CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

MUHAMMED PÂRİSÂ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed, lakabı Hâfız-ı Buhârî ve Pârisâ'dır. 1355 (H.756) senesinde Buhârâ'da doğdu. 1419 (H.822) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. İlim öğrenmek için medrese tahsîline başlayıp, zamânının âlimlerinden ders alarak, hadîs ve fıkıh ilmini öğrendi. Bu ilimlerde yetişip âlim olduktan sonra, tasavvuf ilmini öğrenip, büyük bir velî olarak yetişti.

Muhammed Pârisâ hazretlerinin tasavvufta hocası, evliyânın en büyüklerinden olan meşhûr İslâm âlimi Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî'dir. Ona talebe olduktan sonra, sohbetlerine devâm edip, himmet ve teveccühüne kavuştu. Böylece tasavvufta yüksek derecelere ulaştı. Zâhir ve bâtın ilimlerinde zamânının bir tânesi oldu.

Hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin sohbetine devâm ettiği ilk sıralarda, bir gün gelip, hocasının kapısının önünde edeble beklerken, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir hizmetçisi içeri girer. Behâeddîn Buhârî ona kapıda kim var? diye sorunca, o da; "Pârisâ bir genç vardır." der. Bunun üzerine dışarı çıkıp bakar ve; "Sen Pârisâ bir genç misin?" buyurur. Bundan sonra ismi; dünyâya düşkün olmayan, dindar, ârif, âlim, müttekî mânâlarına gelen "Pârisâ" olarak söylenmiştir ve ismi Muhammed Pârisâ şeklinde meşhûr olmuştur. Hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; "Bizim varlığımızdan murâd, Muhammed Pârisâ'nın yetişip ortaya çıkmasıdır." buyurmuştur. Kendisinden sonra, yerine bıraktığı vekillerden biri de o olmuştur.

Yine hocası ona; "Hâcegân yol ve hanedânından bana her ne ulaşmışsa, ne elde etmişsem, bu emânetlerin hepsini sana verdim. Kardeşimiz Mevlânâ Ârif de bunları sana vermiştir." buyurdu.

Muhammed Pârisâ hazretleri, birgün bir bahçede, havuz kenarında ayaklarını suya sarkıtmış oturuyordu. O sırada Allahü teâlânın zikrine dalmış, kendinden geçmiş hâlde iken, hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri oradan geçti. Onu kendinden geçmiş, âdetâ baygın bir hâlde ve dünyâyı unutmuş derin bir murâkabeye dalmış olarak gördü. Bu hâlinden son derece duygulanıp, soyundu ve havuza girdi. Yüzünü, suya sarkmakta olan talebesinin ayaklarına sürerek; "Allah'ım bunun hürmetine bana rahmet et!" diye duâ etti ve talebesi Muhammed Pârisâ'ya pek yüksek bir iltifât gösterdi.

