NÛR MUHAMMED BEDÂYÛNÎ
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, doğru yolu gösterip hakîkî
saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve
velîlerin yirmi altıncısıdır. Seyyid olup soyu Peygamber efendimize ulaşır.
Hindistan'ın Bedâyûn şehrindendir. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1722 (H.1135)
senesinde Delhi'de vefât etti. Türbesi, Hindistan'ın Delhi şehrinin güney
tarafında, Nizâmüddîn-i Evliyâ'nın türbesinin batısında olup ziyâret
edilmektedir.
Seyyid
Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri, ilmini ve feyzini İmâm-ıRabbânî hazretlerinin
torunu, büyük âlim ve mürşid-i kâmil Muhammed Seyfüddîn-i Farûkî'den aldı.
AyrıcaMirzâ Hâfız Muhsin'den de ilim öğrendi. Seyfüddîn-i Fârûkî hazretlerinin
derslerinde ve sohbetlerinde yetişip icâzet aldı. İlimde o kadar yükselmişti ki;
sarf, nahiv, mantık, meânî, tefsîr, hadîs ilimlerinde ve tasavvufta zamânının
yegâne âlimi ve rehberi idi. Tasavvuf ehli onunla iftihâr etmişlerdir. İnsanlar
ondan feyz almak için sohbetine koşmuşlardır. Bir teveccühü ile talebelerinin
kalbleri zikretmeye başlardı. "Sokakta fâsıkla, günâha dalmış kimse ile
karşılaşmak kalbde zulmet hâsıl eder." buyururdu ve talebelerinin hangi fıskı,
günahı işleyenle karşılaştığını haber verirdi. Yetiştirdiği talebelerin en
meşhûru ve halîfesi, "Mazhar-ı Cân-ı Cânân" hazretleri olup, evliyânın
büyüklerindendir.
Seyyid
Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri, dînin emirlerine tam uyardı. Şüpheli şeylerden
ve haramlardan sakınma husûsunda gayreti son dereceye ulaşmıştı. Yiyeceği
ekmeğin ununu helâlden tedârik eder, hamurunu kendi yoğurup, pişirir ve açlık
ağır bastıkca azar azar yerdi. İstiğrâk ve cezbe hâlleri yâni tasavvufda ilâhî
aşk ile kendinden geçme hâli pek ziyâde idi. On beş sene bu hâl üzere yaşadı ve
tasavvufî hâllere gark oldu. Ömrünün son zamanlarında bu hâlden ayıklık hâline
dönmüştür. Sünnet-i seniyyeye uymakta, edeb ve âdetlerde de Peygamber efendimize
tâbi olmakta büyük bir dikkat gösterirdi. Peygamber efendimizin hayâtını ve
yüksek ahlâkını anlatan kitapları devamlı yanında bulundurur, bunları okuyup,
hâllerinde ve işlerinde Resûlullah efendimize uymaya çalışırdı.
Bir
defâsında helâya girerken, yanlışlıkla önce sağ ayağını içeri atmıştı. Bunun
üzerine tasavvufdaki hâlleri bağlandı. Üç gün Allahü teâlâya yalvarıp, tazarrû
ve niyâzda bulunduktan sonra hâlleri tekrar açıldı. Dünyâya düşkün olanlar ile
görüşmekten tamâmen sakınırdı. Yiyeceklerinin helâl olması husûsunda çok
dikkatli davranırdı. Dâimâ murâkabede bulunurdu. Böylece, Allahü teâlâdan başka
her şeyi unutup, Allahü teâlâya yönelerek o kadar çok ibâdet ve tâat yaptığından
beli bükülmüştü. Buyurmuştur ki: "Otuz seneden beri kalbimden insanın tabiî
gıdâsı olan şeyleri yemek geçmedi. Ne zaman yiyeceğe ihtiyaç duysam yanımda
bulduğumu yerdim." Günde yalnız bir defâ yemek yerdi. Kazançları ve yemekleri
şüpheli olanların ikramlârına el uzatmazdı.
Bir gün
birisi yiyecek bir şey hediye getirmişti. Kendisine takdim edilince, nâzik bir
tavırla; "Bu yiyecekte bir zulmet gözüküyor, bir araştırınız!" buyurdu. Bu
yiyecek helâldendir diye arzettiler. Fakat araştırınca, bu yiyeceğin gösteriş
niyetiyle hazırlandığını anladılar. Dünyâya düşkün olan bir kimse, kendisinden
emânet bir kitap istediğinde verirdi. Kitap geri getirilince o kitabı bir yere
kor üç gün bekletirdi. Verdiği kimseden kitap üzerine sirâyet eden zulmet,
sohbeti bereketiyle dağıldıktan sonra alıp okurdu.
