|
SENÛSÎ (Muhammed bin Yûsuf)
Cezâyir'de Tilmsân şehrinde yetişen tasavvuf büyüklerinden. Hadîs, kelâm, mantık
ve kırâat âlimi. İsmi Muhammed, babasınınki Yûsuf'dur. Es-Senûsî, et-Tilemsânî,
El-Hasenî nisbeleri olup, künyesi Ebû Abdullah ve Ebû Ya'kûb'dur. Şerîf olup,
soyu hazret-i Hasan'a dolayısıyla Peygamber efendimize dayanmaktadır. Bunun için
Hasenî diye nisbet edilmiştir. Anne tarafından Senûs isimli şerefli bir kabîleye
mensûb olup, buna nisbetle de Senûsî denilmiş ve bununla meşhûr olmuştur. 1428
(H.832) senesinde doğdu. 1490 (H.895) senesinde bir Pazar günü Tilemsân'da vefât
etti.Vefâtında 55 yaşlarında olduğuna dâir kayıtlara da rastlanmıştır.
Hayırlı, mübârek, fâdıl ve sâlih bir zât olarak yetişen Senûsî, ilk olarak
babasından ders aldı. Sonra; Nasruddîn ez-Zevâvî, Allâme Muhammed bin Tûmert,
Seyyîd Şerîf Ebü'l-Haccâc Yûsuf bin Ebi'l-Abbâs, Ebû Abdullah el-Habbâk,
Muhammed bin Abbâs, Ebü'l-Hasan Tâlütî, Ebû Zeyd Abdürrahmân es-Se'âlebî,
İbrâhimTâzî, Ebû'l-Hasan Kalsâdî, Hasan er-Râşidî ve daha başka âlimlerden ilim
öğrendi. Bu âlimlerin yanlarında çok kalıp, onlardan istifâde etti.
Kendilerinden ilim öğrendiği hocalarını çok sever, hürmet ve hizmette kusûr
etmezdi. İlim tahsîl etmekteki bu üstün gayret ve edebi sebebiyle, kısa zamanda
yükselerek, zamânında bulunan âlimlerin önde gelenlerinden oldu. Kendisine Şeyh-ul-allâme
denildi. Hakîkî İslâm âlimlerinin büyüklerinden, sâlih, âbid ve ârif bir zât
oldu.
İbn-i
Sa'd, Ebü'l-Kâsım ez-Zevâvî, İbn-i Ebû Midyen, Yahyâ bin Muhammed, İbn-ül-Hâc
el-Beyderî, İbn-ül-Abbâs es-Sagîr, Veliyyullah Muhammed el-Kal'î, İbrâhim el-Vecdîcî
ve fazîlet sâhiplerinden nice yüksek zâtlar ondan ilim öğrenmişlerdir. Yâni
talebelerinin hemen hepsi de âlim ve fâzıl zâtlar idi. Şerîf Muhammed bin Yûsuf
Senûsî, yaptığı bütün işlerin dînimizin hükümlerine uygun olmasına âzamî gayret
gösterirdi. Zühd sâhibi olup, dünyâya düşkün değildi. Allahü teâlânın muhabbeti
ile ve bu muhabbetin elden gitmesi korkusu ile doluydu. Firâseti kuvvetliydi.
Yaptığı duâlar kabûl olunurdu.
İlimde,
hidâyette, doğrulukta, güzel ahlâkta, zühd ve verâda haram ve çirkin işleri
yapmaktan sakınmakta üstün derece sâhibiydi. Zâhirî ilimlerde olduğu gibi,
bâtınî ilimlerde de de çok yüksekti. Din ve dünyâ saâdetine sebep olan ilimleri
okuturdu. Her ân Allahü teâlâyı tefekkür ederdi. Bu hâl kendisini öyle kaplardı
ki, sanki âhireti görüyor gibi hareket ederdi. Devâmlı hüzünlüydü, fakat asık
suratlı ve çatık kaşlı değildi.
