SIRRÎ-Yİ SEKATÎ
Büyük
ve meşhûr velîlerden. İsmi, Sırrî bin Muglis es-Sekatî, künyesi,
Ebü'l-Hasen'dir. Bağdât'ta doğdu. 865 (H.251)'de Ramazan-ı şerîf ayında orada
vefât etti. Şûnizî kabristanına defnedildi.Ma'rûf-i Kerhî hazretlerinden feyz
aldı. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin dayısı ve hocasıdır. Tasavvufta, verâ ve
takvâda asrının bir tânesi idi. Hâris-i Muhâsibî ve Bişr-i Hafî'nin akrânıdır.
Sırrî-yi Sekatî; Hüşeym binBeşir,Ebû Bekir bin İyâş, Ali bin Garâb,
Yahyâ bin Yemân,
Yezîd bin Hârûn ve birçok âlimden ilim öğrenmiş ve hadîs-i şerîf rivâyet
etmiştir. Ebû Abdurrahmân Sülemî, Tabakât-us-Sûfiyye kitabında; "Üçüncü asırda
yaşamış olan velîlerin hemen hepsi,Sırrî-yi Sekatî'den feyz almıştır."
demektedir.
Zühd ve
edepte pek çok harikulâde hâl ve hareketleri, tasavvufa dâir sözleri meşhûrdur.
Bir yere gittiğinde, yolda olan şeyler ve havada uçan kuşlar, açık bir lisân ile
kendisine selâm verirlerdi. Kırk defa yürüyerek hacca gidip geldi.Üzüntü ve dert
deryâsı, hilm ve sebat dağı, mürüvvet ve şefkat hazinesiydi.
Ticâret
yapardı. Bağdât'ta bir dükkânı vardı. Ticârette yüzde beşten fazla bir kâr
almazdı. Bir defasında altmış altına bâdem aldı. Bâdem birden pahalılaştı.
Dellâl, bâdemleri doksan altına satmak istedi. Sırrî-yi Sekatî hazretleri, "Ben
âdetimi bozmam, ancak 63 altına satarım" dedi. Dellâl ise bunu kabûl etmeyip
malları satmadı.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri anlatır: "Sırrî-yi Sekatî hazretlerinden ziyâde
ibâdet ehli kimse görmedim. Dâimâ edepli bir hâlde otururdu. Allahü teâlâdan
hiçbir zaman gâfil olmadı. Yetmiş yıl, hiç kimse onun ayaklarını uzatıp
yattığını, edebe uymayan bir hareketini görmedi. Gece-gündüz Allahü teâlânın
huzûrunda olduğunu düşünür ve her zaman edepli bir şekilde otururdu. Ancak ölüm
hastalığında yatağa uzanabildi."
Kendisi
anlatır: "Bir gün bir hatâ işledim. O hatânın ateşi otuz yıldır içimde durmakta,
hatırladıkça kalbim cayır cayır yanmaktadır. Bir gün Bağdât şehrinde, dükkânımın
bulunduğu semtte yangın çıktı. Bütün dükkânlar yandığı hâlde yalnız benim
dükkânım yanmamıştı. Dükkânımın yanmadığı haberi gelince, "Elhamdülillah" diye
Allahü teâlâya şükrettim. Hemen akabinde, başkalarının zarâr ve ziyânını
düşünmediğimi hatırlayıp, çok tövbe ve istigfâr ettim. Keffâret olarak
dükkânımdaki bütün mallarımı fakirlere dağıttım. Fakat otuz yıldır, kalbimden
bunun acısını silemedim."
Bir gün
Lübnan'dan biri gelip; "Falan zâtın size selâmı var." dedi. Sırrî-yi Sekatî
hazretleri buyurdu ki; "O kişiye bizden selâm söyle. İnsanlardan uzaklaşıp dağ
başında oturması, yalnız ibâdetle meşgûl olması uygun değildir. Hak âşığı
dediğin, çarşıda, pazarda alış verişle de meşgûl olur ve bu esnâda bir an olsun
Allahü teâlâdan gâfil olmaz. İnsanlara hizmet etmesi de ibâdettir. Kişinin
zarûrî ihtiyaçlarını karşılaması tevekkülüne mâni değildir."
