|
MUHAMMED SAÎD FÂRÛKÎ
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İslâm âlimlerinin önderi, gözbebeği,
velîlerin baş tâcı, âriflerin ışığı, tasavvuf bilgilerinin mütehassısı ve
İslâmın bekçisi olan İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî Ahmed-i Fârûkî
Serhendî hazretlerinin ikinci oğludur. Babası gibi büyük âlim ve velî idi. 1596
(H. 1005) senesinin Şa'bân ayında doğdu.
Ahlâkının güzelliği, fazîletlerinin çokluğu, güler yüzü, yumuşak sözü, işlerinin
hâlis olması ile zînetlenmişti. Tahsîlini genç yaşında bitirdi. Fen ve din
ilimlerinde mütehassıs oldu. Babasının gayretli çalışmaları, yardımları
sâyesinde, büyüklerin sevgisine ve yüksek hâllere kavuştu. On yedi yaşında
mânevî kemâlâta vâsıl oldu. Birçok kıymetli kitaplara ta'likler ve
hâşiyeler yaptı.
Mişkât-i Mesâbih'e ta'likleri çok kıymetlidir. Namazda otururken parmak
kaldırmamak için, Hanefî mezhebine göre yazdığı risâlesi şâheserdir. Bu eserinde
parmak kaldırmamanın daha iyi olduğunu isbât etmiştir. Yüksek pederinin garîb
sırlarına, acâib mârifetlerine mahrem idi. Mektûbât-ı Saîdiyye kitabında yüz
mektup vardır. 1660 (H.1070) senesinde vefât etti.
Babası
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "Muhammed Saîd, beş yaşında iken ağır bir
hastalığa tutulmuştu. Bu hastalığın şiddetli zamânında, kendisine "Ne istersin?"
diye sorulduğunda; "Hazret-i Hâce'yi isterim." dedi. (Babası İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin yüksek hocasıBâkî-billah'ı kastetmişti.) Bu durumu Bâkî-billah
hazretlerine arzedilince şöyle buyurdu: "Muhammed Saîd'in hatırı sayılır. Bir
söz söyledi ve gaybî olarak bizden nisbet aldı."
Hâce
Bâkî-billah hazretleri, İmâm-ı Rabbânî'ye yazdığı mektupların bâzılarında, bu
oğullarını, şefkat ve merhamet ile anıp duâ ederdi. Sevdiklerinden birine,
Hazret-i İmâm'ın medhi hakkında yazdığı bir mektupta şöyle yazıyordu: "Daha
küçük olan Ahmed'in çocukları, hepsi esrâr-ı ilâhîdir. Şaşılacak, inanılmayacak
kâbiliyetleri, istidâtları vardır. Kısaca şecereyi tayyibedirler. Allahü teâlâ
onları en güzel şekilde yarattı." Hazret-i HâceBâkî-billah'ın bu şerefli
sözleri, bütün oğullarının istidât ve kâbiliyetlerinin, yaradılışlarının yüksek
olduğunu gösteriyor, yüksek derecelere kavuştuklarını haber veriyordu. Bu
Mahdumzâde de büyüyünce, zâhirî ilmin tahsîli ile meşgûl oldu. İlminin bir
kısmını, hazret-i İmâm'ın huzûrunda elde etti. Bir kısmını da ağabeyinin yanında
kazandı. Bâzı ilimleri de Şeyh Tâhir-i Lâhorî'nin yanında
tamamlayıp ikmâl etti. Aklî ve naklî bütün ilimlerde tam bir mahâret elde etti.
Bu tahsîl esnâsında yüksek babalarının tasarruf ve bereketli teveccühleriyle bu
büyük yola bağlılığı kuvvetlendi ve yüksek hâllere kavuştu. Bütün bu zâhirî
olgunlukları ve manevî terakkîleri on yedi yaşında ikmâl edip bitirmişti. O
zamandan beri aklî ve naklî ilimlerde mahâret sâhibi olup, dâimâ
ders okutur, bâzı kıymetli kitaplara ilâveler ve hâşiyeler yapardı. Bunlardan
biri Mişkât-ül-Mesâbih'e yaptığı ilâvelerdir. Hanefî mezhebi imâmlarından
alınan sağlam hadîsleri açık delîllerle, doğru şâhidlerle, en kıymetli
kitaplardan alıp buraya yazmıştır. Okuyan âlimler, çok beğendiler. Onu medhedip,
çok duâ eylediler. Hayâli Hâşiyesi üzerine de hâşiyesi vardır. Bu eseri de çok sağlamdır. Hattâ bunda sırf kendine
mahsus sözleri de vardır. Zamânının âlimleri bu eseri okuyunca, Muhammed Saîd
hazretlerinin son derece ince ilimlere sâhib olduğunu kabûl etmişlerdir.
