CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

MUHAMMED URRE

Şam’da yetişen Şâfiî mezhebi âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed babasınınki de Muhammed’dir. El-Bikâ’î el-Hammârî nisbeleri vardır. Urre diye tanınır. Tasavvufta Düsûkiyye koluna mensub idi. Şam yakınlarında bulunan Bikâ’ beldelerinden Hammâre’de yetişen Muhammed Urre’nin, doğum târihi bilinmemektedir. 1590 (H.999) senesinde bir salı günü vefât etti.

Muhammed Esed es-Safdî gibi zâtların sohbetlerinde ve derslerinde yetişen Muhammed Urre, zamânında bulunan evliyânın en büyüklerinden oldu. Her ân Allahü teâlâyı zikrederdi. Göz açıp kapayacak kadar zamandan daha az zaman da olsa, hiçbir ân Allahü teâlâdan gâfil olmaz ve O’nu zikretmekten geri kalmazdı. Çok ibâdet eden ve Allahü teâlâyı çok zikreden evliyâya mahsus olan nûra, mânevî güzelliğe sâhip idi. Bu nûr, onun yüzünde her zaman belli olurdu. Mübârek yüzü gül gibi olup, ay gibi parlardı ve etrâfa nûr saçardı.

Bir gün Şam civârında, Bikâ’ beldelerinden olan Gazze beldesinden bir grup kimse, odun toplamak üzere Lübnân Dağına gitmişlerdi. Bu toplulukta Ömer bin Hıdr isminde bir kimse vardı ve bu kimse cünüb olarak yola çıkmıştı. Gazzeliler dağda odun keserlerken, gizliden gelen hafif bir sesin kendilerine hitâb ettiğini ve; “Ey Gazze ehli! Size âsîler, yol kesici eşkıyâlar geliyor.” dediğini duydular. Bu sesi duyar duymaz paniğe kapılan insanlar, hemen kaçarak Gazze’ye döndüler. Fakat Ömer bin Hıdr gitmemiş, olduğu yerde kalakalmıştı. Bu arada, birden bire karşısında Muhammed Urre’yi gördü. Orada yüksekçe bir yerde, heybetli bir şekilde duruyordu. Ömer bin Hıdr onu görünce, biraz önce kendilerine seslenip îkâz eden zâtın o olduğunu anladı. Muhammed bin Urre, Ömer bin Hıdr’a bakarak; “Yâ Ömer! Hem cünüb olarak dağa gidiyorsun, hem de eşkıyâlardan korkmuyorsun öyle mi? biraz önceki sesi duymadın mı? Arkadaşlarınla birlikte sen niye Gazze’ye dönmedin?” dedi. Bunları hayretle dinleyen Ömer bin Hıdr çok utandı. O hâlde bulunduğuna çok pişmân oldu. Mahcub bir şekilde ağlıyarak; “Ey Efendim! Bu hâlime pişmân oldum. Allahü teâlâya tövbe ediyorum.” diyordu.

Muhammed Urre’yi sevenlerden, onun büyüklüğünü tanıyanlardan bir kimse, bir yolculuğa çıkmıştı. Geçeceği yollar gâyet tehlikeli idi. Bu kimse kendi kendine niyet edip, eğer sağ sâlim Şam’a geri dönersem, Muhammed Urre hazretlerine Allah rızâsı için elbise vereceğim diye nezretti. Fakat bu niyetini kimseye söylememiş idi. Nihâyet, hiçbir sıkıntıya uğramadan Şam’a döndü. Sabah olduğunda, Muhammed Urre o kimsenin kapısını çaldı ve; “Haydi nezrini ver.” dedi. O da hemen nezrettiği şeyi ona verdi. Muhammed Urre’nin bu apaçık kerâmeti karşısında çok hayret etti. Niyetini kimseye söylemediği hâlde, o büyük zâtın, kerâmet olarak bunu bildiğini anladı. Bu hâdise sebebiyle ona olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı. Bu bağlılığından dolayı da çok istifâde etti.

Rivâyet edilir ki, Muhammed Urre’nin talebelerinden, sevdiklerinden birisinin, çarşıda bir dükkânı vardı. Muhammed Urre, bu talebesini sever, arasıra dükkânına uğrardı. Bir gün bu talebesine buyurdu ki: “Bu dükkânı boşalt. Buradan çık. Burada birşey olacak. Burası birkaç gün içinde yıkılacak.” O talebe, hocasının bu emir ve îkâzına uyarak derhâl dükkânı boşalttı. Bundan boşalan dükkâna da başka bir kimse girdi. Aradan birkaç gün geçmiş idi ki, Muhammed Urre yine o dükkânın bulunduğu yere uğramış idi. O dükkân herkesin gözü önünde çöktü. O zâtın bereketi ile, hiçkimseye bir şey olmadı. O talebe, hocasının bu açık kerâmetine şâhid olmakla, hocasına olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı.

