|
MUHYİDDÎN-İ İSKİLİBÎ
Büyük
velî. Şeyhulislâm Ebüssü'ûd Efendinin babası. İsmi, Şeyh Yavsı Mustafa Muhyiddîn-i
İskilibî'dir. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 1514 (H.920) senesinde
İskilip'te vefât etti. Kabri ziyâret mahallidir.
Muhyiddîn İskilibî, âlim ve velî bir zât olup, Molla Ali Kuşcu ve Molla Ali
Tûsî'den ilim öğrendi. Sonra da Şeyh Muslihuddîn'in derslerine devâm etti. Sonra
Şeyh İbrâhim Kayserî'nin sohbetlerinde bulundu. İlim ve edeb öğrendi. İcâzet,
diploma aldı. Hocasının emriyle halkı irşâda, hak ve hakîkatı anlatmaya başladı.
Ömrü insanları hak yola dâvet ve güzel ahlâkı öğretmekle geçti.
Muhyiddîn-i İskilibî hacca giderken, Amasya'da Şehzâde Bâyezîd ile görüştü. Bu
görüşmede ona; "Hacdan dönüşte sizi pâdişâhlık tahtına oturmuş buluruz." buyurdu
ve öyle oldu. Muhyiddîn-i İskilibî, ilmi ve âlimleri çok seven, pâdişâhın takdîr
ettiği bir büyük zât idi. Pâdişâhla aralarında kuvvetli bir muhabbet bağı vardı.
Bu sebeple kendisine "Hünkâr Şeyhi" denildi ve bu lakabla meşhûr oldu. Sultan
Bâyezîd Hân, onun için, İstanbul'un en güzel yerinde çok güzel bir dergâh
yaptırdı ve nice binâ ve malı buraya vakfeyledi. Onunla sohbet etmekten çok
hoşlandığından, zaman zaman saraya dâvet eder, güzel ahlâkından ve tatlı
sözlerinden çok faydalanırdı.
Muhyiddîn-i İskilibî'nin dergâhı, gelenlerle dolup taşar, ilim ve edeb
sâhiplerinin yeri olurdu. Vezîrler, beyler, kadıaskerler ziyâretinde kusûr
etmez, gelen herkes kapısında ilim ve edeb öğrenme imkânını bulurdu. Bu alâka
karşısında, Muhyiddîn-i İskilibî'nin davranışlarında hiçbir değişiklik olmaz,
insanların medhetmesi veya zemmedip kötülemesi, hâlini değiştirmezdi. Dünyânın
gelip geçici mal ve mevkiine önem vermezdi. Her hâliyle doğruluğu halkın
gönlünde yer etmişti. Güzel ahlâkı ve davranışları ile insanlara örnek oldu.
Muhyiddîn-i İskilibî, birkaç ilimde üstün derecede idi. Âlimler onun yanında
konuşmaktan çekinirlerdi.
Taşköprüzâde şöyle anlattı: "Birgün Muhyiddîn-i İskilibî, babama zor bir mesele
sorup, îzâh etmesini istedi. Babam bu mesele ile ilgili bir kitap yazıp,
huzûruna götürüp arz etti. Muhyiddîn-i İskilibî esere şöyle bir nazar etti ve;
"Zamânımız âlimlerinden kimse bu meseleyi böyle güzel araştırıp îzâh edemez."
buyurdu."
Muhyiddîn-i İskilibî'nin en büyük fazîleti; on üçüncü Osmanlı Şeyhulislâmı
Ebüssü'ûd Efendi gibi, insanlara ve cinnîlere fetvâ veren bir oğul yetiştirmiş
olmasıdır.
Muhyiddîn-i İskilibî'nin bir tanıdığının oğlu suç işledi ve yakalanıp
hapsedildi. Babası gelip, Muhyiddîn-i İskilibî'ye durumu arz etti ve ilgili
yerlere başvurarak kurtarılmasını istedi. O zaman Muhyiddîn-i İskilibî; "Ben bu
hususu onlardan daha büyük bir makama arz edeceğim." buyurarak duâ etti.
Cezâsını tesbit için, ertesi gün genci mahkemeye çıkarttılar. Dâvâcılar aleyhte
konuşacak yerde, o genci affettiklerini söyleyip, üstelik de medh ettiler. Bunun
üzerine o genç serbest bırakıldı.
