|
MÎR MUHAMMED NUMÂN
Hindistan'ın büyük velîlerinden. Seyyid olup, 1569 (H.977) senesinde
Semerkand'da doğdu. Hindistan'a gelip, Hâce Bâkî-billah hazretlerinin sohbeti
ile şereflendi.
Hocasının vefâtına kadar Delhi'de hizmetinde bulundu. Hâce Bâkî-billah'ın,
vefâtında, İmâm-ı Rabbânî Delhi'yi teşrif etmişti. Merhamet buyurup, Seyyid Mîr
Muhammed Numân'ı Serhend'e götürdü. Mîr Muhammed, uzun seneler İmâm-ı Rabbânî'ye
hizmet etti ve sohbetinde bulundu. Sonra talebe yetiştirmesi için Burhânpûr'a
gönderildi. 1650 (H.1060) senesinde Agra şehrinde vefât etti.
Mîr-i
Büzürk diye bilinen babası Mîr Şemseddîn Bedahşânî, asâleti, fazîleti, ilmi,
takvâsı, huzûru ve safâsı ile Bedahşan ve Mâverâünnehr'in meşhûrlarındandı.
Tefsîr ve benzeri Arabî ilimlerde asrının bir tânesiydi. Doğduğu ve kaldığı yer,
Bedahşan beldelerinden olan Keşm beldesidir. Kabri Kâbil'dedir.
Mîr
Muhammed Numân şöyle anlattı: "Azîz babam, dünyâya gelen her oğlunun ismini
Muhammed aleyhisselâm ismi ile birlikte olacak diye karar vermiş. Çocuklarına:
Celaleddîn Muhammed, Sa'deddîn Muhammed ve Ziyâeddîn Muhammed gibi adlar vermiş.
Bunlar benim kardeşlerimdi. Ben annemin karnında üç-dört aylık idim. Babam,
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe Numân bin Sâbit hazretlerini rüyâda görmüş ve; "Bir
oğlun dünyâya gelecek, ona benim ismimi, yâni Numân ismini ver." buyurmuş.
Babam, bana Muhammed Numân ismini koymuş. 1569 (H.977) da Semerkand'da dünyâya
gelmişim. Ben çocukken, bâzı garip hâller beni kaplar, beni benden alır,
kendimden geçer dünyâyı unuturdum. Büluğa erince, Belh şehrinde Emîr
Abdullah Belhî Işkî'nin huzûrunda, işâret ve müjdeleri ile ona talebe oldum ve
tövbe ettim."
Mîr
Muhammed Numân bundan sonra Hindistan'a gitti. Dînimizin emirlerine uyma
isteğinin çokluğundan vaktin velîlerinin hizmet ve sohbetlerinde bulundu.Herbirinden
vazifeler aldı, meşgûl oldu. Şeyh Saîd Habeşî ile de müsâfeha ile şereflendi.
Nerede bir derviş duysa, onun sohbetine gider, onu cân ve gönülden sever, talebe
olmayı arzu ederdi. Nihâyet hazret-i Hâce Muhammed Bâkî'nin sohbetleriyle
şereflendi. O büyük velî, Mîr Muhammed'e nihâyetsiz lütuflarda bulundu. Onu
kendi silsile dizisine ve talebeleri arasına aldı. Şâh-ı Nakşîbend hazretlerinin
yoluna uygun zikr ve murâkabe ile şereflendirdi. Mîr Muhammed işini bırakıp,
dünyâyı terk etti. Kalabalık âilesini alıp, tam bir tevekkülle Bâkî-billah'ın
huzûruna geldi.
Mîr
Muhammed Numân'ı, Fîrûzâbâd Câmiinin altında ikâmet ettirmeyi düşündüler. Bu
câminin altında odalar vardı. Bu odalarda asırlarca kimse oturmamıştı.