Münâzarada, bütün Hindistan âlimlerini susturacak ayrı bir meziyeti vardı.
Muhammed Hâşim-i Keşmî bu hususta şöyle anlattı:
"Bir
gün bu fakîr de yanlarında idim. Âlimlerden biri kendilerinden usûl-i fıkha dâir
çok zor bir mesele sordu. Bu soruyu, gâyet açık ve geniş olarak cevaplandırdı. O
âlim kulağıma eğilip, "Bu Mahdumzâde'nin, ilimde bir eşi yoktur. Biliyor musun?"
dedi.
Yine
bir gece, zamânın büyüklerinden biri büyük bir meclis hazırladı. O memleketin
âlimlerini, meşâyıhını ve ileri gelenlerini de dâvet ettiler. O mecliste tâzim
secdesi ve ibâdetteki secdeler hakkında çok derin ilimler ortaya döküldü.
Hazret-i Mahdumzâde MuhammedSaîd, azîz kardeşi MuhammedMa'sûm ile berâber bir
tarafta idi. Âlimlerin büyüklerinden kalabalık bir grup bir tarafta idiler. Her
ilimde sözü en yüksek dereceye getiriyorlardı. Mecliste olanlar bunların kim
olduklarını bilmek için kalkıp, yanlarına gelip, bunları seyrediyorlardı. Bu iki
kardeşi tanımadıklarından, bu azîzlerin kim olduklarını soruyorlardı. Hazret-i
İmâm'ın oğulları olduklarını öğrenince; "Bu vilâyet sedefinden ne için böyle
hidâyet incileri zuhûra gelmesin?" dediler.
Yine bu
Mahdumzâde teşehhüdde parmak kaldırmamak hakkında Hanefî mezhebine göre bir
risâle yazıp, buyurdular ki: "Evlâ olan, parmak kaldırmamaktır." Parmak
kaldırılmasının gerekli olduğunu iddiâ eden âlimler, risâledeki cevaplar
karşısında şaşırıp kaldılar.
Hâşim-i
Keşmî anlattı: "Bir gün hazret-i İmâm bu iki kardeşin zâhirî ve bâtınî ilimlere
sâhip olmaları hakkında bu fakîre şöyle buyurdular: "Oğlum Muhammed Sâdık vefât
edince, kendi kendime; "Zâhir ilimlerde bu kadar fazîletli, kalb hâllerinde bu
kadar yüksek oğlu nerede bulurum?" dedim. Allahü teâlâ ihsân ederek, bu mübârek
kardeşini, yüksek ağabeyinin vekîli eyledi.Bu ihsânından dolayı Allahü teâlâya
hamd ü senâlar olsun."
Zamânın
âlimlerinden Âsaf-ı Câhî, aklî ilimlerde derin bilgi sâhibi olup,
cevaplandıramadığı bâzı meseleleri Muhammed Saîd'e arzederdi. Allahü teâlânın
yardımıyla, ânında en güzel cevapları alır içi rahatlardı. Âsaf-ı Câhî zaman
zaman Sultan Şâh Cihân'ın huzûruna gider, Muhammed Saîd hazretlerini medh edip;
"Şeyh Muhammed Saîd, Müceddîd-i elf-i sânî'nin oğludur. İlimde babası ile
berâberdir." derdi. Muhammed Saîd ne zaman sultânın huzûrunda bulunsa, pâdişâh,
ondan başkasına dînî suâl sormazdı. Hâlbuki pâdişâhın meclisinde her zaman
yüksek âlimler bulunurdu.