Şeyh
Mustafa anlatır: "Yedi yaşında iken şiddetli bir hastalığa tutuldum. Herkes
ölecek zannetti. Muhyiddîn-i İskilibî o günlerde Edirne'yi teşrîf etmişlerdi.
Babam beni alıp onun meclisine götürdü. Elinden öptüm ve huzûrunda durdum.
Babama beni sordu. Babam da; "Oğlum Mustafa'dır. Şiddetli ve amansız bir
hastalığa tutuldu. Duâlarınızı almaya geldik." dedi. O zaman Muhyiddîn-i
İskilibî; "Şimdi oğlunu al çarşıya götür. Ona koyun yününden yapılmış bir elbise
al ve giydir. İnşâallahü teâlâ bir şeyi kalmaz." buyurdu. Babam da beni alıp
çarşıya götürdü ve onun buyurduğu şeyleri alıp giydirdi. O günden îtibâren bende
o hastalıktan eser kalmadı."
Ehîzâde
şöyle anlatır: "Bir gün Hakîm Çelebi ile bir yerde sohbet ederken, söz Muhyiddîn-i
İskilibî'den açıldı. Hakîm Çelebi bana, Muhyiddîn-i İskilibî hakkında ne
düşündüğümü sordu. Ben de hakkında güzel îtikâd ve hüsn-i zan sâhibi olduğumu,
fakat ondan bana intikâl eden bir bilgi, bir hâtıra bulunmadığını bildirdim. O
zaman bana dedi ki: "Şunu iyi bil ki, o zât Allahü teâlânın sevgili kullarından
biridir. Şimdi bu belde de onun temiz rûhuyla tasarruf altındadır. Gönül ehli,
onun mânevî üstünlüklerinden çok istifâde etmektedir. Aramızda geçen bir hâdise
ile, onun mânevî hâllerinden birini haber vereyim:
Bir gün
sabah namazından sonra mihrâbda idim. Talebe ve cemâat, okumak ile meşgûldü. O
anda Muhyiddîn-i İskilibî mescidin kapısından içeri girdi. Elinde, Bayrâmiyye
yolunun büyüklerine mahsus bir elbise vardı. Onu görünce, hürmetle ayağa
kalktım. Gelip selâm verdi. Ben de selâmına cevap verdim. Buyurdu ki: "Elimdeki
bu elbiseyi size giydirmek için, Efendimiz Muhammed aleyhisselâm gönderdi." Emre
uyup hazırlandım ve elbiseyi bana giydirdi. Onu giyer giymez, bende anlatılması
imkânsız mânevî hâller ve üstünlükler meydana geldi. Sonra da; "Bu güzel
mertebeye kavuşmanızdan dolayı tebrik ederim. Mübârek olsun." buyurdu. Mescidden
dışarı çıktı ve kayboldu. Elbise sırtımda kaldı. Ben, oradakilerin bu hadiseyi
gördüklerini zannettim. İyice dikkat edince, bu hâdiseden kimsenin haberdâr
olmadığını ve sâdece ikimizin arasında cereyân ettiğini anladım. Hattâ,
Muhyiddîn-i İskilibî için ayağa kalkışımı bile görmemişlerdi. Bu elbiseyi,
parçalara ayrılıncaya kadar giydim ve hâtıra olarak evde sakladım."
Şeyh
Alâüddîn, tasavvuf yoluna girişini şöyle anlatır: "Sultan İkinci Bâyezîd Hânın
ordusunda bir nefer idim. Ordu, bir zaman küffâr üzerine sefer etti. Dönüşte
yolda şiddetli bir soğuk ve yağmur başladı. Bu esnâda ben civar bir köyde
misâfir olmak istedim. Köylüler beni kabûl etmediler. Gece karanlığında yola
koyuldum. Yağmur, gökten bardaktan dökülürcesine yağıyordu. Her taraftan seller
akıyordu.Vâdi, deniz gibi oldu. Ben, Allahü teâlâya tevekkül ederek ilerledim.