Rutûbetten nefes bile zor alınırdı. Hazret-i Hâce'nin emri üzerine, çoluk-çocuğu
ile oraya yerleştiler. Mîr Muhammed Numân'ın hâller sâhibi ve sâlihadan olan kız
kardeşi orada oturmaktan hastalandı. Hazret-i Hâce'nin temiz anneleri, Mîr'i
ziyârete geldi. Oranın fenâ kokusundan bir saat orada oturamadı. Bu hâli gören
anneleri, oğulları hazret-i Hâce'ye dönüp; "Ey oğlum, üstâdım ve gözümün nûru!
Sizin bu sevenleriniz burada ölmesinler!" dedi. Hazret-i Hâce; "Anneciğim,
bunlar, bu gibi işler kalblerine ağır gelip, incinme düşüncesiyle buraya
gelmediler. Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için geldiler. Mâdem ki onların
oradan çıkarılmasını istiyorsunuz. Öyle ise yeni eve taşıyalım." dedi. Sonradan
Mîr Muhammed Numân; "Velîlikte hangi makamlara kavuşmuş isem, hepsi de Fîrûzâbâd
Câmiinin altında ihsân edildi." buyurdu.
Mîr
Muhammed Numân buyurdu ki: "Birkaç gün dînin emirlerine uygun olmayan, sekr
hâlleri beni kapladı. Ne kadar uğraştıysam bu hâllerden kurtulamadım. Nihâyet
hazret-i Hâce Bâkî-billah'a hâlimi arz etmeyi düşündüm. Câmiye geldiğim zaman
onlar da bana baktılar. Bu bakışlarının bereketi ile kalkmasını istediğim
hâller, benden tamâmen kalktı."
Hazret-i Hâce'nin talebelerinden olan bir vâli, hocasına ricâ edip; "Duydum ki,
dergâhınızdaki fakir talebelerden bir kısmı aç kalıyormuş. Emrederseniz her gün
hepsinin ihtiyâcını ben göreyim." dedi. Hazret-i Hâce eshâbından bâzıları için
buna izin verdiler. Bu esnâda biri arz etti ki: "Mir Muhammed Numân da çok fakir
ve ailesi kalabalıktır." Hazret-i Hâce onun ihtiyâcının karşılanmasına râzı
olmadılar ve; "Bunlar bizim bedenimizin parçalarıdır." buyurdu. Yâni vücûdumuzun
parçasını bu gibi işlere yaklaştırmayız. Mîr Muhammed Numân buyurdu ki: "O
günlerde çok fakir ve parasız olduğum hâlde, bu lütuflarını duyunca kendimden
geçtim."
Bâkî-billah hazretleri vefât edinceye kadar, Mîr Muhammed Numân'ı en güzel
şekilde yetiştirip, olgunlaştırdı. Velâyette yüksek makamlara ulaştırdı. Sonra
da en önde gelen talebelerinden İmâm-ı Rabbânî hazretlerine havâle eyledi.Mîr
Muhammed bunu şöyle anlattı: Hazret-i Hâce'nin vefâtlarından önceki günlerde,
bir gece uyumayıp hizmet eyledim. Bana baktılar. Bu bakışlarının tesiriyle bir
hâle tutuldum. Her ne yaparsam; "Acabâ Allahü teâlânın rızâsına uygun mudur,
değil midir?" diye düşünceye dalardım. Öyle oldu ki, bir adım atsam; "Acabâ
rızâsına uygun mu, değil mi?" derdim. Döndüğüm zaman da, şu düşüncelere gark
olurdum ki; "Bu vakit onlara teslim ve rızâ vaktidir. Ve o kıymeti takdir
olunmayan deryâdan, bu kalbi susamışın kalbine bir yudum su sunmak zamânıdır."
Hazret-i Hâce, hazret-i İmâm'a (yâni İmâm-ı Rabbânî hazretlerine) talebe
yetiştirme icâzeti verdikleri ve bütün eshâbını onlara ısmarladıkları zaman, her
talebesini ayrı ayrı çağırıp vedâ etti. Sonra hazret-i İmâm'ın huzûruna
gönderdi. Hazret-i İmâm'ı, talebelerin terbiyesine vekil eylediler. Talebelerine
de, onların huzûrunda bizi tâzim etmeyiniz, hattâ bize teveccüh eylemeyiniz."
buyurdu. Bana da; "Ahmed-i Fârûk'a hizmeti kendi saâdetin, kurtuluşun bil, her
emrini yerine getir." buyurdu. Üstâdımın büyüklüğünü düşünüp, bu sözleri bana
ağır geldi ve; "Kalbimin aynası, ancak sizin yüksek kalbinizin parlak nûruna
karşı duruyor. Onlar ne kadar büyük olsa da bu böyledir." diye arz ettim.
