CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

SEYYİD AHMED HİCÂBÎ

Kastamonu velîlerinin büyüklerinden. Soyu Resûlullah efendimize uzanmaktadır. Büyük velî Seyyid Ahmed Siyâhî hazretlerinin oğludur. 1826 (H.1242) senesinde dünyâya geldi.

Henüz ana karnında iken, şânı yüksek pederlerine bütün kemâlâtı kendisinde toplayacak bir oğul ihsân olunacağı işâret olunmuştu. Altı aylık iken beşiğine aks eden parıltıyı kapmak için mâsumâne bir gayret sarfetmesi, Allahü teâlânın lütf u ihsânıyla ileride büyük bir zât olacağını belli etmekteydi. Üç-dört yaşlarında iken pederlerinin hatim toplantılarına katılmaya başladı. Bu sıralarda zaman zaman ilâhî bir aşkla kendinden geçtiği görülürdü.

Babası Ahmed Siyâhî hazretlerinin dergâhına giden yolda kışın zaman zaman Serçeoğlu yokuşunda kızağa binen çocukları seyre giderdi. Yine böyle bir günde yolun kuzeyinde bulunan AzizMahmûd Hüdâyî hazretlerinin büyük halîfelerinden Hacı MustafaEfendi hazretlerinin medfûn bulunduğu türbeden çıkan bâzı kimseler kendisini türbe içine aldılar ve pekçok nîmetlerle gönlünü hoş ettiler. Sonra yine dışarı çıkardılar. Bu olay pekçok kere tekrarlandı. Hattâ bâzan her türlü nîmetin mevcûd bulunduğu o mübârek zâtların yanından ayrılmak istemez, uzunca bir süre içeride kalırdı. Bir defâ uzun aramalardan sonra anne ve babası kendisini adı geçen türbeden çıkarken görüp çok şaşırmışlardı. Küçük Ahmed 12 yaşına gelinceye kadar oranın vefât etmiş bir zâtın türbesi olduğunu bilemedi. O nîmetlerle dolu olan bu yeri bir zâtın hânesi zannederdi. Öğrendikten sonra ise bir daha o haller meydana gelmedi. İrşâd, insanlara Allahü teâlânın emr ve yasaklarını bildirme makâmına geldiğinde bâzan neşeli sohbetler sırasında bu vakayı talebelerine naklederdi.

Tahsil yaşına geldiğinde önce meşhur kırâat âlimlerinden Hüseyin Hüsnü Efendiden Kur'ân-ı azîmüşşânı hatmetti. Babası Ahmed Siyâhî hazretlerinden sarf, nahiv, fıkıh, hadîs ve kelâm tahsilinden sonra Keskinzâde Ahmed Erîb Efendi hazretlerinin sohbetlerine devamla, tasavvuf dersleri aldı.Kara Kâdızâde Mustafa Efendiden ilm-i ferâiz ve Mesûdî Efendiden de ilm-i hadîs dersleri aldıktan sonra babası Ahmed Siyâhî hazretleri kendisine icâzet, diploma verdi. Ayrıca icâzetnâmede pekçok da nasihatler etti.

İcâzetnâmenin özü şu şekildedir:

"...Bu icâzeti kendi irâdemle vermeyip velîlerin kutbu büyük mürşid Şeyh Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden îtibâren nebîlerin sultanı hazret-i Peygamber efendimize varıncaya kadar silsile-i Nakşibendiyye-iHâlidiyyede isimleri yazılı seyyidler ile hâcegân-ı izâm hazretlerinin mübârek ruhlarından izin ve muvâfakat aldıktan sonra takdim ettim.

Bundan sonra "Ey kalplerin sevgilisi olan oğlum!" dedikten sonra özetle şu nasihatları yapmıştır.