Muhammed Saîd hazretleri kalb ilimlerini de, zâhir ilimler gibi yüksek babasının
sohbetinden elde etti. Kemâl derecesine kavuşup, bu büyükler yolunda, tâlipleri
yetiştirmek için babalarından hilâfet ve icâzet aldı. Talebelerin yetişmesi ve
terbiyesi ile meşgûl oldu. Hattâ babaları, ömürlerinin sonuna doğru talebeler
ile meşgûl olmaktan el çekip, bunları bu oğlu ve diğer oğlu Hâce Muhammed Ma'sûm
hazretlerine havâle ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, fıkıh bilgileri üzerinde
bir meseleyi araştırmak isteyince, bu oğlundan sorardı. Verdiği doğru ve sağlam
cevaplardan çok hoşlanırdı. Ona duâ ederdi. Bu iki oğlu hakkında; "Her kutbun
iki imâmı olur. Siz ikiniz de imâmsınız." buyurdular.
Yine
babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri, onun hakkında şöyle buyurmuştur:
"MuhammedSaîd, ulemâ-i râsihînden, derin âlimlerin önde gelenlerindendir. Allahü
teâlânın halîlidir (dostudur). O'nun rahmet hazînesidir. Yarın kıyâmet günü
rahmet hazînelerinin taksimi ona verilir. Şefâat makâmından büyük payı vardır."
"Tasavvuf yolunda yükselirken ve inerken, kavuştuğum her makamdaMuhammed Saîd
yanımdaydı."
"İnişte, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin makâmına geldiğimde gördüm ki,
MuhammedSaîd benimle berâberdir."
Yine
buyurdu: "İkinizi de (MuhammedMa'sûm ile) Vilâyet-iAhmedî makâmında buluyorum."
"Keşf
ve müşâhede hâlinde gördüm ki, kıyâmet kopmuş, Arasat meydanında toplanmışız.
Ardımda eshâbımla Sırat üzerindeyiz. Gördüm ki Muhammed Saîd önümüzden hızlı
hızlı gidiyor. Defteri de sağ elindedir. BöyleceCennet'in kapısına kadar
geldik."
Hazret-i Mahdum Muhammed Saîd buyurdu ki: "Vebâ günlerinde babama büyük
musîbetlerin vâki' olduğu sıralarda, yâni, üç gün içinde ağabeyim HâceMuhammed
Sâdık, kardeşlerimden Muhammed Ferruh, Muhammed Îsâ ve daha başka yakınları ile
vefât ettiklerinde, ben de ağır hastalanmıştım.Neredeyse ümîd kesilmişti.
Hazret-i İmâm çok üzüldüler. Bu sırada bir gece Hak teâlâ tarafından kendisine
öyle husûsi tecelliler ve zuhûrlar oldu ki, bunların bu musîbetleri unutturan
ilâhî teselli ve müjdeler oldukları bildirildi." Hazret-i İmâm buyurdular ki:
"Rabbimin bu lütuf ve ihsânları arasında iken, mânevî bir emir geldi ki:
"Muhammed Saîd ile Muhammed Ma'sûm'u getirin!" Getirdiler. İkisini de dizlerime
oturttular. Her ikisini de yaşlanmış ve sakalları ağarmış gördüm. Bana şöyle
buyuruldu ki; "Bu iki oğlunu sana bağışladım. Çok yaşayacaklardır." Hazret-i
İmâm, Hak teâlânın bu lütfundan çok memnun olup kalktılar ve müjde verdiler.
Hâlbuki bu iki oğulları henüz yirmi yaşına gelmemişlerdi."
Muhammed Saîd buyurdu ki: "Yüksek babam vefâtından iki ay kadar önce buyurdular
ki: "Çok derin sırlar bildiriliyor. Onları kime anlatayım. Siz her zaman burada
olmuyorsunuz." O günden îtibâren dışarıdaki dersi bırakıp devamlı sohbet ve
hizmetlerinde bulundum. Kimseden duyulmayan o sırları ve keşfleri dinler oldum.
O günlerde bu cinsten olan ihsân ve ikrâmlar öncekilere kıyasla çok daha
fazlaydı. Bunlar gizli olup açıklamaya gelmez."