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri anlatır: "Sırrî-yi Sekatî hazretlerinin ömürlerinin
son günlerinde ziyâretine gitmiştim. Yakınımda bir yelpâze vardı. Elime alıp,
mübârek yüzlerine sallamaya başladım. Gözünü açtı. Elimde yelpâzeyi görünce: "Ey
Cüneyd, yelpâzeyi elinden bırak! Sallama! Çünkü ateş, yellenince daha çabuk ve
çok yanar." dedi. Kendilerine; "Bir emriniz var mı?" diye sorduğumda; "Dâimâ
Allahü teâlâyı hatırla! Bundan gâfil olma! Âhireti unutturacak kadar dünyâ
işlerine dalma!" buyurdu.
Sırrî-yi Sekatî hazretlerinin kızkardeşi, bir gün ziyârete gelip: "Eğer müsâade
buyurursanız evinizi süpüreyim" dedi. Sırrî-yi Sekatî hazretleri müsâade etmedi.
Başka bir gün yine ziyâretine geldiğinde, bir kocakarının Sırrî-yi Sekatî
hazretlerinin evini süpürdüğünü gördü. Bunun üzerine: "Ey birâderim, ben senin
hemşiren iken hâneni süpürmeme müsâade etmedin. Şimdi süpürmek için ihtiyar bir
kadın getirmişsin" dedi. Sırrî-yi Sekatî hazretleri, hemşiresinin bu sözü
üzerine tebessüm ederek buyurdu ki: "Ey Hemşirem, o gördüğün acûze kadın
dünyâdır. Allahü teâlâ, dînine hizmet edene, dünyâyı hizmetçi eyler."
Cüneyd-i Bağdâdî şöyle anlatıyor: "Bir gün dayım Sırrî-yi Sekatî'ye gittim.
Ağlıyordu. Sebebini sordum. "Bu gece, ibriğe su koyup biraz bekleteyim de
soğusun diye aklıma geldi. Öyle yaptım. Gece rüyâmda bir hûri gördüm. "Sen
kimsin?" dedim. "Suyu soğutmak için ibriği bekletmeyenin" dedi ve ibriğimi alıp
yere çaldı. İşte parçaları" diyerek yerdeki dağılmış ibriğin parçalarını
gösterdi."
YineCüneyd-i Bağdâdî şöyle anlatıyor: "Dört dirhemim vardı. Sırrî-yi Sekatî'nin
yanına gidip, "Bunları size getirdim efendim" dedim. Bana "Oğlum! Sana müjdeler
olsun. Sen kurtulmuşlardansın. Dört dirheme ihtiyâcım vardı. Kurtulmuş
olanlardan birinin eli ile, ihtiyâcım olan parayı bana göndermesi için Allahü
teâlâya duâ etmiştim. Sen getirdin" buyurdu."
Sâlihlerden bir zât şöyle anlatıyor: "Bir defa Sırrî-yi Sekatî'yi ziyâret etmek
için evine gidip, kapısını çaldım. İçeriden "Kim o?" dedi. "Âşığın birisi"
dedim. "Eğer âşık olsaydın, hep Allahü teâlâ ile meşgûl olur, bana gelmezdin"
buyurdu ve; "Yâ Rabbî! Bu kimseyi hep kendin ie meşgûl eyle ki, başkaları ile
meşgûl olmasın" diye duâ etti. Bu anda bende çok değişiklikler hâsıl oldu. Duâsı
kabûl olmuştu."
Cüneyd-i Bağdâdî şöyle anlatır: "Hocam Sırrî-yi Sekatî, bana bir şey öğretmek
istediği zaman suâl sorardı. Bir gün bana; "Ey
Cüneyd!
Şükür ne demektir?" diye suâl etti. Ben de cevap olarak; "Nîmetini destek
yaparak Allahü teâlâya âsi olmamaktır." deyince, "Bu hikmet sana nereden
geliyor?" diye tekrar suâl etti. Ben de "Senin meclisinde bulunmaktan" dedim.