Senûsî
hazretleri sohbet edip bir şey anlattığı zaman, bütün fehm, anlayış kapıları
açılır, dinleyen herkes konuşulanları rahatlıkla anlıyabilirdi. Hadîs-i
şerîflerde Peygamberlerin vârisleri oldukları bildirilen hakîkî âlimlerdendi.
Bütün sözleri, her isteyene doğruyu gösteren kuvvetli bir ölçü idi. Allah
korkusunun şiddetiyle göğsünün (kalbinin) inlediği, yanında bulunanlar
tarafından işitilirdi. Bâzan Allahü teâlâyı zikrederek kendinden geçer, böyle
hâllerde yanında bulunanları bile tanıyamazdı.
Güzel
ahlâk sâhibi, gâyet mütevâzî ve yumuşak kalbli idi. İnsanlara, hattâ her mahlûka
karşı çok merhametliydi. Yanına gelenleri güler yüzle, karşılardı. Çocuklara çok
iltifât edip kolaylık göstererek muâmele eder, yolda yürürken bile bu iltifâtı
gösterirdi. Büyüklere saygı gösterir, küçüklerle birlikte oturmaktan sıkılmazdı.
İyilik, ikrâm sâhibi olup, zayıfları gözetir, yardımda bulunurdu. Hiç kimseye
îtirâzda bulunmazdı. Gücü yettiği nisbette ihtiyaç sâhiplerine yardımcı olurdu.
Sevdiklerinden birinin sultâna bir işi düşse, bu işin kolayca halledilmesi için
sultâna ricâda bulunur, bu hususta sıkıntılara sabrederdi. Onu tanıyan herkesin
kalbinde, onun büyüklüğünü kabûl ve onun heybeti vardı. İnsanlar, bereketlenmek
ve sohbetlerinden istifâde etmek niyetiyle, kalabalık gruplar halinde onun
ziyâretine gelirlerdi. Onu çok sevenlerden birisi, tanıdıklarına şöyle
söylemiştir: Zamânımızda Senûsî hazretleri gibi, zâhirî ve bâtınî ilimlerin tam
bir şekilde kendisinde toplandığı ve bu ilimlerden birçok kimsenin faydalandığı
çok yüksek bir âlimin bulunması, teaccüb olunacak, hayret edilecek bir hâldir.
Böyle bir âlim ender bulunur. Her kim o büyük zâta kavuşursa, dünyâ ve âhiretine
çok faydalı büyük bir hazîneye kavuşmuş gibidir. Henüz sağ iken kendisinden ilim
öğrenmekte ve istifâde etmekte çok acele ediniz. Belki de yakın zaman sonra
ondan mahrûm kalırsınız (o vefât eder) ve siz de bu zamanda, doğuda ve batıda
onun gibi bir âlimi belki de bulmazsınız."
Bir
zaman, Senûsî hazretlerinin bulunduğu beldede kıtlık meydana gelmişti. Zamânın
sultânı ona haber gönderip, Hasan Ebrikân Medresesinde bulunan gıdâ
maddelerinden istediği kadar alabileceğini bildirince, Senûsî hazretleri buyurdu
ki: "Hakîkî velî o kimsedir ki, şâyet Cennet ve içinde bulunan sayısız nîmetler
keşfolunup ona gösterilse, bunların hiçbirine iltifat etmez. Allahü teâlâdan
başka hiçbir şeye meyl ve îtimâd etmez. İşte bu hakîkî velinin hâlidir." Böyle
söyledi ve sultanın teklifini kabul etmedi. Kendisi de, böylece hakîkî velînin
halini göstermiş oldu.
Ebû
Abdullah Senûsî hazretleri, vâz ve nasîhatlerinde hep âlimlerden anlatır,
onların sözlerini naklederdi. Kendinden hiçbir şey söylemezdi. Sohbetleri çok
bereketliydi. Vâzlarında herkesin arzu ettiği öyle güzel meseleleri anlatırdı
ki, sohbette bulunan herkes; "Sâdece benim için konuşuyor. Yalnız benim arzu
ettiğim şeyleri anlatıyor." derdi. Sohbeti o kadar tesirliydi ki, sohbette
bulunan herkes murâkabe hâline dalar ve kendisini âhiret düşüncesi kaplardı.