"...Âlimlere, tasavvuf ehline, Kur'ân-ı kerîm ehline hürmet et!Cömert ve güler yüzlü ol. Herkese ihsân ve iyilikte bulun. Hatâ ve kusurları affet, görmemezlikten gel. Kendini hiç kimseden fazîletli, üstün zannetme. Birisi sana hased ederse, ona mâni olmak için kendini zahmete sokma, onun işini Allahü teâlâya bırak. Sen kıymetli ömrünü Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymakla geçir. Vakitlerini dînin emirlerine uyarak kıymetlendir. Nefsini dâimâ hesâba çek. Dünyâya sarılmış, ona gönül vermiş olanlarla bulunma. Onlarla sohbet ve berâberlik; gam, keder ve üzüntü getirir. Devamlı âhiret kardeşlerini ve iyi arkadaşlarını arttırmaya çalış. Onlarla her zaman sohbet et. Evliyânın büyükleri ve Allahü teâlâ ile berâber ol. Buna gücün yetmezse, Allahü teâlâ ile berâber olanlarla ol ki, seni Allahü teâlâya kavuştursunlar."

Ahmed Hicâbî Efendi, 1851' de Keskinzâde hazretlerinin vefâtı üzerine İstanbul'a geldi. Burada da tahsîline devamla meşhur âlimlerden Müneccimbaşı Tâhir Efendiden hikmet, astronomi, eski sadrâzam Mehmed Rüşdî Paşadan mantık, edebiyat ve Hâzım Efendiden usûl-i fıkıh dersleri aldı.

Bu tahsilleri sırasında Hocapaşa semtindeki Safvetî Paşa Dergâhında ikâmet ve talebeleri yetiştirme işi ile meşgul olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin daha sağken yerine tâyin ettiği, kendi yerine irşâd makâmına geçirdiği Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerinin sohbetine koştu ve dört sene hizmetinde bulundu. Bu esnâda tasavvuf mertebelerinde ilerledi.

Ahmed Hicâbî Efendinin çalışmasından, gayretinden ve ihlâsından çok hoşnud olan Abdülfettâh Efendi, onun kavuştuğu ilim ve irfâna bakarak, pederleri Ahmed Siyâhî hazretlerinin verdiği icâzetnâme üzerine kendisi de bir icâzetnâme yazdı.

Böylece Ahmed Hicâbî Efendi, İstanbul'da bulunduğu altı sene içinde bir taraftan büyük âlimlerden ilim tahsîlinde bulunurken, diğer taraftan Abdülfettâh Efendi gibi mükemmel bir yetiştirici elinde tasavvuf yolunda ilerledi ve 1857 yılında Kastamonu'ya döndü. Bir müddet pederlerinin yanında talebelerin terbiyesi ve yetiştirilmesi işi ile meşgul oldu. Abdülazîz Efendi hayatta olduğu halde irşâd işinin başına Ahmed Hicâbî hazretleri geçti.

Din ilimlerinde emsâli az bulunan ve fen ilimlerinde bölgede bulunanların hepsinin üstünde yer alan Ahmed Hicâbî hazretleri, 1874 yılından vefât târihi olan 1889 yılına kadar bir taraftan talebelerin yetiştirilmesi ile meşgul olurken diğer taraftan husûsî sohbetlerinde zikir yoluyla sevenlerini tasavvuf yolunda ilerletti. Kastamonu ve çevre illerden pekçok talebe onun derslerine koştu. Husûsî halleri, huyları, hareketleri hep Peygamber efendimizin güzel ahlâkını andırırdı. Yalnız bulundukları veya insanlar arasında olduğu zamanlarda hep Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uyar, insanlara İslâm ahlâk ve yaşayışının nasıl yapıldığını gösterirdi.

Kış günlerini talebelerin terbiyesi, dersleri ve zikr-i ilâhî ile geçirirdi. Yaz günlerinde ise bâzan birkaç ay havası güzel, suyu tatlı köy ve kasabalara giderdi. Dağlarda ve kırlarda dolanır, uçsuz bucaksız semâya, yeryüzüne, bitkilere, çiçeklere, böceklere bakarak, Allahü teâlânın sınırsız kudret ve azametini düşünür, daha büyük bir aşkla cenâb-ı Hakk'ı zikrederdi. Onun her hareketi, her işi, her düşüncesi Allahü teâlânın rızâsı için olduğundan ve her ne murâd etse O'nun rızâsına uygun bulunduğundan bu seyr ve seyahatlerinde din ve dünyâsı için pekçok fayda hâsıl olurdu.