Muhammed Pârisâ, kerâmetlerini çok gizlerdi. Fakat bir defâsında, büyük hadîs âlimlerinden Şemseddîn Muhammed bin Muhammed-i Cezerî, Mirzâ Uluğ Bey zamânında Semerkand'a gelmişti. Mâverâünnehr'in hadîs âlimleri, hadîslerin senedlerini inceleyerek, tahkik ve tashih ile uğraşıyordu. Hasedçilerden biri, bu zâta; "Muhammed Pârisâ'nın söylediği hadîs-i şerîflerin senetlerinin sıhhati tam ve mâlûm olmadığı hâlde, Buhârâ'da çok hadîs nakleder. Onun senedlerini inceleseniz iyi olur" dedi.Durum Mirzâ Uluğ Bey'e bildirilince, o da, Buhârâ'ya bir haberci gönderip, Muhammed Pârisâ'dan Semerkand'a gelmesini ricâ etti. Muhammed Pârisâ hazretleri Semerkand'a geldi.Semerkand şeyhulislâmı Hâce Üsâmeddîn ve o asrın büyük âlimleri büyük bir meclis kurup, Muhammed Pârisâ'yı da çağırdılar. Hadîs mütâlaasına başlayınca, Hâce Üsâmeddîn, Muhammed Pârisâ'dan kendi isnadlarıyla bir hadîs rivâyet etmesini ricâ etti. O da senedleriyle bir hadîs-i şerîf okudu. Şeyhulislâm; "Bu hadîsin sahîh olduğunda hiç şüphe yoktur, ama şu anda benim yanımda sâbit değildir." dedi. Orada bulunan bâzı hasedçiler bu sözden hoşnûd olup, birbirlerine gözle işâret ettiler. Muhammed Pârisâ, aynı hadîs-i şerîfi bir başka senedle okudu. Şeyhulislâm, yine önceki sözlerini tekrâr etti. Muhammed Pârisâ hazretleri hangi isnâdı söylese, bunu duymadım cevâbını alacağını görerek bir an susup murâkabe ettikten sonra, o şahsa dönerek; "Hadîs ehlinin kitaplarından falanın mesnedini sağlam tutup, onun senedlerini mûteber sayar mısınız?" buyurdu. O da; "Evet, onun isnâdları (senedleri) tamâmen mûteber, güvenilir ve hadîs muhakkıklarındandır. Onda hiçbir ferdin şüphesi yoktur. Eğer sizin isnâdlarınız ona müsned olsaydı, isnâdınızın sıhhatinde, hiç sözümüz kalmazdı" dedi. Bu söz üzerine Muhammed Parisâ hazretleri, HâceÜsâmeddîn'e dönüp, "Sizin kütüphânenizin filân yerinde, falan kitabın altında, şu boyda, şu cildde bir kitap konulmuştur. Bahsettiğim hadîs-i şerîf, o kitabın falan sahifesinde yazılıdır." diyerek, sahifesini de belirtip; "Talebelerinizden birisini gönderin, hemen o kitabı getirsin." buyurdu. Hâce Üsâmeddîn, kendisinin böyle bir kitabının bulunduğunda tereddüd edince, o meclistekiler de bu söze şaşırdılar. Çünkü Muhammed Pârisâ hazretleri, onun kütüphânesini hiç görmemişti. Nihâyet bir talebesini gönderip, târif edilen kitabı bulup getirtti. Bahsedilen hadîs-i şerifi, MuhammedPârisâ hazretlerinin söylediği sahifede aynen buldular. Bunun üzerine, ilim meclisinde bulunan âlimler ve dinleyiciler şaşkınlıkla, Muhammed Pârisâ'nın büyüklüğüne hayran kaldılar. Hâce Üsâmeddîn'in, bu hâdise karşısındaki hayranlığı hepsinden ziyâde oldu. Çünkü kütüphanesinde böyle bir hadîs kitabının bulunduğunu kendisi bile iyice bilmiyordu. Bu hâdiseyi Mirzâ Uluğ Bey işitince, Muhammed Pârisâ'yı Buhârâ'dan Semerkand'a getirttiğine çok üzülmüştür. O mecliste bu kerâmetin zâhir olması üzerine, âlimler ve zamânın ileri gelenleri tarafından çok sevildi. Hürmet göstererek kendisine bağlandılar ve onun sohbetlerinde bulunarak feyz aldılar.

Muhammed Pârisâ hazretleri, iki defâ hacca gitti. İlk hacca, hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleriyle birlikte, ikinci defâ, ömrünün son aylarında gitti. 1419 (H.822) senesi Muharrem ayında, hacca gitmek ve Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın kabr-i şerîfini ziyâret etmek üzere Buhârâ'dan yola çıktı. Buhârâ'dan ayrılırken, talebelerinden biri vedâ sırasında; "Siz hacca gittiniz." demişti.Bu talebesine; "Gittik ve gittik" buyurarak cevap verdi. Böylece, bu seferinde vefât edeceğine işâret etmişti. Nesef yolu üzerinden, büyüklerin mezarlarını ziyâret etmek üzere; Soganiyân'a (Cağânîyan), Herat'a, Tirmiz'e ve Belh şehirlerine uğradı. Vardıkları her yerde velîlerin kabirlerini ziyâret etti.Câm şehrine de uğramıştı. Burada yetişen meşhûr Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, Nefehât-ül-Üns adlı eserinde şöyle yazmıştır: "Muhammed Pârisâ'nın Câm şehrinden ayrıldığını hatırlarım. Mukâyese ederek şöyle hatırlıyorum ki, 1419 (H.822) senesi, Cemâzil-evvel sonu veya Cemâzil-âhir ayı başı idi. Babam, bir grup sâlih zâtla, Muhammed Pârisâ'nın ziyâretine gitmişti. Ben bu sırada beş yaşını henüz bitirmemiştim. Babam yanındakilerden bir kimseye beni omuzuna almasını söyledi ve beni de alıp ziyâretine gittiler. Huzûruna varınca, beni kürsüsünün önünde tuttular. Muhammed Pârisâ bana iltifât edip, bir şeker verdi. Bu hâdiseden sonra, altmış yıldan beri nûrlarının yayılması gözümdedir. İşte Hâcegan silsilesine ihlâsla bağlanmamın ve onlara muhabbetimin sebebi, Muhammed Pârisâ'nın bereketli nazarlarına kavuşmamdır. Ümîd ederim ki, bu bağlılığın bereketiyle, onları sevenler ve muhlisler zümresiyle haşrolunurum."