Onun vâz meclisi hiç boş kalmazdı. Herkese hâline göre konuşur, o kimsenin
istidâdı ne ise, o nisbette anlatırdı. Sohbet olmadığı zaman, dudakları devamlı
Allahü teâlânın zikri ile hareket ederdi. "Hakîkî kulluk; tam bir gönül
kırıklığı içinde, boynu bükük olarak ve emirlere tam itâat edip, yasak
edilenlerden kaçınmaktır." buyururdu.
Senûsî
hazretleri, zamânının en çok verâ sâhibi olanıydı. Dünyâya düşkün olanlarla
berâber bulunmayı, onlarla görüşmeyi ve onlara yakın olmayı hiç sevmezdi. Bir
defâsında talebelerinden birkaçı ile birlikte bir yerden geçiyordu. Süslü
elbiseler giyinip, süslü atlara binmiş bâzı kimselerin oradan geçtiklerini
gördü. "Bunlar da kim?" dedi. "Bunlar, âhireti akıllarına getirmeyen dünyâlık
kimselerdir." dediler. Böyle hâllere düşmekten Allahü teâlâya sığındı ve yoluna
başka bir yerden devâm etti. Yine bir zaman aynı kimselerle karşılaştı. Bu sefer
yolunu değiştirmek imkânı yoktu. Bunun için, hemen bir duvarın arkasına geçti ve
oraya gizlendi. Onlar geçip gidinceye kadar çıkmadı.
Dünyâya
düşkün olanlarla görüşmediği gibi, onlardan bir hediye gelecek olsa, onu da
kabûl etmezdi. Fevkalâde hayâ sâhibi idi. En fazla Allahü teâlâdan hayâ ederdi.
Bunca nîmetleri ihsân eden Allahü teâlâya karşı, O'nun râzı olmadığı, hattâ
yasak ettiği bir işi işlemekten çok korkardı. İnsanların uygunsuz hâllerini
görünce, hiç dayanamaz; "Nasıl böyle yapabiliyorlar?" diye teaccüb ederdi. Bu
sebeple talebelerinden birine birgün; "Ey evlâdım! Vallahi, şâyet mümkün
olsaydı, ne kimse ile görüşürdüm, ne de kimsenin beni görmesine râzı olurdum.
Hep kendi hâlimde, Rabbime ibâdet ve tâat ile meşgûl olurdum. Lâkin insanlar,
dînî bakımdan kendilerine faydalı olabilmem için yanıma gelirler. Bu sebeble,
ben de onları men edemem." buyurmuştur.
Yumuşak
huylu ve çok sabırlı bir zât idi. Başkalarından, kendisini üzecek, incitecek bir
söz duysa, buna kızmadığı ve gücenmediği gibi, yüzünü bile ekşitmezdi. Tebessüm
ederek, güzel konuşmaya devâm ederdi.Hiçbir kimseye kin tutmazdı. İtikâdı bozuk
ve çeşitli uygunsuz hâlleri sebebiyle sevmediği bir kimse ile karşılaşsa, bunu
ona belli etmez, yine yumuşak ve neşeli konuşurdu. Hattâ o kimse; "Bu zât beni
çok seviyor." zannederdi.
Mahlûklara karşı çok merhametli idi. Bir defâsında bir yerden geçerken,
avcıların ve av köpeklerinin bir kurdun peşinde olduklarını gördü. Köpekler,
kurdu yakalayıp, yere yıktılar ve kanlar içerisinde bıraktılar. Mahlûklara olan
merhametinin fazlalığından bu hâle çok üzüldü ve; "Lâ ilâhe illallah. Vicdan
buna nasıl dayanır?" diyerek ağlamaya başladı.