Şöyle
anlatılır: Bir gün Sırrî-yi Sekatî'ye, sabrın ne olduğu soruldu. O da sabır
konusunu anlatmaya başladı. Bu esnâda bir akrep dolaşmaya başladı. İğnesini
defalarca kendisine soktuğu hâlde, Sırrî-yi Sekatî hiçbir şey yokmuş gibi, sâkin
sâkin konuşmasına devâm etti. Neden akrebi fırlatıp atmıyorsunuz? diye
soranlara,Sırrî-yi Sekatî şöyle cevap verdi: "Sabır konusunda konuşurken,
sabretmemek husûsunda Hak teâlâdan hayâ ederim."
Cüneyd-i Bağdâdî şöyle anlatır: "Bir gün Sırrî-yi Sekatî'nin yanına gittim. Bana
şunu anlattı: Her gün yanıma küçük bir kuş gelirdi. Elimdeki ekmek kırıntılarını
yerdi. Bir kere bu kuş bana doğru geldi. Fakat elime konup ekmek kırıntılarını
yemedi.Ben kendi kendime; "Ne hatâ işledim?" diye düşündüm. Daha önce ekmekle
berâber bir sebze yemiştim. Bunu hatırladım ve; "Bir daha şüpheli şeyler
yemeyeceğim." diyerek tövbe ettim. Bunun üzerine kuş elime kondu ve elimdeki
ekmek kırıntılarını yedi."
Şöyle
anlatılır: "Sırrî-yi Sekatî, bir bayram günü meşhûr bir zâtla karşılaşmış ve ona
güler yüzlü olmayarak selâm vermişti. "Neden böyle yaptın?" diye
sorduklarında,Sırrî-yi Sekatî; "Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; "İki
mü'min karşılaştıkları zaman, yüz rahmet aralarında taksim edilir. Bunlardan
doksan rahmet, daha güler yüzlü olana verilir" buyurmuştur. İstedim ki, o
benden daha çok sevap alsın" diye cevap verdi.
Cüneyd-i Bağdâdî yine şöyle anlatır: "Bir günSırrî-yi Sekatî'nin yanına gittim.
Onu üzgün gördüm. "Neden böyle üzgünsünüz?" diye sordum. Sırrî-yi Sekatî;
"Yanıma bir delikanlı geldi.Benden tövbenin ne olduğunu izah etmemi istedi. Ben
de; "Günahını unutma." diye cevap verdim. O genç ona îtiraz ederek; "Hayır!
Belki tövbe, günahını unutmak ve bir daha yapmamaktır." dedi. Ben de buna
üzüldüm." deyince, ben de; "Benim kanâatim de, gencin kanâati gibidir." dedim.
Bunun üzerine Sırrî-yi Sekatî sebebini sordu. Ben de; "Allahü teâlâ bana,
işlediğim günahıma tövbe etmemi nasip ettiği zaman, tövbe hâlinde günahı
hatırlamak günah olmaz mı?" dedim. Bunun üzerineSırrî-yi Sekatî sükût etti.
Kendisi
anlatır: "Yaya olarak, Rum diyârına gazâ için gitmiştim. İstirahat ederken,
yorgunluktan sırt üstü yatmış, ayağımı duvara dayamıştım. O esnâda bir ses
duydum. Bu ses bana; "Yâ Sırrî! Köle, efendisinin yanında böyle yatar mı?" dedi.
Bundan sonra, bir daha ayağımı hiçbir şekilde uzatıp yatmadım."
Cüneyd-i Bağdâdî şöyle anlatır: Hocam Sırrî-yi Sekatî hasta iken, üç günde bir
ziyâretine giderdim. Bir defasında yanına girdim, uyuyordu. Baş ucunda ağlamaya
başladım. Göz yaşlarım yanağına düştü. Gözlerini açıp bakınca; "Bana nasîhat
et." dedim. O zaman; "Kötü kimselerle sohbet etme. İyi kimselerle berâber
bulunarak, Allahü teâlâya ibâdet et." buyurdu.
Başka
bir gün ziyârete gittiğimde, Sırrî-yi Sekatî'ye; "Kendini nasıl hissediyorsun?"
diye sordum. Bunun üzerine; "Hâlimden tabîbime nasıl şikâyet edebilirim ki, bana
bunu veren O'dur." buyurdu.