Câm şehrinden hareket edip Nişâbur'a ulaştı. Havanın sıcak, yolun da korkulu olması sebebiyle, yolcular arasında yola çıkıp çıkmamak husûsunda konuşmalar oldu.Neticede yola çıkmaları geri kaldı. Bu sırada Muhammed Pârisâ hazretleri, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Dîvân'ını alıp açtı. Açtığı sahifede şu mânâda beyitler çıktı:

 

Ey Hak âşıkları, ikballe yürüyün!

Saâdet burcuna yönelin dosdoğru!

 

Bu yol, size Hakk'ın izniyle mübârek olsun;

Şehirde, çölde, dağda ve suda!..

 

Bundan sonra Mekke-i mükerremeye gitmek üzere Nişâbûr'dan yola çıktılar. Sohbet ederek selâmetle ve âfiyet içinde Mekke'ye ulaştılar. Hac ibâdetini yaptılar. Bu sırada Muhammed Pârisâ hazretleri hastalandı. Vedâ tavâfını sedye üzerinde yaptı. Sonra Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmek için Medîne-i münevvereye doğru yola çıktılar. Yolda, uyku ile uyanıklık arasında Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini gördüğünü ve kendisine çok müjdeler verdiğini anlatmıştır. 1419 (H.822) senesinde 12 Aralık Çarşamba günü Medîne'ye vardılar. Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret edip, müjdelere kavuştu. Ertesi gün, Perşembe günü vefât etti. Bu sırada meşhûr Osmanlı âlimi Molla Fenârî Medîne'de bulunuyordu.Cenâze namazını o kıldırdı.Kâfilesindeki talebeleri ve Medîne halkı cenâzesinde bulundular. Cumâ gecesi Bakî' kabristanında, Eshâb-ı kirâmdan hazret-i Abbâs'ın türbesi yanına defnedildi. Şeyh Zeyneddîn Hâfî, Mısır'dan beyaz bir mermer taşı getirip kabrine dikmişti.

Oğlu Burhâneddîn Ebû Nasr şöyle anlatmıştır: "Babam vefât ettiği sırada yanında bulunamamıştım. Vefâtından sonra yanına geldim. Mübârek yüzünü açıp baktım. Gözlerini açıp bana tebessüm ediyordu. Üzüntüm ve ızdırâbım iyice arttı. Ayak ucuna geçtim, ayaklarını topladı."

Muhammed Pârisâ hazretleri pekçok tâlebe yetiştirdi. Bunların en meşhûru, oğlu Ebû Nasr Pârisâ'dır. Onu zâhir ve bâtın ilimlerinde yetiştirip, tasavvufda yüksek derecelere kavuşturmuştur.

Muhammed Pârisâ hazretlerinin; 1) Risâle-i Kudsiyye, 2) Tuhfet-üs-Sâlikîn, 3) Tahkikât, 4) Fasl-ül-Hitâb li Vasl-il-Ahbâb, 5) Menâsik-ül-Hac, 6) Füsûs-ül-Hikem Şerhi, 7) Menâkıb-ı Behâeddîn Nakşîbend gibi kıymetli eserleri vardır.

 

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

ER KİMDİR ANLASINLAR

Muhammed Pârisâ zamânında, Semerkand'da Mirzâ Halîl Şâh, Horasan'da da Mirzâ Şâhruh pâdişah idi. Muhammed Pârisâ, Semerkand pâdişâhı Mirzâ Halîl'e zaman zaman mektuplar göndererek, müslümanlara yardımcı olup, işlerine alâka göstermesini istiyordu. Mirzâ Halîl, bu mektupları kendisi için ağır görmeye başladı.Hasedçilerin de tahriki ile, Muhammed Pârisâ'ya karşı hoş olmayan bir tavır aldı. Nihâyet adamlarından birini göndererek; "Deşt (çöl) tarafına gitsinler! Orada bulunan nice kimseler onların bereketiyle müslüman olma şerefine ersinler..." şeklinde haber yollayıp, memleketinden çıkmalarını bildirdi. Muhammed Pârisâ hazretleri bu haber üzerine gelen elçiye; "Tamam kabûl ettik. Fakat önce büyüklerimizin kabirlerini ziyâret edeceğiz. Sonra da gideceğiz." dedi. Hemen atının hazırlanmasını istedi. Derhâl atını eğerleyip hazırladılar. Atına binip yola çıktı. Yanına, talebelerinden büyük bir kalabalık yaya olarak katıldı. ÖnceKasr-ı Ârifân'a gidip, hocası Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Hocasının kabrini ziyâret edip ayrıldıkları sırada, yüzünde bir azamet ve heybet belirmişti. Oradan Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin kabrini ziyâret için de Sûhârî'ye gitti. Orada da ziyaretini tamamlayınca, atını sürüp yola çıktı. Sûhârî yakınında bir tepeye çıkınca, tepe üzerinde durup, Horasan'a doğru dönüp; "Hepsini yerle bir et; böylece bugün meydanda er kimdir, anlasınlar!.." mânâsında bir beyt okudu.