Yüksek
babamın son hastalıklarında, imâmeti bana verdikleri zaman, namazda imâm olmam
sebebiyle, babama ihsân edilen ve örtülmesi lâzım olan sırlar bana da akmaya
başladı. Yüksek babam buyurdular ki: "Muhammed Saîd! Bütün bunlar senin imâm
olman ve namazda öne geçmenin bereketleridir. Senin bu yüksek ihsânlardan ve
derin sırlardan nasîbin ve payın tamdır."
Hazret-i İmâm'ın bu iki oğluna, ihsân, merhamet ve muhabbet nazarları son derece
idi.Tenhâda ve kalabalıkta sırdaşı, hakîkat ve mahrem bilgilerinde muhâtabı
idiler. Dünyâ işlerinde emînleri, müşâvirleri ve mutlak vekilleri, ibâdet ve
tâatlerinde en iyi hizmet edicileri hep bunlardı. Dünyâ ve âhiret husûsunda
büyük yardımcısı Muhammed Saîd hazretleri idi.
Muhammed Saîd hazretleri sâniyesini bile boşa geçirmez, bir günde yapacağı
işleri önceden plânlardı.Vakitlerini şöyle taksim etmişti. Sabah namazını kılar,
ardından o vakitte okunacak ve yapılacak duâ ve vazifeleri okurdu. Sonra Allahü
teâlâyı kalbinden zikrederdi. İşrak vakti gelince, işrak namazını kılardı. Sıcak
zamanlarda, gecenin uykusuzluğunu gidermek için iki-üç saat istirahat ederdi.
Sonra kalkar, abdest alır, talebeye ders verir, bu hâl öğleye kadar devâm
ederdi. Öğle namazını vaktin evvelinde edâ eder, sonra hâfızdan Kur'ân-ı kerîm
dinlerdi.Bitirdikten sonra, kendisi Kur'ân-ı kerîm okurdu. Bâzan da öğle
namazından önce Kur'ân-ı kerîm okur, öğleden sonra ders ile meşgûl olup, bu
durum ikindiye kadar devâm ederdi.Sonra yeniden abdest alıp, ikindiyi kılar ve
ardından vâz ederdi. Bâzan ikindiyi kıldıktan sonra husûsî odasına gider, akşama
kadar orada kalır, akşam olunca namaz için çıkar, akşam namazını vaktin
evvelinde kılardı. Sonra akşam vazifelerini okur, evvâbin namazını kılardı. Bu
namazda uzun sûreler okurdu. İmâm-ı Âzam hazretlerinin mezhebine göre yatsı
vakti girince, yâni ufukta beyazlık kaybolunca namazını kılıp, odalarına
giderdi. Soğuk mevsimlerde gecenin üçte birine kadar yatsı namazını geciktirip,
öyle kılardı. Gecenin sonuna doğru teheccüde kalkardı, namazda uzun sûreler
okurdu. Çoğu zaman teheccüd namazının abdesti ile sabah namazını kılardı. Her
vakitte okunması bildirilen duâları okur, ayrıca vakit belirtilmemiş duâları da
okurdu. Bunlarla birlikte her gün beş bin kelime-i tayyibe okurdu. Bu kadar
devamlı tâat, vakitleri gözetip değerlendirme ve ibâdet, insan gücünün dışında
idi. Buna rağmen, talebenin yetiştirilmesinde eshâbıyla sohbetinde, eksiklik ve
kusur etmezdi. Hak tâliblerine feyz saçar, onları ilerletir, yüksek makamlara
kavuştururdu. Bu yolun tâlibleri çok uzak memleketlerden huzûruna gelir, yüksek
makamlara kavuşurlardı.
Sır
mahremlerinden çok güvenilir biri anlattı: Bir defâ Muhammed Saîd hazretleri
hastalandı. Hastalığı uzadıkça ağırlaştı. Zayıfladı, bitkin hâle geldi. Tabibler
çare bulamadılar. Birgün hazret-i İmâm yolda bir kâğıt gördü, eğilip aldı.
Üzerinde, Allah ism-i şerîfi yazılıydı. Onu öpüp temiz bir yere koydular. Bunun
üzerine Allahü teâlâ tarafından kendilerine; "Bizim ismimizi yücelttiğin için,
oğlunu sana bağışladık ve hastalığını sıhhate çevirdik." diye ilhâm edildi ve
kısa zamanda o hastalıktan iyileşti.