Ebü'l-Abbâs bin Mesrûk şöyle anlatır: "Sırrî-yi Sekatî'yi hastalığında ziyârete
gittik. Yanında uzun süre oturduk. Halbuki karnında bir sancı vardı. Sonra
Sırrî-yi Sekatî'ye yanından ayrılırken, "Bize duâ edin" dedik. Ellerini kaldırdı
ve şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî! Bunlara hasta ziyâretinin nasıl olacağını öğret!"
Sırrî-yi Sekatî; Eshâb-ı kirâmdan Hâzım binHarmele'den şöyle rivâyet etmiştir:
"Bir gün yolda Resûlullah efendimiz beni gördü ve buyurdu ki: "Ey Hâzım! Lâ havle velâ
kuvvete illâ billâh, sözünü çok söyle. Zîrâ o, Cennet hazinelerindendir."
Sırrî-yi Sekatî hazretleri buyurdular ki:
"Allahü
teâlâyı görmekten mahrûm kalmak, en şiddetli Cehennem ateşinden daha çok azap
verir."
"En
kuvvetli, kudretli insan, kendi nefsini yenendir."
"Kendi
nefsini terbiye edemeyen, başkasınınkini hiç terbiye edemez."
"Yarın
kıyâmette herkesi, peygamberi ile çağırırlar. Ey Mûsâ aleyhisselâmın ümmeti, ey
Îsâ aleyhisselâmın ümmeti, ey Muhammed aleyhisselâmın ümmeti derler. Ancak
Allahü teâlânın sevgili kullarına; "Ey Allahın velî kulları, Allahü teâlânın
katına geliniz" denir. Bunun üzerine onların gönülleri, sevinçten yerinden
çıkacakmış gibi olur."
"Gerçekten Allahü teâlâdan korkan, hâlinin ne olacağını ve nereye varacağını
bilinceye kadar yemesini ve içmesini terk eden ve uykuyu bırakan kimsedir."
"Sâlih
bir kul olmak isteyip de, yarın yaparım diyerek günlerini geçiren kimse
aldanmıştır."
"Günahlara ağlamak, ayıpları ıslah etmek, Allahü teâlâya ibâdet etmek, nefsinin
arzu ve isteklerine boyun eğmemek, Allahü teâlâdan korkan kalb, mümin için ne
güzeldir."
"Bir
adam, içindeAllahü teâlânın yarattığı her türlü ağacın bulunduğu ve ağaçların
üzerinde yaratılan her cins kuşun bulunduğu bir bahçeye girse ve bu bahçedeki
kuşlar ona; "Ey Allahın velîsi sana selâm olsun" deseler. Nefs de bundan sükûnet
bulur ve gururlanırsa, bu kimse nefsinin elinde esir olur."
"Kul;
nâfileleri yaparken farzları yapmayı unutursa ve bedeni ile ibâdet ederken,
kalbi Allahü teâlâdan gâfil olursa, Hak teâlâdan uzaklaşır."
"Bâzı
Peygamberler kavimlerine şöyle derler: Hayâsızların çokluğundan hayâ etmez
misiniz?"
"Farzları yapmak, haramlardan kaçmak, gafleti terk etmek, Allahü teâlânın
kendilerini çok sevdiği, evliyâsının ahlâkındandır."
"Dil,
kalbin tercümânı, yüz kalbin aynasıdır. Kalbde gizli olan, yüzde meydana çıkar."
"Bir
kimsenin ahmak olduğuna alâmet, kendi ayıbını bırakıp, başkasının ayıbıyla
uğraşmasıdır."
"İyi
huy, başkalarını incitmemek ve onlardan gelen sıkıntılara katlanmaktır."
"Şu üç
şey Allahü teâlâyı çok üzer: Vakti boşa geçirmek, insanlarla alay etmek ve
gıybet etmek."
"Kulun
amellerini boşa çıkaran, kalbleri bozan, kulu en süratli helâke götüren, devamlı
hüzne boğan, cezâyı çabuklaştıran, riyâyı sevdiren, ucba (amellerini beğenip
güzel görmek) götüren, baş olmak hevesine kaptıran şey, insanın nefsini
tanımaması, kendi ayıblarını bırakıp, başkalarının ayıblarını görmesidir."