Kızarak buyurdular ki: "Meyân Şeyh Ahmed, bizim gibi binlerce yıldızı örten,
göstermeyen bir güneştir. Geçmiş evliyânın en büyüklerindendir." Bundan sonra
inanarak, isteyerek ve severek hazret-i İmâm'ın hizmetine ve huzûruna kavuşmayı
arzu eyledim.
Hazret-i Hâce vefât edince, İmâm-ı Rabbânî tâziye için Delhi'yi
şereflendirdiler. Mîr Muhammed Numân, kalbinin kırıklığını, garipliğini,
miskinliğini, nasîbsizliğini, istidâtsızlığını ve hazret-i Hâce'nin, kendisini
İmâm'a havâle ettiğini hatırlatan bir mektup yazdı. Mektupta; "Merhametinize
kavuşmak için, Peygamberlerin efendisinin hânedânına mensûb olmaktan başka
vesîlem yoktur. Peygamberlerin efendisinin sadakası olarak bana acıyın." diye
arz etti. Hazret-i İmâm bu mektubu okuyunca, kalbine bir incelik geldi. Buyurdu
ki: "Mîr, ümidsiz olmasın. İnşâallahü teâlâ daha iyi olacak". Yine buyurdu: "Hâce'nin
eshâbı arasında, Mîr'in bize husûsî bir bağlılığı vardır." İmâm-ı Rabbânî
hazretleri Serhend'e giderken, Mîr'i de yardım ve terbiyelerine alıp, yanlarında
götürdüler.
Mîr
Muhammed Numân, senelerce hazret-i İmâm'ın sohbetinde bulundu. Bir defâsında
İmâm-ı Rabbânî hasta oldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Eğer ölürsem, emâneti
ehli olan birine bırakmak lâzım." diye düşündüler. O zaman bu ağır yükü
yüklenebilecek, büyük oğulları Hâce Muhammed Sâdık ve hazret-i Mîr Muhammed
Numân'dan başkası bulunmadığından, bu emâneti onlara ısmarlamak istedi. Bunun
için de bâzı makamları, bu iki azîzin istidâdlarına göre, onların kalblerine
akıttılar. Sonra oğullarının ve sevdiklerinin yalvarmaları ile Allahü teâlâya
yaptığı duânın hemen akabinde sıhhate kavuştular.
Bundan
sonra Mîr Muhammed Nûmân'a olan yardımları ve onu ilerletme vesîleleri her gün
arttı. Dâimâ husûsî lütuf ve ihsânlarda bulunup, onun hâllerini yükseklere
çıkardı. 1609 (H.1018) yıllarında hilâfet verdiler. Dînin yayılması için
Burhânpûr'a gönderdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bizzat el yazıları ile
yazdıkları hilâfetnâmeleri şudur:
"Allahü
teâlâya hamd ederim. Resûlüne ve O'nun keremli ehl-i beytine ve Eshâbına salâtü
selâm ederim. Velîlerin yolunda ilerleyip, ârif-i billah olan sâlih ve olgun
kardeşim Seyyid Mîr Muhammed Numân (Allahü teâlâ onu ve bizi dâimâ rızâsında
bulundursun) bu fakîrin vâsıtası ile, Nakşibendiyye büyüklerinin yoluna girdi ve
yükseldi. Talebeye faydalı olacak hâle gelince, bu yolun tâlimi, öğretilmesi
için kendisine icâzet izin verdim. İcâzetin şartı; dînin emirlerine uymak,
yasaklarından kaçınmak, büyüklerimizin yolunda gitmekte sabır ve sebât etmektir.