"İnsanın, yürürken bile yumuşak ve mülâyim olması, önüne bakarak yürümesi,
karınca gibi, yerde bulunabilecek ufak bir canlıya bile zarar vermemek için
dikkatli olması gerekir." buyururdu. Bir defâ, bir kimsenin merkebini dövdüğünü
gördü, çok üzüldü; "Ey mübârek! Yumuşak huylu ol!" diyerek, onu dövmekten men
etti. Mektepteki muallimlere, çocukları terbiye ederken onları dövmemelerini
tenbih ederdi.
Senûsî
hazretleri, hiçbir zaman, hiçbir kimseye bedduâ etmemişti. Ancak bir defâsında,
bir evde çirkin fiillerin işlendiğini haber alınca buna sabredemedi. Çok
celâllendi ve o evde bulunanlara bedduâ etti. Kısa zaman sonra da ev boşaltıldı.
Senûsî'nin sözlerini anlıyamadıkları için, az da olsa ona îtirâz edenler oldu
ise de, çoğu vazgeçip tövbe etmişlerdir. Senûsî ölüm hastalığında iken, daha
önce kendisine îtirâzda bulunanlardan bir âlim gelerek özür diledi ve affını
istedi. O da o âlimi affedip, duâ etti. Senûsî vefât edince, o âlim çok ağladı
ve çok üzüldü. O büyük zâtın yüksekliğini anlıyabilmekte çok geciktiğini
düşünerek çok üzülür, ne zaman Senûsî'nin ismi geçse hemen ağlardı.
Senûsî
hazretleri, birbirine hasım olanların aralarını bulur, onları barıştırır,
muhtaçların ihtiyaçlarını giderirdi. Birisi kendisine bir iş havâle etse, onu
geri çevirmez ve görmeye çalışırdı. Bir defâsında, bir günde, hiç ara vermeden
otuz mektup yazdı. Bu kadar sıkıntıya girip, kedisini niçin yorduğu suâl
edildiğinde; "Bir kimse benden bu işi yapmamı istedi. Ben de onu kıramadım."
buyurdu.
Kul
hakkına girmekten çok sakınırdı. Yanına bir kimse gelse, ayrılıncaya kadar
onunla ilgilenir, ilgisiz kalmazdı. Kendisine bir iş havâle edilince, o işi
yapma müddeti bitmeden evvel mutlaka o işi tamamlardı.
Muhtâc
olanlara çok sadaka verirdi. Evinde bulunanlara da, her zaman ve bilhassa açlık
ve kıtlık zamanlarında çok sadaka vermelerini sık sık tenbih ederdi. "Cennet
nîmetlerine kavuşmayı arzu edenler, bilhassa pahalılık ve kıtlık zamanlarında
çok sadaka versinler." buyururdu.
Her ân
Allahü teâlâyı tefekkür ederdi. "İnsanlarla birlikte gülüyor görünüp, kalbi
Rabbinin korkusuyla ağlayan kaç kişi vardır." buyurarak, asıl maksadın Allahü
teâlâdan gâfil olmamak, O'nu unutmamak olduğunu bildirirdi. İşte bu hâl,
âriflerin, evliyânın hâlidir.
Senûsî,
Allah korkusunun fazlalığı, devamlı murâkabe hâli ve her ân tefekkür etmesi
sebebiyle, dünyâda sanki hapiste gibiydi.Dâvûd aleyhisselâmın yaptığı gibi, bir
gün oruçlu, bir gün oruçsuz olurdu. Az bir yemek ile iftar ederdi. Oruçlu
olmadığı günlerde de yiyecek bir şey istemezdi. Bâzan üç gün ve daha ziyâde,
hiçbir şey yemeyip içmediği olurdu. Kendisine bir yemek verilse yer, yoksa böyle
devâm ederdi. Yiyecek bir şeyler istemezdi. Oruçlu olduğu bâzı günlerde; "Bugün
oruçlu musunuz, yoksa oruçlu değil misiniz?" diye suâl edilince; "Ne oruçluyum.