Hâce Muhammed Saîd'in, makam, kerâmet ve hârikulâde hâlleri sayılamıyacak kadar
çoktur. Kalblerden geçenleri bilmede, kabir hâllerini keşfte ayrı bir husûsiyeti
vardı. Bir mesele hakkında bir şey söylese, Allahü teâlâ onun hatırı için o işi
söylediği gibi yaratırdı.
Hadarât-ül-Kuds müellifi, Bedreddîn Serhendî hazretleri anlatır: "Geniş bir ova
gördüm. Velîler, sâlihler ve bâzı insanlar oraya toplanmıştı. Hâce Muhammed Saîd
bir taht üzerinde oturuyor ve bütün bu kalabalık, ona yüz dönmüş onu dinliyordu.
Bu kalabalığın imâmı, büyüğü ve rehberi o idi."
Hazret-i Muhammed Saîd'in bağlılarından olan Vezir Hanın hâmile olan hanımı,
kendisine bir mektup yazıp; "Hak teâlânın bana bir erkek evlâd vermesi için
teveccüh buyurun." dedi. Hazret-i Muhammed Saîd duâ etti ve cevâbında o hanıma;
"Rahat olun, Allahü teâlâ yakın zamanda sana bir erkek evlâd verecektir." diye
yazdı. Hâmile olan o hanım, doğum yapınca, bir oğlu dünyâya geldi.
Bir
kimsenin oğlu ölmek üzereydi. Oğlunu çok sevdiği için, vefâtının biraz daha
gecikmesini arzu ediyordu. Bu sebeple ağlayarak Muhammed Saîd hazretlerinin
huzûruna geldi ve; "Ey İmâm hazretleri! Allahü teâlâ, hazret-i Îsâ aleyhisselâma
ölüleri diriltme mucizesini ihsân etti. Siz de peygamberlerin aleyhimüsselâm
vârislerisiniz. Oğlum şu anda ölmek üzeredir. Hâline bir teveccüh buyurmanızı
istirhâm ediyorum." diye yalvardı. Muhammed Saîd bir müddet cevap vermedi,
murâkabe ettikten sonra başlarını kaldırıp; "Oğlunun canı geri geldi, dirildi ve
sağlamlaştı." buyurdular. O kimse sevinerek evine koştu. Evde yerinden
kalkamayan, konuşamayan, sekerât-ı mevt hâlindeki oğlunu, iyileşmiş buldu.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin oğullarına yazdığı bir mektup aşağıdadır:
"Allahü
teâlâya hamd olsun. Resûlüne salât ve selâm olsun. Kıymetli oğullarım! Siz ne
kadar, bizim sohbetimizi istiyorsanız, ben de o kadar sizi görmek, sizinle
konuşmak istiyorum. Fakat ne yapalım ki, bütün arzular ele geçmiyor.
Mısra':
"Rüzgâr, ekseriye geminin
istemediği taraftan eser."
Bu
asker arasında, isteksiz ve rağbetsiz kalmamda, büyük faydalar görüyorum. Burada
bir saat kalmağı, başka yerlerde bir çok saatler kalmaktan daha iyi buluyorum.
Burada öyle şeyler ele geçiyor ki, başka yerlerde bunun zerresine kavuşacağımı
zannetmiyorum. Buranın mârifetlerinin yüksekliği başka, hâlleri ve makamları
ayrıdır. Sultânın buradan ayrılmama mâni olmasında, yüksek bir kemâl kapısı ve
hakîkî sâhibimiz olan Allahü teâlânın rızâsını buluyorum. Kendi saâdetimi bu
hapiste düşünüyorum. Bilhassa bu karışık günlerde, acâib muâmeleler ve bu
tefrika ve fitne zamanlarında çok garîb güzellikler görüyorum. Fakat bu
şaşılacak yeni ve tâze nîmetlerin günden güne akıp gelmesi karşısında oğullarımı
düşünüyorum. Onlardan uzak kaldığım, onların yanında olamadığım için kalbim
yanıyor, ciğerim kavruluyor. Benim istememin, sizin isteğinizden daha fazla
olduğunu zannederim. Meşhûr sözdür ki: "Babanın oğlunu istediği kadar oğul
babayı istemez." Her ne kadar asâlet ve füru' olmak, bunun aksi ise de bu
böyledir."
