arzediniz. Lütfedip Konya'yı da şereflendirmelerini istirhâm ettiğimi zât-ı
alîlerine bildiriniz" emrini verdi. Emîr Mûsâ Lârende'ye gelip, hocasına durumu
bildirdi. Sultân-ül-ulemâ; "Müslümanın dâvetine icâbet lâzımdır." emri
gereğince, bu dâveti kabûl edip hazırlandı. Konya'ya doğru yola çıktı. Sultan
Alâeddîn de, yanında vezîrleri, kâdıları, âlimleri ve ileri gelen devlet
erkânıyla, Behâeddîn Veled'i karşılamaya çıktılar. Behâeddîn Veled hazretlerine
yaklaştıklarında, atlarından inip yaya olarak huzûrlarına vardılar. Büyük bir
sevgiyle onu karşıladılar. El öpüp, hürmetle hâl hatır sordular. Büyük bir
tevâzu ile Behâeddîn Veled'den af dilediler. Hep birlikte Konya'ya dönmeye
başladılar. Bugünkü Mevlânâ hazretlerinin türbesinin olduğu yere geldiklerinde,
Sultân-ül-ulemâ; "Buradan nesebimizin güzel kokuları geliyor." buyurarak,
oradaki bir bahçeyi işâret etti. Bunu işiten Alâeddîn Keykûbâd,
Sultân-ül-ulemâ'ya o bahçeyi hediye etti. Behâeddîn Veled, Konya'da bir
medreseye yerleşti. Orada vâz ve nasîhat ederek, insanların kurtulması, iki
cihân saâdetine kavuşması için çok çalıştı.
Bir
kimse bir günah işleyip, tövbe etmeden Sultân-ül-ulemâ'nın huzûruna çıksa,
gelenin durumunu hemen keşfederek; "Allahü teâlânın velî kullarının huzûruna
temiz olmayan kalb ile gelmeyiniz. Bu kötü hâlleri bırakın, güzel bir tövbe
ederek göz yaşları akıtın ki, günah kirleri yıkansın. Evliyânın huzûruna,
günahlarınıza tövbe ve istigfâr etmiş olarak girip, onların yüzlerine Allahü
teâlânın rızâsı için muhabbetle bakınız ki, onların feyz ve bereketlerinden
istifâde edesiniz" buyururdu. Böylece, onların işlediği günahları söylemeden,
yüzlerine vurmadan nasîhat ederdi.
Sultân-ül-ulemâ Muhammed Behâeddîn Veled hazretleri, bir gün hasta olup, yattı.
Alâeddîn-i Keykûbâd ziyâretine gelip; "Efendim! İnşâallah tez zamanda sıhhate
kavuşur da devletimizin başına geçip tahta oturursunuz. O zaman zât-ı âlinizin
hizmetiyle şereflenip, her ne murâd ederseniz, bütün gücümüzle size yardımcı
olmaya çalışırız. Böylece Rabbimizin ihsân edeceği nice ikrâmlara ve gizli
sırların keşfine nâil oluruz inşâallah." deyince, Sultân-ül-ulemâ; "Biz artık bu
hastalık sebebiyle bu fânî dünyâdan hakîkî âleme göç ederiz. Fakat arkamızdan
kısa zaman sonra, siz de bize kavuşursunuz. İşte orada sizinle berâber oluruz."
dedi. Bundan sonra helâlleştiler. Bundan üç gün sonra bir Cuma günü, öğleye
doğru Kelime-i şehâdet getirerek çok sevdiği hakîkî âleme kavuştu.
Muhammed Behâeddîn Veled hazretlerinin vefâtından sonra, Alâeddîn-i Keykûbâd
günlerce ata binmedi, sarayında tahtına oturmadı. Kuru hasır üzerine oturarak
tâziye için gelenleri karşıladı. Câmilerde pekçok Kur'ân-ı kerîm hatimleri
yaptırıp, öksüz ve fakirleri doyurdu, üstlerini giydirdi. Hepsinden meydana
gelen sevâbı, hocası Sultân-ül-ulemâ hazretlerine gönderdi.
Sultân-ül-ulemâ'nın ileri gelen talebelerinden Seyyid Burhâneddîn anlatır:
"Rüyâmda hocam Sultân-ül-ulemâ'nın türbesinden yeşil bir nur yükselmeye başladı.