Yol üzerinde bir nehirle karşılaştım. Akan sellerle nehir daha da kabarmış,
köprüyü de örtmüştü. Sulara girip, önümdeki tehlikeden gâfil olarak, gece
karanlığında ilerledim. Sular, atımın ayaklarını örtmeye başlamıştı. O esnâda
beni boğulma korkusu kapladı. Geri dönmek istedim. Yolu bulamadım. Ölümle burun
buruna geldim. Ölümü düşünerek, tövbe ve istigfâra başladım. O esnâda yüksek bir
ses duydum. O tarafa döndüm. Nûrânî yüzlü bir zâtla karşılaştım. Selâm verdi ve;
"Demek yolda kaldınız ve tehlike ile karşı karşıyasınız." buyurdu. Ben de; "Evet
efendim." dedim. Önüme geçip; "İzimi tâkib et ve korkma!" buyurdu. Ben de izini
tâkib ettim. Köprüyü geçtik. Sular, hayvanların boyuna kadar yükselmişti. O zât,
eliyle kenarı işâret etti ve; "Bu yönü tâkib et, inşâallahü teâlâ kurtulursun."
buyurdu. O esnâda bir şimşek çaktı, gözlerim kamaştı. Baktığımda bana refâkat
eden zâtı göremedim. Târif ettiği cihete gittim. Tehlikeden kurtuldum.
Kurtuluşuma sebeb olan zâtı çok merak ettim. Ama hiçbir şey öğrenemedim. Bir
müddet sonra Edirne'de Nizâmiyye askerlerinin bir mahalledeki ziyâfette
toplandıklarını gördüm. Toplanmalarının sebebini sorduğumda; "Buraya, Allahü
teâlânın velî kullarından Muhyiddîn-i İskilibî adında, "Hünkâr Şeyhi" diye
meşhûr bir zât gelecek, onu görmek ve sohbetinden istifâde için toplanıyoruz."
dediler. Ben de onlara katıldım. Yemekten sonra sohbet meclisi kuruldu. O zâta
meclisin hazır olduğunu bildirmek için gittiler. Bir de ne göreyim, gelen beni o
korkunç gecede tehlikeden kurtaran zâttı! Sohbetin sonuna kadar bekledim.
Nihâyet meclis dağıldı. Derhâl o zâtın yanına gidip ayaklarına kapandım ve
öptüm. O; "Sen kimsin?" diye sordu. Ben de; "Efendim, falan yerde, karanlık
gecede helâk olmaktan kurtardığınız kişiyim." dedim. Başımdan geçenleri, nefes
nefese, sonuna kadar anlattım. O zâtın çehresi değişti ve anlattıklarımı tasdîk
etmedi ve; "Hayâl görmeyesin?" buyurdu. Ben de; "Efendim, adım gibi biliyorum,
hâdise aynen böyle oldu." dedim. Bana yaklaştı ve; "Yavrum, dediğin doğrudur.
Sakın bu hâdiseyi ifşâ edip, açığa vurma" buyurdu ve ayrıldı.Bundan sonra, bende
ilim ve edeb öğrenme arzusu çoğaldı ve tasavvuf yoluna girdim. Muhyiddîn-i
İskilibî'nin talebelerinden olmakla şereflendim."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
MÜBÂREK OLSUN
Şeyh
Hacı Çelebi şöyle anlatır: Kardeşim Müeyyedzâde kadıaskerlik vazifesinden
ayrıldığı sırada, berâberce Muhyiddîn-i İskilibî hazretlerine vardık. Vazifeden
alınmanın üzüntüsü, kardeşimin yüzünden belli oluyordu.Bu sırada Muhyiddîn-i
İskilibî, onun için güzel bir minder döşetip, üzerine de pek süslü bir yastık
koydurdu. Buyurdu ki: "Kadıasker iken niceyse, öylece bu minderde otursun ve
yastığa da ona göre öylece yaslansın." Kardeşim de bu emri tutup, kadıasker iken
nasıl oturuyorsa, öylece oturdu. O zaman Muhyiddîn-i İskilibî; "Vazifeniz
mübârek olsun." buyurdu. On beş gün geçmeden Yavuz Sultan Selîm Hânın fermânı
gelerek, tekrar kadıaskerliğe getirildiği ve hemen Edirne'ye gelmesi bildirildi.
Müeyyedzâde, sevinç ve neşe içinde Edirne'ye gidip, aklından bile geçmeyen
ihsânlarla karşılaştı.
KAYNAKLAR
1)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.245
2) Tâc-üt-Tevârih;
c.2, s.576
3)
Şakâyik-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.349
4)
Şakâyik-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.344
5)
Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.277
6)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.264
|
|