Allahü teâlânın yolunda gidenlere ve Peygamber efendimize uyanlara selâm olsun."
Mîr
Muhammed Numân hazretleri iki defâ Burhânpûr'a gittiler. Bu şehirde, ilim ve söz
sâhibi Muhammed Fadl ve Şeyh Îsâ gibi büyükler vardı. Mîr'in çalışmaları netice
vermeyip, Nakşibendî yolu bu beldede revaç bulmadı. Hazret-i İmâm'ın huzûruna
geldi ve hakîkatı anlattı.Hazret-i İmâm, üçüncü defâ aynı şehirde insanlara
dînimizin emir ve yasaklarını tebliğ etmelerini emredip, "Bu son şekil,
inşâallah, eskilere benzemez." buyurdular.
Hazret-i Mîr emre uyarak tekrar Burhânpûr'a gitti. Bu defa büyük kabûl gördü.
Sohbetine giden fakîr olsun, zengin olsun, gâfil veya huzur sâhibi olsun, sohbet
ve tasarrufunun tesirinden kendinden geçerdi. Hattâ bunların o hâllerini
görenler aynı hâle düşerdi. Bu büyük velînin sohbetlerinin tesirleri o hâle ve
dereceye ulaştı. Hattâ o şehirdeki büyük âlimlerin talebelerinden çoğu gelip,
talebeleri arasına girdi. Çoğu fâsıklar, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına
uyan tam bir mümin oldu. Çok ayıklar, muhabbet şarâbı ile kendinden geçtiler.
Mîr
Muhammed Numân, hazret-i İmâm'ın eshâbı arasında, İmâm'a aşk ve muhabbet ile
bağlananların en önde geleniydi. Bu yüzden Hindistan'daki şöhret ve hizmeti
güneş gibi açıktır. Kendisine bağlananlar o kadar çok oldu ki, bazı düşmanlar
vaktin sultânına; "Sizin saltanatınız, hudud şehriniz Burhânpûr'da sona erer.
Çünkü orada hazret-i Mîr dedikleri bir derviş vardır ve yüz bin Özbek talebesi
süvari hâlde emrindedir. Sultan tesir altında kalıp, hazret-i Mîr'i
Burhânpûr'dan çağırdı ve; "Size niçin hazret-i Mîr diyorlar" dedi. O da; "Ben
seyyidim. Seyyide Mîr derler. Hazret demelerinden râzı değilim, emrediniz
demesinler." buyurdu. "Yüz bin mürîdin varmış!" dedi. Hazret-i Mîr, tebessüm
etti. Sultan, orada olanlara; "Bakın, ben onunla konuşuyorum, o ise gülüyor. Bu
dervişin böbürlenmesini anlıyorsunuz değil mi?" dedi. Mîr'i seven ve hürmet eden
MehâbetHan oradaydı. Sultânın sözüne katılmış görünerek; "Onun üstâdı,
memleketleri halîfelerine taksim etmiştir. Bunu Burhânpûr'a verdi. Bunun oradaki
makam ve mertebesi o derecededir ki, bizim ve sizin gibilerin orada varlığı
hissedilmez." dedi. Sultan, Mehâbet Hanın da bu dervişe düşman olduğunu sanıp;
"Onu sana bıraktım." dedi. MehâbetHan, Mîr Muhammed Numân hazretlerini kendi
evine götürdü, yakınlık ve muhabbet gösterdi. Çeşitli ziyâfetler ikrâm eyledi.
Söz sâhibi kimseler ve diğerleri, karınca ve çekirgeler gibi hazret-i Mîr'in
ziyâretine geldiler.Çok adaklar yapıp, yerine getirdiler. Sultan bunu işitince,
Mehâbet Hana kızdı. O da; "Pâdişâhım, bu derviş beş vakit namaz kılar, başka
hiçbir şey yapmaz." diye arz etti. Pâdişâh, Mîr'in Burhânpûr'da kalmayıp
başşehir Ekberâbâd'da bulunmayı kabûl ederse onu bırakalım dedi. Mîr hazretleri
kabûl etti ve Ekberâbâd'da oturmaya râzı oldu. Orada tâliblere ders vermeye
başladı.