Muhammed Hâşim-i Keşmî anlattı: "Bir vakit, halvetde iken İmâm-ı Rabbânî
hazretleri bu fakîre; "Çok daha yaşayacağımı zannetmiyorum. Bu dünyâdan göç
yakın görünüyor. Muhammed Saîd'in bu mesnedde yerimde oturmasını istiyorum."
buyurdular. Bu fakîr, onların bu sözlerini oğullarına söyledim. Tam bir tevâzu
ile; "Benim gibi bir kâbiliyetsiz, böyle şeylere kendimi hiçbir zaman lâyık
görmüyorum. Hazret-i İmâm her nereye gitse, kardeşim Muhammed Ma'sûm'u, kendi
yerine oturturlar, bana ise, ona hizmet ve uymayı emir buyururlardı. Eğer bu
ümid, babamın yüksek hatırına gelmeseydi böyle buyurmazlardı. Ben şehrin
dışındaki yüksek dedemin mezârının başında bir hücreye çekilir (yâni vefât
edersem), bu mesnedi, o gözlerimin nûru Muhammed Ma'sûm'a havâle ederim."
buyurdular. Bu sözleri Muhammed Ma'sûm'a arzettim. O da ağladı ve şöyle buyurdu:
"Azîz kardeşim Muhammed Saîd beni kendi hizmetine lâyık görmüyor. Hâllerin
doğruluğuna, ihtiyatlı olmağa, melek ahlâklı olmağa, ilmin kuvvetine ve buna
benzer şeylere bakıyorum. Kendimi onların en aşağı talebesi buluyorum. Kendi
saâdetimi onlara hizmette görüyorum. Bu fakîr bu hâdiseyi, halvette iken
hazret-i İmâm'a arzettim. Çok hoşlarına gitti ve gözleri yaşardı. Bu fakîre;
"Görüyormusun, bu iki kardeş arasında nasıl muhabbet ve bağlılık var?"
buyurdular. Onlara duâlar eylediler. Allah kabûl eylesin."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
CİNLER
Hâşim-i
Keşmî anlattı: "Hazret-i Mahdumzâde Muhammed Saîd bu fakîre anlattı: "Bir gece
kendi evimde, pencereleri içerden kapayıp uyuyordum. Gecenin bir kısmı geçmişti
ki, bir kimse kuvvetle kapıyı çaldı. "Acabâ bu saatte kimdir?" diye hayret
ettim. Her ne kadar; "Kim var orada?" deyip bağırdıysam da cevap vermedi.
Kapının yanına gelip, kapıyı açmak istedim. O kimse kapıyı kendi tarafına çekti.
Ben de bana doğru çektim. Bu esnâda hazret-i İmâm'ın sesini duydum. Bana;
"Muhammed Saîd hazır ol!" buyurdular. Onların sesi gelir gelmez, kapıdaki zât
kayboldu. Daha sonra babamın huzûruna gidince, daha ben olayı anlatmadan; "Bu
gece senin evine cin girip sana eziyet vermek istedi. Bunu farkettim, bağırdım
ve onu kovdum." buyurdular." Buna temasla, hazret-i İmâm'ın yüksek
talebelerinden bir kısmı, onların mübârek dillerinden naklederek şöyle
anlattılar: "Bir gece evimde, uyumak için yattım. Tam gözlerimi kapayıp, uykuya
dalarken, bir cinin bana tesir ve tasarruf etmek istediğini anladım. "Lâ havle
velâ kuvvete illâ billâh..." mübârek kelimesini okudum. Bu kelime ağzımdan çıkar
çıkmaz meleklerin gelip, o cini parça parça ettiklerini, yanında olanları
etrafımdan koğduklarını ve filân yere götürdüklerini gördüm."
KAYNAKLAR
1)
Hadarât-ül-Kuds; s.234
2)
Umdet-ül-Makâmât; s.226
3)
Zübdet-ül-Makâmât; s.308
4) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1121
5)
Rehber Ansiklopedisi; c.12, s.298
6)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.117
|
|