Bu seyahatleri esnâsında köy ve kasabalarda görüştüğü ahâliye hayırlı nasihatlarda bulunur, bilmediklerini öğretir, İslâmiyete uygun olmayan davranışlardan men ederdi. İlmin yayılması için mektep, medrese gibi hayır eserlerinin yapılmasını teşvik ederdi. Nitekim bu gayretleri neticesinde, İnebolu kazâsının Abana nâhiyesinde bir mekteb-i rüşdiye, bir hamam, Araç kazâsında bir büyük câmi-i şerîf, bir medrese ve bir mekteb-i rüşdiye ve Taşköprü'nün Ayvalı köyünde bir medrese inşâ edilmesine bizzat nezâret etmişlerdir. Ayvalı köyündeki medresenin başına kendi halîfelerinden İsmâil Efendiyi getirmiştir. Bâzan da dâmâdları Keskinzâde Molla Efendinin çiftliğinin bulunması hasebiyle Daday kazâsını teşrif ederlerdi. Burada da bir medrese, bir mekteb-i rüşdiye, misâfir odaları ve pazar mahallinde pekçok dükkanın binâ olunmasına ön ayak olduğu görülmüştür.

Ahmed Hicâbî hazretlerinin seyahatleri ekseriya rûhâniyetlerinden istifâde edilecek, feyz alınacak mübârek zâtların türbelerinin bulunduğu mahallere olurdu. Senede bir defâ Kastamonu'da Ilgaz Dağı eteğinde medfûn Muhyiddîn Beklî SultanBayramî, Kasaba köyünde medfun Dayı Sultan, Merkûse nâhiyesinde bulunan Sa'deddîn Horasânî, Sorkun'da Sekûtî Sultan ve Küre'de Mahmûd Şâbânî hazretlerinin türbelerini ziyâret eder ve temiz toprağını koklarlardı.Ne zaman bu mübârek makamları ziyârete gelseler etraftaki köy ve nâhiyelerden pekçok ziyâretçiler de toplanır, Allahü teâlânın rızâsı için kurbanlar kesilir, fakir fukaraya dağıtılırdı.

Yine bir defâsında Bekli Sultan hazretlerini ziyâret maksadıyla türbenin yanına gelmişti. Şeyhin geldiğini duyan pekçok kişi de oraya koştu. Bu sırada türbeye yakın bir köy ahâlisinden Ömer Ağa adında biri yanında bir koyunla geldi. Şeyh hazretlerinin elini öptükten sonra; "Efendim burada bir koyun keseceğimi nezretmiştim. Ancak uzun bir süre geçtiği halde sözümü yerine getiremedim. Dün gece rüyâmda Bekli Sultan hazretlerini gördüm. Bana, yarın türbesine gelecek muhterem misâfirleri için adağımı götürüp kesmemi emr buyurdular. Bu sözleri ağlayarak nakleden ÖmerAğa, orada bulunan herkesi de ağlattı. AhmedHicâbî hazretleri de Bekli Sultan hazretlerinin dergâh-ı şerîfleri kapısına:

"Ziyâretle murâd almak ümidiyle gelen insân" diye başlayan şiirini yazdı.

Ahmed Hicâbî hazretleri bu sûretle vilâyetin pekçok mahallerini gezdikleri gibi, ahâlisinin çok arzu etmesi üzerine Çorum'a da gitti.Burada bulunan velîlerin türbelerini ziyâretten sonra ilim adamları ile sohbetler etti. Devlet adamları ile görüşüp nasihatlarda bulundu. Câmilerde halka vâz ve nasihatlarda bulundu. Çorum'dan İstanbul'a gelen Ahmed Hicâbî hazretleri burada hocalarını ve dostlarını ziyâret ettikten sonra Bursa'ya geçti. Bursa'daki bütün mübârek zâtların türbelerini, makamlarını, medrese ve câmileri ziyâretten sonra deniz yoluyla Sinop'a geldi. Seyyid Bilâl hazretlerinin mübârek rûhunu vesîle ederek cenâb-ı Hakk'a duâ ve niyazda bulundu, sonra Kastamonu'ya döndü.

Seyyid Efendi sûreten zamânında nâdir denilecek kadar güzel, fazîlet ve irfân ile süslü, güzel fikirleri kendinde toplamış bir kimseydi. İfâdesi tatlı ve güzel olup, şiir ve yazı sanatında kâbiliyeti pek yüksekti. Tefsirdeki iktidar kâbiliyeti herkesi hayran bırakırdı. Nasihatlarından feyz ve ibret almak için pekçok ilim ve devlet adamı kendisine gelir sohbetlerine katılırlardı.