Mîr
Muhammed şöyle anlatır: Yine bir gün Resûlullah efendimizi rüyâda gördüm.
Hazret-i Ebû Bekr de yanındaydı. Buyurdular ki: "Ey Ebû Bekr! Oğlum Muhammed
Numân'a de ki; "Şeyh Ahmed'in makbûlü benim makbûlümdür. Şeyh Ahmed'in merdûdu
(reddettiği) benim de merdûdumdur. Benim merdûdum da Allahü teâlânın merdûdudur."
Bu müjdeyi işitince, son derece sevinip; "Elhamdülillah ki, ben hazret-i İmâm'ın
makbûlüyüm. O hâlde Allahü teâlânın da makbûlü oluyorum." diye içimden
geçirdiğimde, Resûlullah efendimiz hazret-i Sıddîk-ı ekber'e buyurdular ki;
"Oğlum Muhammed Numân'a de ki; Onun makbûlü olan, Şeyh Ahmed'in de makbûlüdür,
benim de, Allahü teâlânın da makbûlüdür. Onun merdûdu, Şeyh Ahmed'in, benim ve
Allahü teâlânın merdûdumuzdur."
Yine
bir gün rüyâda, pâdişâhların cülûs veya tebrik günlerinde yaptıkları gibi, bir
meydana büyük bir çadır kurulduğunu gördüm. Bütün insanların yaşadığı
memleketler o çadırın altında kalıyordu. Dünyâdaki pâdişâhlar, hâkimler,
memleketin idâresini yürüten âmirler ve devlet erkânı hep orada bulunuyorlardı.
Köyler, şehirler, çarşılar, yollar, ölüm, hayat, fakirlik, zenginlik, efendilik,
hizmetçilik hep orada... Bütün o erkân, iş yapmak için, çadırın tepesindeki
deliğe bakıyorlar ve ardından ikinci bakışları dünyâya ve dünyâdakilere
oluyordu. İş yapanlardan herbirine oradan bir iş buyuruluyordu. Hatırımdan, "Ben
de yukarı bakayım, orada ne vardır ki, bütün bu erkân oradan emir alıp, iş
yapıyorlar." diye geçti. Başımı kaldırınca, çadırın orta direğinin en üst
noktasında bir pencere olduğunu ve hazret-i İmâm orada oturup, mübârek yüzünü o
pencereye koyarak, işaret ettiğini gördüm. Bütün dünyâdaki devlet erkânı,
yapacakları işleri onun o işaretlerinden anlıyor, birbirine uyan ve uymayan
işleri, hep o bir işâretten çıkarıp yapıyorlardı.
Yine
bir gün sabah namazından sonra câmide oturmuş murâkabe ile meşgûl oluyorduk.
Hocam ile karşı karşıya oturmuştuk. Bir ara başımı meşgûliyetimden kaldırdım.
Hazret-i İmâm'ın yerinde Resûlullah efendimizin oturduğunu gördüm. Üzerimi bir
heybet kapladı. Hemen başımı önüme eğdim. Bir müddet sonra, tekrar başımı
kaldırdım. Hazret-i İmâmın da Server-i kâinâtın yanında oturduğunu gördüm.
Tekrar murâkabe için başımı eğdim. Bir an sonra yine başımı kaldırdım. Gördüm
ki, Resûlullah efendimizin yerinde hazret-i İmâm, hazret-i İmâm'ın yerinde de,
Resûlullah efendimiz oturuyor. Tekrar murâkabeye koyuldum. Bir zaman sonra
başımı kaldırınca, iki yerde de Resûlullah efendimizi gördüm. Biraz sonra
ikisini de hazret-i İmâm buldum. Sonra da hazret-i İmâmın yalnız oturduğunu
gördüm. Bu gördüklerim baş gözü ile olmuştur, rüyâ ve vaka hâli değildir.