"Gençler! Gençliğinizin kıymetini biliniz. Güç kuvvet elde iken, çok ibâdet
ediniz. Biz yaşlılardan ibret alınız da, zayıf ve güçsüz duruma düşmeden evvel,
çok ibâdet yapınız."(O, bu sözü söylerken, gençlerden çok ibâdet ediyordu.)
"İhtiyaç kadar yemek, ihtiyaç kadar su, ihtiyaç kadar elbise, ihtiyâca yetecek
kadar bir ev ve doğru ilim sâhibi olmaktan başka, dünyâda her şey boş ve
faydasızdır."
"Edebli
olmak; güzel kalblilik ve akıllılık alâmetidir."
"Bir
kimse bir nîmete kavuşur da bunun şükrünü yapmazsa, o nîmet elinden gider de, o
kimsenin haberi bile olmaz."
"Bir
kimse âmirine itâat ederse, emrindekiler de kendisine itâat eder."
"Sünnete uygun yapılan az bir ibâdetin sevâbı, bid'at işlenerek yapılan çok
amelden kat kat daha fazladır."
"Mürüvvet, insanın kendi nefsini, her türlü kirden ve insanların ayıp saydıkları
şeyleri yapmaktan korumak ve bütün işlerinde insanlara karşı şefkatli,
merhametli ve insaflı davranmaktır."
"Çok
istigfâr etmek, alçak gönüllü olmak ve çok sadaka vermek, Allahü teâlânın
kendilerini çok sevdiği, velîlerinin ahlâkından olup, Allahü teâlânın rızâsına
kavuşturur."
"Kul
dört şeyle yükselir. Bunlar: İlim, edep, emânet ve iffettir."
Sırrî-yi Sekatî hazretlerinde, Allah korkusu, kendini küçük ve aşağı görme hâli
son derece fazlaydı; "Bağdât'ta ölmek istemem, çünkü bu insanlar, benim hakkımda
iyi zan sâhibidirler. Korkarım ki, toprak beni kabûl etmez de, herkese rezîl
olurum." derdi.
"Kabahatlerimden dolayı yüzümün kararacağından korkarak, her gün bir kaç defa
aynaya bakarım." ve; "Keşke bütün insanların kalblerindeki sıkıntı ve üzüntüler
bende olsa ve insanlar hep rahat olsalar." buyururdu.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
YETİMİ
SEVİNDİRMEK
Büyüklerin yoluna girmesini şöyle anlatır: "Bir gün hocam Mârûf-i Kerhî
hazretlerini, hurma çekirdeği toplarken gördüm. Ona; "Bunları ne yapacaksın?"
diye sordum. Bana: "Şu çocuğu ağlar vaziyette gördüm ve niçin ağlıyorsun? diye
sordum. O zaman çocuk: "Ben yetimim. Annem babam yok. Bütün arkadaşlarımın güzel
elbiseleri var. Fakat benim ne elbisem var, ne de oyuncağım." dedi. Ben de şimdi
bunları toplayıp, satacağım ve onun ihtiyâcını alacağım." dedi.Bunun üzerine ben
de Ma'rûf-i Kerhî'den izin isteyip, çocuğa bir takım elbise ve oyuncak aldım.
Yetim çocuk çok sevindi.Ma'rûf-i Kerhî hazretleri bu durumu görünce; "Sen bu
çocuğu sevindirdiğin gibi, Allahü teâlâ da seni sevindirsin. Dünyâ sevgisini
kalbinden çıkarsın, seni bu meşgûliyetten kurtarsın." diye duâ etti. İşte bu duâ
sebebi ile kurtuldum."