Ne de oruçlu değilim." derdi. Oruca niyetli olduğu için ve aynı zamanda
kendisini hakîkî oruç tutanlardan saymadığı için böyle söylerdi. "Oruçlu olup
olmadığınızı bilemiyor musunuz?" diyenlere de cevap vermez, sâdece tebessüm
ederdi.
Senûsî
hazretlerinin talebeleri derler ki: "Biz, ondan daha güzel huylu birini
görmedik. Kimseye kızıp sinirlenmediği gibi, yüksek sesle bile konuşmazdı.
Kendisine mahsus olan, onunla tanındığı bir elbisesi yoktu. Gâyet sâde bir
şekilde giyinirdi."
Senûsî
hazretlerinin geceki hâlini, hanımı şöyle anlatır: "Gecenin ilk kısmında bir
mikdâr uyuyup, sonra kalkar, yüzünü semâya dönerek kendi kendine sitem eder ve;
"Hem Cehennem azâbından korkuyorsun, hem de Cennet'e gideceği kendisine haber
verilmiş bir kimse gibi uyuyorsun. Bu nasıl hâldir?" derdi. Sonra da fecre,
sabaha kadar ibâdet ve tâat ile meşgûl olurdu.
Namaz
kılmak ve Kur'ân-ı kerîm okumak niyetiyle hep mescidde kalmak ister, hiç çıkmak
istemezdi. Ölüm hastalığında mescide gidemez oldu. Yatağından çıkamıyacak
durumda olduğu zaman bile namazını terketmedi. On gün hasta kaldı. Hastalığı
ağırlaştığında kızı; "Gidiyorsun ve beni terkediyorsun." deyince; "İnşâallahü
teâlâ yakın zamanda Cennet'te buluşuruz." buyurdu. Vefât ederken de buyurdu ki:
"Hak sübhânehü ve teâlâ bizlere ve bizleri sevenlere, vefât ederken Kelime-i
şehâdeti söylemeyi nasîb etsin. O'ndan bunu dileriz." Bundan sonra vefât
etti.Vefâtından sonra etrâfa misk kokusu yayıldı ve insanlar bu güzel kokuyu
hissettiler.
Senûsî
hazretlerinin pekçok kerâmetleri görülmüştür. Talebelerine, kendisine muhabbeti
olanlara; "Bir yerde daralıp, zor durumda kaldığınızda, bizden yardım isteyin.
Allahü teâlânın izni ile sizin o isteğiniz bize ulaşır ve bi-iznillâh yardım
ederiz." buyurdu.
Bir
defâsında,Senûsî'yi sevenlerden bir zât, evini kilitleyip bir yere gitmişti.
Anahtarını kaybetti. Her ne kadar aradı ise de bulamadı. Evine gelip, elini
kapalı kilidin üzerine koyarak; "Yâ Muhammed bin Yûsuf Senûsî bana yardım et.
Seni vesîle ederekAllahü teâlâdan yardım istiyorum." dedi. Daha sözünü
bitirmeden, kapalı kilit açılıverdi.
Senûsî
hazretlerinin âdeti şöyle idi ki, mescidinde sabah namazını kıldırdıktan sonra
bir mikdâr zikir ile meşgûl olur, sonra talebelere ilim öğretirdi. Sonra evinden
çıkıp, sohbet için toplanmış olanlarla bir müddet sohbet eder, daha sonra da
içeri girip duhâ namazını kılardı. Sâdece duhâ namazında Kur'ân-ı kerîmden on
hizb, elli sayfa okurdu. Öğle namazı vaktine kadar kitap mütâlaa eder (okur),
sonra namazı kıldırırdı. Bâzan duhâ namazından sonra odasına girer, akşama kadar
hiç çıkmazdı. Yatsı namazından sonra bir müddet uyur, sonra kalkıp abdest alır,
fecr vaktine kadar namaz kılmakla veya Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl olurdu.