Hazret-i İmâm'ın Mektûbât isimli üç cild, değer biçilmez
eserinde, Mîr Muhammed Numân hazretlerine yazılmış mektuplar vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:
"...Üstâdım Hâce Muhammed Bâkî-billah'tan işittim. Buyurdu ki, Şeyh Muhyiddîn-i
Arabî yazıyor ki: "Kerâmet ve hârikaları çok görülen evliyâ, son nefeslerinde,
bunları gösterdiklerine pişmân olmuştur. Keşke hiç kerâmetimiz görülmeseydi
demişlerdir." Evliyânın üstünlüğü, hârikaların görülmesi ile ölçülseydi,
bunların görünmesine pişmân olmak yersiz olurdu.
Suâl:
Vilayette, hârika görünmesi şart olmayınca, hakîki velî ile, yalancı şeyhler
birbirinden nasıl ayrılır?
Cevap:
Bu dünyâda evliyânın belli olması lâzım değildir. Doğru ile yalancının karışması
lâzımdır. Bu dünyâda hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın karışması lâzımdır.
Velînin, kendi vilâyetini bilmesi de şart değildir. Kendi vilâyetini bilmeyen
evliyâ çok idi. Bunları, başkaları nasıl tanıyabilir? Tanımalarına lüzum da
yoktur. Evet, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar göstermesi lâzımdır.
Böylece, nebî, nebî olmayandan ayrılır. Çünkü, nebînin peygamberliğini tanımak
herkese lâzımdır. Evliyâ, insanları, kendi peygamberinin dînine çağırdığı için,
peygamberinin mûcizeleri kendilerine yetişir.Evliyâ, eğer dinden başka bir şeye
çağırmış olsaydı, o zaman, hârikalar göstermesi elbette lâzım olurdu. Dîne
çağırdığı için hârika göstermesi hiç lâzım değildir. Din âlimleri, herkesi,
kitaplarda yazılan emirleri yapmaya çağırıyor. Evliyâ, hem buna çağırıyor, hem
de dînin bâtınına dâvet ediyor. Önce, dîne çağırıyor. SonraAllahü teâlânın
ismini zikretmeyi gösteriyor. Her zaman, aralıksız zikr-i ilâhi ile olmayı
ehemmiyetle istiyorlar. Böylece vücûdu zikr kaplayıp, kalbde Allahü teâlâdan
başka bir şey bulundurulmaz. Her şey öyle unutulur ki, insan kendini ne kadar
zorlasa, Allahü teâlâdan başka bir şey hatırlayamaz. Bu iki türlü dâvet için,
evliyânın hârikalar göstermesine niçin lüzum olsun? İrşâd etmek, bu iki dâveti
yapmak demektir.
Hârikanın, kerâmetin burada hiç yeri yoktur. Şunu da söyleyelim ki, uyanık bir
talebe, tasavvuf yolunda ilerlerken, üstâdının nice hârikalarını, kerâmetlerini
hisseder. O bilinmez yolda, her an, onun mededine baş vurup, hep yardımına
kavuşur. Evet, başkaları için hârikalar göstermesi lâzım değildir. Fakat,
talebesine her an kerâmet göstermekte, hârikalar, üst üste gelmektedir.
Talebesi, üstâdının hârikalarını hissetmez olur mu ki, ölü olan kalbine hayat
vermektedir. Onu, müşâhedelere keşiflere kavuşturmaktadır. Câhiller, ölüyü
diriltip, mezârdan çıkarmayı, büyük kerâmet sanır. Büyükler ise, ölü kalpleri
diriltmeye, hasta rûhları tedâvî etmeye ehemmiyet verir. Sofiyye-i âliyyenin
büyüklerinden, HâceMuhammedPârisâ: "İnsanların çoğu ölüleri dirilteni büyük
bildiğinden, Allahü teâlâya yakın olanlar, bunu yapmak istemeyip ölü rûhları
diriltmişler, talebenin ölü kalplerini diriltmeye çalışmışlardır. Doğrusu da,
kalpleri, rûhları diriltmek yanında, ölüleri diriltmenin hiç kıymeti yoktur.