Muhammed Urre’nin zamânında bulunan bir kimse şöyle anlatır: “Muhammed Urre’yi ilk tanıdığım zamanlar, kendi kendime derdim ki: “Keşke şu zâtın durumuna, hâline muttali” olsaydım. Hâlini iyice anlasaydım. Nasıl biridir? Namazlarını edâ ediyor mu? Cumâ ve cemâate devâm ediyor mu?” Bu düşünceler içindeydim. Çünkü çok gizli, kapalı bir hâli vardı. Hiç konuşmazdı. İnsanlarla pek sohbet etmezdi. Fakat kendisinde gördüğüm bir hâl sebebiyle, onun evliyânın seçilmişlerinden ve Şam’ın ileri gelenlerinden olduğunu anladım. Kendisinde gördüğüm hâl şöyleydi: 1586 (H.994) senesinde bir Cumâ günü Cumâ namazı için erkenden câmiye gitmiştim. Bir de baktım ki, Muhammed Urre yanımda duruyor. Câmiye girince, önce tehıyyet-ül-mescid namazı kıldı. Sonra oturdu. Namaz vakti oluncaya kadar bekledi. Dikkat ettim. Hep zikir ile meşgûl oluyordu. Onun zikretmesi, hatîb hutbeye çıkıncaya kadar devâm etti. Hutbe başlayınca zikri kesip hutbeyi dinledi. Ben onun bu hâlinden anladım ki, başkalarıyla çok lüzum olmadıkca konuşmamasının sebebi, dilinin hep zikir ile meşgûl olması idi. Kendisini tâkib ettim. Bütün edeblerine riâyet ederek namazını çok güzel bir şekilde kılıyordu. Namazdan sonra herkes çıktığı hâlde, o çıkmadı. Ben de kendisini bekledim. İmâm da çıktıktan sonra, câmide ikimiz yalnız kalmıştık. Kalktı, ben de kalktım. Benimle müsâfeha etti. Tebessüm ederek; bana bakıyor ve sanki; “Bende görmek istediğin hâli iyice tahkik ettin değil mi?” diyordu. İşte onda gördüğüm bu hâl sebebiyle, büyüklüğünü ve üstünlüğünü kavradım. Onun, muhabbet ve üstünlüğünü kalbime yerleştirmesini Allahü teâlâdan istedim ve yüksek velîlerden olduğunu böylece anlamış oldum.”

 

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

ACABA NEREDEDİR

Necmüddîn-i Gazzî şöyle anlatır: “Muhammed Urre, birgün câmisinde zikir ile meşgûl olurken, Allahü teâlânın aşkı ve kendisini kaplayan tasavvufî hâl sebebiyle kendinden geçerek ve elinde olmayarak “Allah” diye bir sayha etti. Câminin hemen yakınında bir yerde de, bâzı kimseler toplanmışlar, sohbet ediyorlardı. Bu kimseler arasında, Anadolu’dan gelmiş olan biri de bulunuyordu. O toplulukta bulunanlar, Muhammed Urre’nin sayhasını işittiler. Birisi dedi ki: “Bu sayha kimindir.” Başka birisi de; “Muhammed Urre’nindir.” dedi. Anadolu’dan gelen zât, bu ismi duyunca hayretle; “Muhammed Urre bu beldeden midir?” diye sordu. diğerleri “Evet.” dediler. Anadolulu; “Allahü teâlâ ona uzun ömürler versin.” dedi. Bu sefer diğerleri hayret edip; “Sen onu nereden tanıyorsun?” dediler. Bunun üzerine o kimse yemin ederek; “Ben onu Rodos vak’asından tanıyorum. Rodos’un fethi sırasında, Muhammed Urre’yi Kânûnî Sultan Süleymân Hânın önünde, işte bu gözlerim ile görmüştüm. Şimdi acabâ nerededir. Yerini bilseydik gidip kendisini ziyâret ederdik.” dedi. Onlar da; “İşte şu yakındaki câmidedir.” dediler. Anadolu’dan gelen zât, hemen o câmiye gidip Muhammed Urre’nin elini öptü. Duâsını ve gönlünü aldı.”

 

KAYNAKLAR

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.193

2) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.440

3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.246