Senûsî
hazretlerinin yazdığı kıymetli eserlerden bâzılarının isimleri şunlardır:
Ümm-ül-Berâhîn (Akâid), Şerhu Ümm-ül-Berâhîn (Bu kitap, bir önce
zikredilen kitabın şerhidir.), Tevhîdü Ehl-il-İrfân, Ikd-ül-Ferîd fî Halli
Müşkilât-it-tevhîd, Akîdetü Ehl-it-Tevhîd, Umdetü Ehl-it-Tevhîd vet-Tesdîd fî
ŞerhiAkîdetü Ehl-it-Tevhîd, Kitâb-ül-Hakâik, Menhec-üs-Sedîd, Nusret-ül-Fakîr,
Mukarreb-ül-Müstevfî, Şerhû Esmâ-il-Hüsnâ, Şerh-ut-Tesbîh, Şerhu İsagûcî, Şerhu
Müşkilât-il-Buhârî, Şerh-uş-Şâtıbiyyet-il-Kübrâ, Muhtasarı Ravd-ül-Unf, Şerhu
Cevâhir-il-Ulûm, Tefsîr-ül-Kur'ân.
Âlimlerden birinin bir yakını vefât etmişti. O âlim zât, vefât eden bu yakınını
rüyâsında görüp hâlini sordu. O da şöyle cevap verdi: "Elhamdülillah, Cennet'e
girdim. Cennet'te, İbrâhim aleyhisselâmın, küçük çocuklara Senûsî'nin Akîde
isimli kitabını okuttuğunu, o kitabı levhalara yazdıklarını ve sesli olarak
(açıktan) okuduklarını gördüm." Bu yakınının söylediklerini hayretle dinleyen o
âlim zâtın, Senûsî hazretlerine ve kitaplarına olan muhabbet ve îtimâdı daha da
arttı.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
KORKULU
HÂLLER
Talebelerinden birisi Senûsî hazretlerine; "Efendim! Niçin bu kadar çok korkulu
hâlde bulunuyorsunuz? Devamlı Cehennem azâbından bahsediyorsunuz? Devamlı
yüzünüz sararmış bir hâlde?" diye sordu. Senûsî bu talebesine, bu suâle verdiği
cevâbı kimseye anlatmaması şartıyla cevap verebileceğini söyledi. Talebe de
kabûl edip, hocasının sağlığında kimseye anlatmamak üzere söz verdi. Bunun
üzerine Senûsî hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâ, beni Cehennem'e muttalî
kıldı. Cehennem'i ve içinde ne varsa hepsini gösterdi. Cehennem'den Allahü
teâlâya sığınırız. İşte o zaman yüzümün rengi değişti. Cehennem'in dehşetiyle
bana mahzunluk çöktü. O zamandan bu âna kadar yüzümün rengi değişmiş olarak
duruyor. Cehennem'i gören, ona muttalî olan kimsenin hâli nasıl olur? Onu görmüş
olan kimse gülebilir mi? Doyuncaya kadar yemek yiyebilir mi? İşte bende bulunan
ve senin suâl ettiğin hâlin sebebi budur." O talebe bundan sonra hocasına daha
çok bağlandı ve yaşadığı müddetçe bunu kimseye anlatmadı.
BİR MİKDÂR
ET
Rivâyet
edilir ki, sıcak bir yaz günü, bir kimse çarşıdan bir mikdâr et alıp evine
götürürken, Senûsî hazretlerinin mescidinin yanından geçiyordu. Bu sırada cemâat
namaza durmak üzere idi. İkâmet okunuyordu. O kimse, burada namazı kılıp, ondan
sonra gitmek istedi. Sonra, etin kaybolma veya bozulma ihtimâli bulunduğunu
düşünüp, tereddüt etti. O kimse bu tereddüt içinde iken, namazın bir rekati
kılındı. Nihâyet o kimse cemâate uydu ve namazdan sonra eti alıp gitti. Etin
üzerindeki kanlar duruyordu ve hiçbir bozulma işâreti görülmemişti. Eve gelince
pişirmek istediler. Tencereye koyup yatsı namazına kadar kaynattıkları hâlde,
ette bir değişiklik görülmüyordu. Hattâ üzerindeki kanlar bile aynen duruyordu.