Bundan sonra Buhârâ'ya döndüler. Tam bu sırada, Horasan pâdişâhı Mirzâ Şâhruh, Muhammed Pârisâ hazretlerinin gönlünü kıran Semerkand pâdişâhı Mirzâ Halîl'e bir mektup yazdı. Mektubunda savaş ilân ettiğini bildirerek; "Geliyorum, harp meydânına çık!" diye yazmıştı. Bu karar önce kendi halkına duyurulmak için câmilerde okunup ilân edildi.Sonra da mektubu Mirzâ Halîl'e gönderdi. Mektubu gönderdikten hemen sonra da üzerine yürüyüp, Mirzâ Halîl'i mağlup ederek öldürdü.

 

ÖLÜ KALBLER

Muhammed Pârisâ hazretleri buyurdu ki: "Üç kimse, Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlıyamaz. Birincisi; Arabîyi iyi bilmeyen ve tefsîr okumamış, ilmi olmıyan kimse. İkincisi; büyük bir günâha devâm eden fâsık. Üçüncüsü, îtikâd bilgilerinden birini yanlış anlayıp, anladığına uymadığı için hak sözü kabûl etmeyen bid'at sâhibi. Çünkü bid'atın zulmeti, kalbi karartır."

"İnsanı, Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, dünyâ düşüncelerinin kalbe yerleşmesidir. Bu düşünceler, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz şeyleri seyretmekten hâsıl olur. Çok uğraşarak bunları kalbden çıkarmak lâzımdır. Faydasız kitap okumak, lüzumsuz şeyler konuşmak da bu düşünceleri arttırır. Bunların hepsi, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Kalbin hasta olması, Allahü teâlâyı unutmasıdır. Allahü teâlâya kavuşmak isteyenlerin bunlardan sakınması, hayâli arttıran her şeyden kaçınması, uzaklaşması lâzımdır. Allahü teâlâ, çalışmayan, sıkıntıya katlanmayan, zevklerini, şehvetlerini bırakmayanlara bu nîmeti ihsân etmez."

"İnsanlar, ölüleri dirilteni büyük bildiğinden, Allahü teâlâya yakın olanlar, bunu yapmak istemeyip ölü kalbleri diriltmişler, talebelerinin ölü kalblerini diriltmeğe çalışmışlardır. Doğrusu da, kalbleri diriltmek yanında ölüleri diriltmenin hiç kıymeti yoktur. Hattâ abes, yâni faydasız şeylerle vakit kaybetmek olur. Çünkü ölüyü diriltmek, ona birkaç günlük ömür kazandırır. Kalblerin dirilmesi ise, sonsuz hayâta (ebedî saâdete) kavuşturur. Zâten Allahü teâlâya yakın olanların vücudları kerâmettir. İnsanları Allahü teâlâya dâvet etmeleri, Hak teâlânın rahmetlerinden bir rahmettir. Ölü kalbleri diriltmesi, hârikaların en büyüğüdür. İnsanların selâmeti, onların varlığı iledir. Mahlûkların en kıymetlisi onlardır. Allahü teâlâ, onlar ile rahmet yağdırıyor. Onlar sebebi ile rızk gönderiyor. Onların sözleri devâdır. Acıyarak bir bakışları şifâdır. Allahü teâlânın lütufları, ihsânları, onların bulunduğu yerden eksik olmaz. Yanlarında bulunanlar kötü olmaz. Onları tanıyanlar mahrûm kalmaz."

 

KAYNAKLAR

1) Hadâik-ül-Verdiyye; s.142

2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1120

3) Reşehât; s.82

4) Nefehât-ül-Üns; s.431

5) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.75

6) Şakâyik-ıNu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.268

7) Umdet-ül-Makâmât; s.72

8) Rehber Ansiklopedisi; c.12, s.296

9) Sefînet-ül-Evliyâ; s.79

10) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.159

11) Persian Literature; c.1, s.7

12) Fevâid-ül-Behiyye; s.199

13) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.329