1872 senesinde Kastamonu vilâyeti vâliliğinde bulunan, sonra yine orada vefât ederek Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin türbesinde defnolunan Pertev Paşa, Ahmed Hicâbî Efendinin muhib ve bağlılarından idi. Nitekim bu aşk ve muhabbetle onun hakkında;

 

Severim zâtını bî-reyb ü riyâ

İntisâb eylediğim günden tâ

 

Buna şâhid tutarım Allah'ı

Seyyidim muhlisim vallahi.

 

mısralarını söylemiştir.

Bağdat vâlisi Sırrı Paşa hazretlerinin de Ahmed Hicâbî hazretlerine yazdığı pekçok bağlılık mektupları vardır.

Ahmed Hicâbî hazretleri 1878 senesinde babasının türbe bahçesi içerisinde bir kütüphâne ile ona bitişik bir dershâne yaptırdı. O târihten îtibâren Temmuz, Ağustos ve Eylülden başka aylarda Cumâ günleri Şifâ-i Şerîf kitabını okutmaya başladı. O sohbet ve derslerin bereketiyle kalpler şifâ bulur, hep iyi düşünce ve niyetlerle dolar, ibâdetlerde ihlâs hâsıl olurdu.

Ahmed Hicâbî hazretlerinin, yaz ve kış Nasrullah Câmii şerîfinde sabah namazını edâ eyledikten sonra civarda bulunan medreselerde din ve fen ilimleri ile meşgûl olmaları âdetleri idi. Cumâ günleri dergâhta bulunup talebelerin yetiştirilmesi ve Kur'ân-ı kerîm kırâati ile meşgul olurdu. Ramazân-ı şerîfte haftada bir gün Nasrullah Câmiinde ikindi namazından sonra ve Cumâ günleri namazdan sonra Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin dergâh-ı şerîflerinde vâz ve nasihat ederdi. Bu vâz ve nasihatlar müslümanlara uzun bir süre çölde susuz kalmış kimselere su vermek gibi idi. Kalpleri Allahü teâlânın aşkı ile dolardı. Nefisler aradan kalkar, herkes yaptığı her işi Allahü teâlânın rızâsı için yapardı. Onun kalpleri ve gönülleri feyz ve nurlarla dolduran bu sohbetlerinden istifâde edebilmek için vâzlarına aşırı hücum olurdu. Bu sırada diğer câmilerde ders veren hocaların derslerine kimse gelmedi. Ahmed Hicâbî hazretleri bu durum üzerine Nasrullah Câmiindeki vâzlarını terk etti. Ramazanın dört Cumâsında ise şeyhi dinleyebilmek için oraya can atarcasına acele giden birkaç bin ahâli sözlerinden istifâde etmeye gayret ederdi.

Dergahta sohbet ettiği zamanlarda ise içerisi tamâmen dolduğu gibi, dışarıda pencerelerin etrâfında müslümanların yanısıra hıristiyanlar da şeyhi görebilmek için toplanırlardı. Vâz ve nasihatı fevkalâde tesirli olup, dinleyenler ne kadar katı kalpli olursa olsun, mübârek sözlerini işitince yumuşar ve ürperirlerdi. Ne kadar donmuş, katılaşmış bir kalbe sâhib olurlarsa olsunlar birkaç damla gözyaşı dökmekten kendilerini alamazlardı.

Seyyid Hicâbî hazretlerinin sözleri pek tatlı, ifâdesi çok açıktı. En ince bir ilmî meseleyi, en mühim bir fennî faydayı hiç hoca görmemiş bir ümmîye bile anlatmakta güçlük çekmezdi.