VARLIKLARIN
EN ÂCİZİ
Sırrî-yi Sekatî bir gün vâz veriyordu. Sultânın adamlarından birisi, merâsim ile
oradan geçerken; "Şuraya bir uğrayalım" deyip içeri girdi. O sırada Sırrîyi
Sekatî; "Mahlûkât içerisinde en âciz ve zayıf olan mahlûk, insandır. Bununla
berâber, bu kadar mahlûk arasında, Allahü teâlânın emirlerine insan kadar isyân
edip yüz çeviren mahlûk da yoktur. Eğer insan iyi olursa, melekler ona gıpta
eder imrenirler. Eğer kötü olursa, şeytanın bile kendisinden nefret edip,
kaçtığı, şerli bir kimse olur. Ne kadar hayret edilir ki, bu kadar zayıf ve âciz
olan insanoğlu, kendisine her nîmeti veren, her an varlıkta durduran, yaşatan,
kudret ve azamet sâhibi olan Allahü teâlâya karşı gelmekte ve isyân
etmektedir..." diye anlatıyordu. Sultânın yakınlarından olan bu kişi, bu hikmet
dolu sözlerin tesiri ile, ağlaya ağlaya kendinden geçti. Bir zaman sonra kalkıp
evine gitti. Hiç konuşmuyor, bir şey yiyip içmiyor, hep ağlıyordu. Sabah olunca,
yürüyerek, Sırrî'yi Sekatî'nin sohbet ettiği yere gelip, anlatılanları dikkatle
dinledi. Üçüncü gün yine geldi. Sohbet bittikten sonra; "Efendim! Sizin
söyledikleriniz bana çok tesir etti. Kabûl ederseniz, sizin talebelerinizden
olmayı arzu ediyorum." dedi. Kabûl edildi. Ahmed ismindeki bu talebe, az zamanda
çok yüksek derecelere kavuştu. Bir gün hocası Sırrî-yi Sekatî'nin huzûruna
çıkıp; "Ey şefkatli ve merhametli efendim! Beni günah karanlıklarından kurtarıp,
huzûr ve saâdete kavuşturdunuz. Bunun için Allahü teâlâ size bol bol mükâfâtlar
ve hayırlı karşılıklar ihsân buyursun" dedi. Kısa zaman sonra Sırrî-yi Sekatî
hazretlerine biri gelip, "Efendim, beni talebeniz Ahmed gönderdi.Rahatsız
olduğunu size bildirmemi söyledi." dedi. O da gelen kimse ile talebesi Ahmed'in
bulunduğu yere gitti. Şehrin dışında, sahrada çukur bir yerde yattığını ve ölmek
üzere olduğunu gördüler. Bu sâdık talebesinin başını kaldırıp dizine
koydu.Yüzünün tozlarını sildi. Ahmed gözünü açıp hocasını görünce çok sevindi.
Huzûr
içerisinde rûhunu teslim etti. Gasl ve defin hizmetlerini yerine getirmek için
şehre geri geldikleri bir zamanda, şehir halkının kendilerinden tarafa
geldiklerini gördüler. Hayret edip nereye gittiklerini sordular. Onlar; "Biz
şehirde (Her kim, Allahü teâlânın velî kullarından birinin cenâzesinde bulunmak
isterse, Şûnîzîye kabristanına gitsin) diye bir ses duyduk. Onun için yola
çıktık." dediler. Yıkayıp kefenledikten sonra Şûnîzîye kabristanına defnettiler.
CENNET VE
CEHENNEM
Buyurdu
ki: "Cehennemlik olanlar, Cehennem'de iken Allahü teâlâyı görmekle
şereflenebilselerdi, hiçbir zaman Cennet'i hatırlarından geçirmezlerdi. Çünkü,
ismi azîz olan Hak teâlâyı seyretmek, rûha o kadar çok neşe verir ki, bu neşe
ona, bedeninin çektiği azâbı unutturur. Bu azâb ile meşgûl olmak hatırına bile
gelmez. Cennet'te ise, Allahü teâlâyı temâşâdan daha mükemmel bir nîmet mevcut
değildir. Cennette'ki nîmetlerin hepsi yüz misli arttırılsa, fakat Cennet'te
olan kimselerle Allahü teâlâ arasında bir perde bulunsa, yine de cân u gönülden
feryâd ve figân ederlerdi."
BEYİTLER
UYKU GİRMEZ
GÖZÜME
Sırrî-yi Sekatî’nin, hastalığı ânında,
Cüneyd-i Bağdâdî de, bulunurdu yanında,
Son
hastalığı idi, Sırrî-yi Sekatî’nin,
Ağlamaya başladı, Cüneyd de bunun için.