Et, aynen Senûsî'nin mescidine girerken bıraktığı hâlde duruyor, hiç bir değişme
olmuyordu. O kimse bunda bir hikmet olduğunu düşünerek, Senûsî'nin yanına geldi
ve durumu anlattı. O da buyurdu ki: "Yavrucuğum, benAllahü teâlâdan ümîd
ediyorum ki, bana tâbî olup arkamda namaz kılanın etini ateşte yakmaz. Bu et bu
sebeble yanmıyor (pişmiyor) olabilir. Lâkin sen bu hâli gizle. Hiçkimseye
anlatma." O daSenûsî hayatta iken bu hâdiseyi hiç kimseye anlatmadı.
BEYİTLER
CEHENNEM
KORKUSU
Cezâyir’de yetişen, âlim ve evliyâdan,
Senûsî
hazretleri, var idi ki bir zaman,
Allahü
teâlâyı, hiç bir an unutmazdı,
Ve
Allah korkusundan, geceleri yatmazdı.
Hüzünlü
görünürdü, ekserî mübârek zât,
Fakat
asla değildi, çatık kaş, asık surat.
Âhiret
düşüncesi ve Allah korkusundan,
Göğsünün hırıltısı, duyulurdu dışardan.
İnsanlara güler yüz, gösterirdi ve lâkin,
Allah
korkusu ile, ağlardı için için.
Talebesinden biri, onun bu hâllerine,
Vâkıf
olup bu hâli, sordu kendilerine.
Dedi
ki: “Ey efendim, acep zât-ı âlîniz,
Ne
sebepten devamlı, hüzünlüdür hâliniz?
Cehennem azâbından, söylersiniz bize hep,
Yüz
renginiz hep sarı, hep solgun, niye acep?”
Senûsî
hazretleri, talebeye cevâben,
Buyurdu
ki: “Evlâdım, söyliyeyim sana ben,
Cehennem'i rüyâda, gösterdi Rabbim bana,
Vâkıf
oldum şiddetli, ateş ve azâbına,
İşte o
günden beri, değişti bu yüz rengim,
Mahzunluk çöktü bana, sarardı soldu benzim.
Ona
vâkıf olanın, ahvâli nasıl olur?
Onu
gördükten sonra, o nasıl rahat uyur?
Onu
gören bir kimse, artık gülebilir mi?
Ve
doyuncaya kadar, yemek yiyebilir mi?
Cehennemin şiddeti, hiç gitmiyor gözümden,
Hak
teâlâ korusun, bizi o korkunç günden.”
O
talebe bunları, işitince hayretle,
Hocasına daha çok, bağlandı muhabbetle.
Senûsî
hazretleri, yatmazdı geceleri,
İbâdetle geçerdi, zamanları ekseri.
Eğer
uyku bastırıp, uyusaydı bir miktar,
Hemen
kendi kendini, ederdi şöyle ihtâr:
Derdi
ki: “Ey Senûsî, nicedir senin hâlin?
Kalk,
tövbe istigfâr et, affetsin seni Rabbin.
Cehennem azâbından, korkuyorum diyorsun,
Hem de
Cennetlik gibi rahatça uyuyorsun.”
KAYNAKLAR
1)
Ta'rif-ül-Halef; c.1, s.179
2)
Mu'cem-ül-Müellifîn; c.12, s.132
3)
Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.216
4) El-A'lâm;
c.7, s.154
5)
Îzâh-ül-Meknûn; c.2, s.109, 448, 651
6) El-Bustân;
s.237
7) Neyl-ül-İbtihâc;
s.325
8) Keşf-üz-Zünûn;
s.170,1157,1158, 1501, 1539,1626
9)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.13
|
|