Seyyid Ahmed Hicâbî hazretleri 1889 senesinde hastalığının artması üzerine daha ziyâde inzivâyı, köşesine çekilip Allahü teâlâyı zikretmeyi arzu eder oldu. Geceleri uyumaz, namaz ve zikir ile meşgul olurdu. Kendilerinde yirmi senedir bulunan kalp hastalığına müptelâ oldukları halde, aslâ ve katiyyen hastalıklarından bahsetmez ve soranlara; "Rabbimizin keremine şükrolsun, âfiyetteyim." cevâbıyla mukâbele ederlerdi. Vücutlarında görülen aşırı halsizlik sebebiyle Ramazân-ı şerîfte oruç tutmasının hastalığı arttıracağı tabibler tarafından ihtar olunduğu halde; "Böyle bir mübârek aya ulaştık. Şimden sonra bizim için nasip, kısmet mukadder değildir. Borçlu gitmeyelim." cevâbını vererek orucunu tutmaya başladı ve Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile tamamladı. Bir yere gitmek için kendisinden izin istemeye gelen dostlarına; "Geri dönersiniz. Amma beni bulamazsınız. Hakkınızı helal edin." derdi.Şeyhin hastalığı ve bu sözleri, sevenlerini ve talebelerini büyük bir üzüntüye ve eleme garketti. Ayrıca bu hususta pekçok işâretler ve rüyâlar görüyor bunlar kederlerini daha da artırıyordu.

Nitekim sevenlerinden birisi rüyâsında gâyet güzel bir bahçeye girerek tesâdüf ettiği meyve ağaçlarından yemek ve şırıl şırıl, billur gibi akan nehir sularından içmek istediğinde; "Bu Seyyid Efendi hazretlerine mahsustur." cevâbını alması üzerine hayretle uyandığını anlattı. Bu haberler şehirde yayılıp herkes tarafından duyuldukça onun mübârek eşiğine son defa yüz sürebilmek ve duâsını alıp helalleşebilmek için saâdethânesine büyük bir hücûm oldu. Ancak onların içine düştükleri bu üzüntülü hallerine dayanamayan Şeyh hazretleri bulundukları hücreye haberleri olmaksızın kimsenin konulmamasını istediler. Hastalığının çok şiddetlendiği bu halde bile Allahü teâlâ hazretlerine şükür ve senâ etmekten ve yanına girenlere nasihatte bulunmaktan geri durmazlardı.

Seyyid Hicâbî hazretleri bir müddet sonra Tosya'da bulunan ulemâdan Mâhir Efendinin gelmesi için haber gönderdi. Haberi alanMâhir Efendi on iki saatlik mesâfeyi sekiz saatte alarak huzur-ı saâdetlerine ulaştı. Seyyid hazretleri ona bakarak; "Molla Mâhir görüyorsun. Biz pazarlığı ilerlettik. Cenâb-ı Hakk'ın emrini bekliyorum. Vasiyetlerimin yerine getirilmesine dergâh ve medresenin memuriyetine ve talebelerin yetiştirilmesine gayret ve himmet et. Benim için müteessir olma.Aradığım bu gün idi. Hemen ölüm hâlimizin güzel ve kolay olması için duâ edin." buyurdu.

Sonra dâmâdı Keskinzâde'ye kütüphânedeki emânetler içerisinde bulunan ve muhterem pederlerine Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri tarafından ihsân edilen yeşil tâcın tabutları üzerine konulmasını, kabirlerinin pederlerinin kabrinden küçük yapılıp süslü olmamasını ve dergâha hizmeti terk etmemesini vasiyet ettiler.

Cumâ günü öğleden sonra yanlarına girmekte olan hanımlarına, kızlarına ve hizmetçilerine hitâben; "Bizim etrafımız artık mukaddes ruhlar ile doldu. Çok dikkatli hareket edin ve çok seyrek olarak girip çıkın." buyurdu. İkindiye yakın abdest alarak ağızlarına bundan böyle dünyâ nîmetlerinden bir şey almayacaklarını ve Rabbi teâlâ ile meşgûl bulunacaklarını beyân buyurdular. O gece beş-altı senedir dergâhın imâmlık vazîfesini gören Hâfız Emin Efendi ile Hâfız Sûzî Efendi iki taraftan nöbetle sabaha kadar Kur'ân-ı kerîm okudular. Ahmed Hicâbî hazretleri seher vakti âhirete irtihâl eyledi. Pederinin türbesine defnolundu.

Sabahleyin Şeyhin ağır hastalığından ve vefâtından haberi olmayan pekçok ulemâ ve fukahânın dergâhta toplandıkları görüldü. Bunlardan bâzıları şöyle anlatmıştır:

"Gece rüyâmızda başlarında Seyyid Hicâbî hazretleri olduğu halde evliyâullahtan bir cemâatin atlı olarak yol aldığını gördük. Nereye gittiklerini sorduğumuzda Seyyid Hicâbî hazretleri, Hicaz'a gittiklerini ve kendilerinin de acele etmeleri gerektiğini söylediler. Bu sözlerini Seyid Hicâbî hazretlerinin hastalığının ağırlaştığına yoran dostları erkenden haneye geldiklerinde Şeyh'in vefât ettiğini gördüler.