Genişledi, genişledi, bulunduğum yere kadar geldi. O nûrun önüne bir engel
çıkmadan bütün Konya'yı kuşattı. Bu hâdise karşısında bayılıp düştüm. Sabahleyin
rüyâyı tâbir ettirdim. Sultân-ül-ulemâ'nın neslinden çok muhterem kimselerin
meydana geleceğini müjdelediler."
Behâeddîn Veled'in çok sevdiği talebelerinden biri anlattı: Rüyâmda,
Sultân-ül-ulemâ'nın mübârek başını, Arş'a kadar yükselmiş gördüm. Ona; "Efendim!
Hâliniz nasıldır?" dedim; "Oğlum Celâleddîn-i Rûmî'nin ilim ve amel nûruyla bu
derece yükseklere ulaştım. Oğlumun mertebesine, bütün velîler ve melekler gıbta
ediyorlar. Ondan çok memnunum." dedi.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
KİMİNLE
EVLENMESİ MÜNÂSİPTİR
Behâeddîn Veled'in annesi ile babasının evlenmeleri şöyle olmuştur:
SultanAlâeddîn bir gün vezîrine, kızının evlenme çağına geldiğini, bu sebeble
kiminle evlenmesinin münâsib olduğunu sordu. Vezîr de tereddüd etmeden;
"Sultânım! Kerîmenizi, ilim ve irfan sâhibi bir kimseye vermelisiniz." deyince,
sultan tekrâr; "Bu kimse sizce kimdir?" diye sordu. Vezîr; "Âlimler arasında
kızınıza en lâyık olan Hüseyin Hatîbî'dir." dedi. Sultânın gönlünden geçen kimse
de bu olduğu için, vezîrinin bu cevâbına memnun oldu. O gece rüyâsında Peygamber
efendimizi gördü. Ona Peygamberimiz buyurdular ki; "Ey Alâeddîn! Kerîmenizi
Hüseyin Hatîbî'ye nikâh ediniz. Onu kendinize dâmâd ediniz." Bu rüyâ üzerine,
kızı Emetullah Hâtunu, Hüseyin Hatîbî ile evlendirdi. Bu evlilikten, Muhammed
Behâeddîn isminde bir evlâtları oldu.
HEPSİ
DOĞRUDUR
Alâeddîn Keykûbâd, bir gün Sultân-ül-ulemâ Muhammed Behâeddîn Veled
hazretlerinin bütün halka vâz ve nasîhat vermesini ricâ etti.Kaniî denilen yerde
bir kürsî kuruldu. Bu yerin etrâfında mezarlık bulunmaktaydı. İnsanlar kürsînin
etrâfında toplandılar. Kârîler (Kur'ân-ı kerîmi ezberliyenler) Yâsîn-i şerîfi
okuduktan sonra, Sultân-ül-ulemâ hazretleri bu sûreyi tefsîr etmeye başladı.
Kıyâmetin kopmasını, kabirden kalkmayı, mahşer meydanına toplanmayı, güneşin bir
mızrak boyu yaklaşmasını, insanların grup grup ayrılmasını, defterlerin uçarak
ele gelmesini, mîzân terâzisini, sırat köprüsünü, cezâ ve mükafâtı uzun uzun
anlattı. Bunları inkâr edenlerin Cehennem'e, kabûl edip de, Ehl-i sünnet
îtikâdına uygun inanıp amel edenlerin, Cennet'e gideceğini bildirdi. Öyle
anlattı ki, orada bulunanlar içinde ağlamadık kimse kalmadı. O kabristanda yatan
bâzı kimseler, Allahü teâlânın emriyle kefenleri boynunda olduğu hâlde
kabirlerinden çıktılar ve; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden abdühû ve resûlühü" dedikten sonra; "Ey Allahın velî kulu! Senin bu
anlattıklarının hepsi doğrudur. Biz bu hâlleri burada yaşıyoruz, hepimiz
şâhidiz." dediler ve tekrar mezarlarına girdiler. Duâ edilirken de, her kabirden
iki el çıkmış olduğu hâlde âmîn sesleri duyuldu. Bu olanları, orada bulunan
herkes hayretle görüp işitti.
KAYNAKLAR
1)
Nefehât-ül-Üns; s.513, 514
2)
Kâmûs-ul-A'lâm; c.2, s.1412
3)
Mu'cem-ül-Müellifîn; c.9, s.223
4) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1063
5)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.132
6)
Risâle-i Sipahsalar
|
|