Onun
firak ateşi, hüzün kattı hüznüne,
Damladı
göz yaşları, üstâdının yüzüne.
Kendini
toparlayıp, dedi ki: “Ey üstâdım,
Nasîhat
buyurun ki, ona var ihtiyâcım.”
Buyurdu: “Kötülerle, oturup etme sohbet,
İyilerle beraber, bulunmaya gayret et!
Güçlü
insan olarak, bilirim ki ben şunu,
Nefsine
hâkim olup, yapmaz bir arzûsunu.
Bir
kimse ki nefsini, etmemiştir terbiye,
Onun,
hiç bir sözünden, fayda gelmez gayriye.
Allah'tan çok korkanın, şudur ki alâmeti,
Uyku
girmez gözüne, düşünür âhireti.
Yemek
ile içmekten, kesilmiştir o hattâ,
Yürüyen
ölü gibi, bulunur bu hayatta.
Mahcûb
ve edeblidir, önündedir başı hep,
Âhirete
mâildir, dünyâyı etmez talep,
Bir
müslüman, kendine, bir şeyi eylese arz,
Peki
der, kabûl eder, aslâ etmez îtirâz.
Öyle
çok sarmıştır ki, onu Allah korkusu
Bu
korkuyla gözüne, girmez gece uykusu.
Rahatını kaçıran, bu korkudur tek sebep,
Hâlim
ne olacak? diye, göz yaşları döker hep.
Buyurdu
ki: “Ey gençler, aman dikkat ediniz,
Tükenir
bir gün elbet, sizin de gençliğiniz.
Bizim
gibi tâkattan, düşmeden henüz daha,
Gençliği fırsat bilip, kulluk edin Allah'a.
Çünkü
gencin yaptığı, ibâdetin sevâbı,
Öyle
çok fazladır ki, olmaz haddi hesâbı
İhtiyarlık gelince, azalır güç ve kuvvet,
Fazla
sevap alamaz, yapsa da çok ibâdet.”
Buyurdu: “Ey insanlar, şudur ki ahmak insan,
Kendi
yaratanına, durmadan eder isyân.
Yine de
hiç görmeyip, kendinin günahını,
Araştırır durmadan, başkasının aybını.
Kendi
her gün işler de, türlü çeşit kabâhat,
Lâkin
hiç esef etmez, dolaşır gâyet rahat.
Yine de
kendisini, namzet görür Cennet'e,
Bilmez
ki bu hâl onu, sürükler felâkete.”
Buyurdu: “Şu kimsedir, ahlâkı iyi olan,
Etrâfında olanlar, zarar görmez hiç ondan.
Kendini
kötü bilip, iyi bilir gayriyi,
Hep
edepli bulunur, incitmez hiç kimseyi.
Çok
sıkıntı gelse de, insanlardan nefsine,
Yüzünü
ekşitmeden, göğüs gerer hepsine.
Kötülük
yapana da, o yine ihsân eder,
Zîrâ
onun içinde, kemlikten yoktur eser.
O hep
güler yüzlüdür, suratı asılmaz hiç,
Onu
gören kimseyi, kaplar bir neşe, sevinç.
Her
kişi, rahatlıkla, girer onun yanına,
Zîrâ
gelmez bir zarar, ondan bir yâranına.”
Sevdiğin kullarının, hürmetine İlâhî,
İhsân
et, iyi huylu, olalım bizler dahî.
KAYNAKLAR
1)
Tabakât-us-Sûfiyye; s.48
2)
Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.116
3)
Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.74
4)
Risâle-i Kuşeyrî; s.64
5)
Vefeyât-ül-A'yân; c.2, s.357
6)
Sıfât-üs-Safve; c.2, s.209
7)
Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.127
8)
Târih-i Bağdâd; c.9, s.187
9)
El-Bidâye ven-Nihâye; c.11, s.13
10)
Tezkiret-ül-Evliyâ; c.1, s.245
11)
Nefehât-ül-Üns; s.92
12)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.21
13)
Keşf-ül-Mahcûb; s.203
14) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.1144
15)
Fâideli Bilgiler; s.35, 167, 181
16)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.300
|