İki kişi de rüyâlarında Resûlullah efendimizi gördüklerini ve Seyyid Efendinin dergâhına gittiğini haber verdiklerini bildirdiler.

Seyyid Ahmed Hicâbî hazretlerinin ahlâkı, tavırları halleri ve işleri hep İslâmiyete uygundu. Mübârek huzurlarına ne kadar gam ve keder ile varılmış olsa hikmet-i ilâhî nazarlarında görülen nûr sebebiyle gelenler kederlerini unutur, ferahlar ve rahatlardı. Fakir ve fukarânın yardımcısı idi. Kimsenin bilmediği ve duymadığı felâkete düşen nice kimselere elini uzatırdı. Kastamonu vilâyetinde ve çevresinde onun nîmetini görmemiş kimse yok gibiydi. Kahkaha ile güldükleri görülmemiş, konuşmalarında da ağzından kötü söz çıktığını kimse işitmemişti. Bir fincan kahve hakkını muhâfaza eyler ve nîmetini yedikleri zevâta pek ziyâde hürmet ederlerdi.

Ders vermekte kaldıkları ve seher vakitlerinde Kur'ân-ı kerîm tilâvetinde bulundukları dershânelerin inşâsı bitmiş her şeyi noksansız tamamlanmıştı. İçerisini gören Seyyid Hicâbî hazretleri; "Elhamdülillah her şey tamam oldu. Sâdece saatimiz noksan kalmış." diye söylendiler. Talebeleri ne sûretle temin edebilecekleri husûsunda müzâkere ederken; "Allahü teâlâ gönderir." buyurdular.

Birkaç gün sonra mâliye âzâsından Hacı Ârif Efendi tarafından bir İngiliz saati ile bir mektup geldi. Hacı Ârif Efendi mektubunda; "Bu saati on-on beş sene önce almıştım, şimdiye kadar yanımda bulundurduğumun sebebi bir yere vermekti. Ancak niyetim gerçekleşmedi. Şimdi Kastamonu'da inşâ buyurduğunuz dershâneye vakf olunması dileğimizdir." diyerek durumu şeyhe arz ile, duâ istirhâm ediyordu.

 

KERÂMET ve MENKÎBELERİ

NE YAZILI?

Ahmed Hicâbî hazretlerinin sohbetinde bulunmuş ve Sivas vâliliği yapmış olan Memduh Bey şöyle nakletmektedir:

"Bir gün huzûrunda Bursa'ya gittiğimi söylemiştim. Mukaddes makamları ziyâret edip etmediğimi sordu. Bütün evliyâ ve ulemânın türbelerini ziyâret ettiğimi bildirdim. Molla Hüsrev'in taşında ne yazılı olduğunu suâl ettiler. Garip bir tesâdüf olarak Şeyh hazretlerinin taşındaki yazı hoşuma gitmiş, nazar-ı dikkatle okumuştum.

"Menba'-ı ilm ü hüner

Vâris-i ulûm-ı hazret-i hayrü'l-beşer

Neyyir-i hurşîd eser

Sâhibü'd-dürer ve'l-gurer

Mevlânâ Muhammed Hüsrev."

yazılı idi. Kendisine okuyuverdim. Sonra; "Gördün mü! Şeyh hazretlerinin kabir nişanı olan mezarının taşı bile onun vasıflarını kıyâmete kadar muhâfazaya, senin gibi pekçok ziyâretçinin kalbine nakşa çalışırken; ilmî eserlerini takdir eden hâfızalar şanlı nâmını, ulu kadrini kıymetini nasıl unutabilir! İlim tahsîli için bütün gücünü, kuvvetini ve hayat sermâyesini sarfetmek için bir büyüğe hizmetçi olmak isteyen o taşın hâli sana ders ve ibret olsun." buyurdular.

 

KAYNAKLAR

1) Tehassür (M.Zühdi, Derseâdet, 1308); s.22-60