Evliyânın büyüklerinden ve Seyyid Nûr MuhammedBedâyûnî hazretlerinin en başta
gelen talebesi olan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri ondan bahsederken, gözleri
yaşla dolar ve talebelerine şöyle derdi; "Sizler Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî
hazretlerine yetişemediniz, onu görmediniz. Eğer görmüş olsaydınız, îmânınız
tâzelenir ve Allahü teâlâ ne büyük kudret sâhibidir ki, böyle mübrek bir zât
yaratmış derdiniz. Onun keşfi son derece kuvvetli idi. Başkalarının baş gözüyle
göremediklerini o, kalb gözüyle görür ve anlardı. Hayâtı baştan sona fazilet ve
kerâmetler ile doludur."
Bir
defâsında bir talebesi huzûruna giderken, yolda gözü yabancı bir kadına takılıp
ona bakmıştı. Hocası Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî'nin huzûruna girince, sende
zinâ zulmeti görüyoruz buyurarak yabancı kadına bakması sebebiyle günaha
girdiğine işâret etmiştir.
Bir
defâsında râfizî olup, Peygamber efendimizin arkadaşlarından bâzılarına
düşmanlık besliyen iki kişi, Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin huzûruna
gelmişlerdi. Râfizî olduklarını saklayıp, kendisine tâbi olmak istediklerini
söylemişlerdi. Onların sapık îtikâdda olduklarını anlayıp; "Önce bozuk
îtikâdınızdan vazgeçin sonra tâbi olma arzusunda bulunun" buyurdu. Bu iki
râfizîden biri huzûrunda tövbe edip, sapık îtikâdından vazgeçti ve saâdete erdi.
Diğeri ise sapıklığında ısrar edip, saâdetten mahrûm kaldı.
Seyyid
Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin evinin yakınında oturan bir kişi, bir dükkân
açıp, afyon, esrâr satmaya başladı. Bunun üzerine Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî
hazretleri; "Afyonunun zulmeti bizim bâtın nisbetimizi kederlendirdi" dedi. Bunu
işiten talebeleri afyon satan adamın dükkânını yıkıp harâb ettiler. Seyyid Nûr
Muhammed Bedâyûnî hazretleri, bu işi duyunca üzülüp; "Onun dükkânını harâb
etmeniz bizi daha çok kederlendirdi. Çünkü onun afyon, esrâr satmasına mâni olma
işi, devletin hâkiminin vazifesidir. Siz başkasının işine müdâhale ettiniz.
Böylece dînin emrine muhâlif iş yapıldı. Önce ona; haram olan bu işten
vazgeçmesi yumuşak bir dil ile anlatılır. Sonra vaz geçmezse mâni olunurdu"
dedi. Sonra dükkânı harâb edilen kimseye altın gönderdi. Talebelerine onunla
helâllaşmalarını söyledi. Talebeleri altını verip onunla helâllaştılar. Bunun
üzerine, afyon ve esrâr satmaktan vazgeçip, tövbe etti, sonra da Seyyid Nûr
Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin talebesi olup, sâlih bir zât oldu.
Seyyid
Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir gün hocam Mirzâ Hâfız
Muhsin'in kabrini ziyârete gitmiştim. Kabri başında murâkabeye daldım. Bu hâlde
iken kendimden geçtim ve hocamı kabrinde görüp, konuştum. Kefeni ve bedeni hiç
çürümemişti. Sâdece ayaklarının alt kısımlarına toprak tesir edip hafif
dökülmüştü. Bunun sebebini kendisinden sordum, dedi ki: "Sâhibinden izinsiz, o
geldiği zaman geri vermek niyetiyle bir taş alıp, abdest aldığım yere koydum.
Abdest alırken o taşın üzerine bastım. Ayaklarımda gördüğün toprağın tesiri bu
sebepledir." Takvâda çok ileri gidenin evliyâlıkta yükselmesi muhakkaktır."
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
CİNLER
KIZIMI KAÇIRDI
Bir gün
ihtiyar bir kadın, Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin huzûruna gelip;
"Cinler kızımı kaçırdılar! Ne yaptıysak bir çâre bulup onların elinden
kurtaramadık. Sizden istirhâm ediyorum, kızımın cinlerin elinden kurtulması için
bir çâre bulunuz!" dedi. Bunun üzerine Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri
bir müddet oturup murâkabeye daldı. Sonra o ihtiyâr kadına; "İnşâallah kızın
falan vakit gelecek!" dedi. Buyurduğu gibi vâki olup, cinlerin kaçırdığı kız
işâret ettiği vakitte geldi. Cinlerin elinden kurtulup gelen kıza nasıl kurtulup
geldin? diye sorduklarında; "Sahrâda cinlerin elinde esirdim. Birden bire
mübârek bir zât gözüküp beni onların elinden kurtardı ve bir anda buraya
getirdi" dedi. Bu hâdiseye şâhid olan bir zât, Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî
hazretlerine; "Neden oturup murâkabeye daldıktan sonra, kadına, kızın falan
vakit gelecek dediniz de murâkabeye dalmadan hemen söylemediniz?" diye sorunca;
"O kızın kurtulması için himmet gösterip Allahü teâlâya duâ ettim. Sonra bana
ilham-ı ilâhî ile kurtulacağı bildirildi. Bu fakîrin teveccühü ve himmeti bu işe
tesir etti" buyurdu.