Hattâ abes, yâni faydasız şeyle vakit öldürmek olur. Çünkü, ölüyü diriltmek ona
birkaç günlük ömür kazandırır. Kalplerin diriltilmesi ise sonsuz hayâta
kavuşturur. Allahü teâlâya yakın olanların vücûdları kerâmettir. İnsanları
Allahü teâlâya dâvet etmeleri, Hak teâlânın rahmetlerinden bir rahmettir. Ölü
kalpleri diriltmesi, hârikaların en büyüğüdür. İnsanların selâmeti, onların
varlığı iledir. Mahlûkların en kıymetlisi onlardır. Allahü teâlâ, onlar ile
rahmet yağdırıyor. Onlar sebebi ile rızk gönderiyor. Onların sözleri devâdır.
Acıyarak bir bakışları şifâdır. Onlar, celîs-i ilâhîdir, Allahü teâlâ ile
berâber olandır. Allahü teâlânın lütufları, ihsânları, onların bulunduğu yerden
eksik olmaz. Yanlarında bulunanlar kötü olmaz. Onları tanıyanlar mahrûm kalmaz."
buyuruyor.
O
büyükleri, yalancılardan ayıran farkların en açığı; her sözlerinin,
hareketlerinin dîne uygun olması, yanlarında bulunanların kalplerinde,Allahü
teâlânın korkusu ve sevgisi hâsıl olmasıdır ve başka şeylerden soğumalarıdır.
Evliyâ ile münâsebeti olanlarda, bu alâmetler görülür. Münâsebetleri olmayanlar,
zâten herşeyden mahrûmdur. Fârisî beyit tercümesi:
İyiliğe
elverişli olmayan kimse,
Faydalanamaz, Pegamberi de görse.
(2.
cild, 92. mektup)
Allahü
teâlâya hamd olsun ve O'nun seçtiği kimselere selâmlar olsun! Kıymetli seyyid
kardeşim! Dikkatle dinleyiniz! İyi düşünceli olan kardeşlerimizin dertlerden
kurtulmamız için, her çâreye baş vurduklarını, hiçbirinin fayda vermediğini
haber aldım. "Allahü teâlânın yarattıklarında, gönderdiklerinde hayır, iyilik
vardır." hadîs-i şerîfi meşhûrdur. İnsan olduğumuz için, başımıza
gelenlerden, bir aralık üzülmüştük. İçimiz sıkılmıştı. Birkaç gün sonra, Allahü teâlânın
lütfu ile, üzüntü ve sıkıntılar gitti, hiç kalmadı. Onların yerine sevinç,
genişlik geldi. Bizimle uğraşanlar, Allahü teâlânın istediğini istemekte ve
yapmaktadırlar. Böyle olunca, sıkılmanın, üzülmenin yersiz olduğu, Allahü
teâlâyı seviyorum diyenin böyle olmaması gerektiği anlaşıldı. Çünkü sevene,
sevgilinin gönderdiği acıların da, O'ndan gelen iyilikler gibi sevgili ve tatlı
olması lâzımdır. Sevgilinin iyilikleri tatlı geldiği gibi, O'nun acıtması da
tatlı gelmelidir. Hattâ, O'ndan gelen acılarda, tatlılardan daha çok lezzet
bulmalıdır. Çünkü acılar, sıkıntılar nefse tatlı gelmez. Nefis, böyle şeyleri
istemez. Her bakımdan güzel olan, her şeyi güzel olan Allahü teâlâ, bu kulunu
incitmek dileyince, O'nun irâdesi, isteği, bu kula elbette güzel gelmelidir.
Daha doğrusu, bundan zevk almalıdır. Bizimle uğraşanların diledikleri,
istedikleri, Allahü teâlânın dilediğine uygun olduğu için ve bunların dilekleri,
O sevgilinin dilediğini gösterdiği için, bunların diledikleri ve yaptıkları da,
elbette güzeldir ve tatlı gelmektedir. Sevgilinin işini gösteren bir kimsenin
işi de, sevene sevgilinin işi gibi, sevimli ve tatlı gelir. Bunun için bu kimse
de, sevene sevgili olur. Şaşılacak şeydir ki bu kimsenin vereceği acılar,
sıkıntılar, ne kadar çok olursa, sevenin gözüne o kadar çok tatlı görünür.