BEYİTLER
YEMEKTE
ZULMET VAR
Hindistan’ın Bedâyûn, şehrinde doğan bu zât,
Yine bu
memlekette; Delhi de etti vefât.
Seyfeddîn Fârûkî’nin, bulunup sohbetinde,
Bir
Kâmil-i mükemmil, oldu nihâyetinde.
İnsanlar her taraftan, feyiz ve nûr almağa,
Artık
onun yanında, başladı toplanmağa.
Teveccüh etse idi, talebeye bir kere,
Hemen o
talebenin, başlardı kalbi zikre.
Helâlinden alırdı, ekmeğinin ununu,
Ve
kendi yoğururdu, eliyle hamurunu.
Dînin
emirlerine, eylerdi tam riâyet,
Haramdan kaçınmağa, ederdi hayli gayret.
Devamlı
okuyarak, Resûl’ün hayatını,
Ona
göre yapardı, her iş ve tâatını.
Helâya,
sağ ayakla, girmişti bir gün sehven,
Tasavvufî hâlleri, bağlandı bu sebepten.
Üç gün
tövbe ederek, yalvarınca Rabbine,
Önceki
hâllerine, kavuştu aynen yine.
Dünya
düşkünleriyle, görüşmezdi kat’iyyen,
Her gün
yiyeceğini, seçerdi helâlinden
O kadar
çok ibâdet, etmişti ki hayatta,
Çok
ayakta durmakdan, büküldü beli hattâ.
Buyurdu: “Otuz yıldır, her hangi bir yemeği,
Geçirmedim kalbimden, pişittirip yimeği.
Ne
zaman yiyeceğe, gerek duysaydım bilfarz,
Yanımda
ne bulduysam, o şeyden yerdim biraz.”
Bir
günde, bir defa ve helâl yerdi muhakkak,
Bir
yemek şüpheliyse, dururdu ondan uzak.
Yemek
ikrâm etmişti, kendisine bir zengin,
Bir
bahâne söyleyip, yemedi ondan lâkin.
O dedi
ki: “Efendim, helâldi yemeğimiz,
Çok
üzüldüm, acaba, ne için yemediniz?”
Yakın
talebesine, buyurdu ki o hemen,
“Yemekte zulmet vardı, yemedim bu sebepten.”
Onlar
araştırdılar, gizlice bunu derhâl,
Gördüler ki yemeğin, malzemesi hep helâl.
Sonra
anladılar ki, o kimsenin niyyeti,
Hâlis
değil, mâlesef, gösterişmiş meğer ki.
Dünyaya
düşkün biri, bu zâttan emâneten,
Bir
kitap isteseydi, verirdi onu hemen.
Lâkin
geri gelince, iki-üç gün müddetle,
Alıp da
okumazdı, onu umûmiyetle.
Sohbet’in tesîriyle, kitaptaki o zulmet,
Dağılınca alır ve okurdu en nihâyet.
En
büyük talebesi, Mazhar-ı Cân-ı Cânân,
Ondan
bahsettiğinde, ağlardı çoğu zaman
Derdi
ki: “Seyyid Nûr’a, siz yetişemediniz,
Eğer
ona yetişip, bir defâ görseydiniz,
Derdiniz ki: “Ne kudret sâhibidir ki Allah,
Böyle
bir mübârek zât, yaratmış, sübhânallah.”
Herkesin baş gözüyle, göremediklerini,
O, kalb
gözüyle görür, anlardı herbirini.
Talebesinden biri, yabancı bir kadına,
Bakıp
da geldiğinde, hocasının yanına,
Buyurdu: “Sende zinâ, zulmeti görüyorum,
Yabancı
kadınlara, bir daha bakma yavrum.”
KAYNAKLAR
1) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1143
2)
Makâmât-ı Mazhariyye; s.10, 27, 30
3)
Hadâik-ul-Verdiyye; s.200
4)
Hadîkat-ül-Evliyâ; s.115
5)
İrgâm-ül-Merîd; s.75
6)
Reşehât Zeyli; s.49
7)
Hadâik-ün-Nediyye; s.8
8)
Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.27
9)
Behcet-üs-Seniyye; s.8
10)
Rehber Ansiklopedisi; c.15, s.185
11)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.214
|