Çünkü, onun verdiği sıkıntılar, sevgilinin düşman gibi olduğunu göstermektedir.
Bu yolda aklı gidenlerin işlerine akıl ermez. Demek ki, o kimseye karşılık
yapmak, onu kötü bilmek, sevgiliyi sevmeye uymaz. Çünkü o kimse, sevgilinin
işlerini gösteren bir ayna gibidir. Bizimle uğraşanlar, incitenler,
başkalarından daha sevimli görünüyorlar. Kardeşlerimize, dostlarımıza
söyleyiniz! Bizim için üzülmesinler, sıkılmasınlar. Bizi incitenleri kötü
bilmesinler. Onlara kötülük yapmasınlar! Bunların yaptıklarına sevinseler,
yeridir. Evet, duâ etmekle emr olunduk. Allahü teâlâ, duâ edenleri, O'na boyun
bükenleri ve yalvaranları, sızlayanları sever. Böyle yapmak, O'na tatlı gelir.
Belâların, sıkıntıların gitmesi için duâ ediniz! Af ve âfiyet için yalvarınız!
O
kimsenin incitmesi, sevgiliyi düşman gibi göstermektedir dedim. Evet çünkü,
sevgilinin düşmanlığı, düşmanlar içindir. Dostlarına düşmanlığı, görünüştedir.
Bu ise, merhametini, acımasını bildirmektedir. Böyle düşman görünmesinin, sevene
nice faydaları vardır ki, anlatılmakla bitmez. Bundan başka, dostlarına
düşmanlık gibi görünen işler yapması, bunlara inanmayanları harâb etmekte,
onların belâlarına sebeb olmaktadır. Muhyiddîn-i Arabî, "Ârifin niyeti, maksadı
olmaz." buyuruyor. Yâni Allahü teâlâyı tanıyan kimse, belâdan kurtulmak için,
bir şeye başvurmaz demektir. Bu sözün ne demek olduğunu iyi anlamalıdır. Çünkü,
dert ve belâların, sevgiliden geldiğini, O'nun dileği olduğunu bildirmektedir.
Dostun gönderdiği şeyden ayrılmak ister mi ve o şeyin geri gitmesini özler mi?
Evet duâ ederek, gitmesini söyler. Fakat, duâ etmeğe emrolunduğu için, bu emre
uymaktadır. Yoksa, gitmesini hiç istemez. O'ndan gelen her şeyi de sever, hepsi
kendine tatlı gelir. Doğru yolda bulunanlara, Allahü teâlâ selâmet versin! Âmîn.
(3. cild, 15. mektup)
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
RÜYÂNIN
BEREKETİ
Mîr
Muhammed Numân anlattı:
Bir
gece rüyâda hocam İmâm-ı Rabbânî'yi gördüm. Bir yerden mübârek dergâhına
gelmişim. Kapıda bekliyorum. İçerden çıkıp beni ayakta, başı önüne eğik, muhtaç
hâlde görünce memnun oldu. Çok teveccüh edip, beni kucakladı ve yanındakilere;
"Mîr, yoldan geldi. Harâreti vardır. Meyve suyu getiriniz." buyurdu. Önüme beyaz
bir kâse getirdiler. Hazret-i İmâm; "Mîr, bu kâseyi al ve hepsini iç ve ondan
hiç kimseye bir damla verme!" buyurdu. O meyve suyunu tamâmen içtim. Bundan
sonra mübârek hocam yüzünü kıbleye dönüp ellerini kaldırdı ve; "Ey Allah'ım!
Muhammed Resûlullah'a mahsus olan nisbeti Mîr'e nasîb eyle!" diyerek, duâ etti
ve ellerini mübârek yüzüne sürdü. Sonra yine ellerini kaldırıp; "Yâ Rabbî, bana
mahsus olan nisbeti de Mîr'e ihsân eyle." dedi. Uyanınca, rüyâmı hazret-i İmâm'a
arz ile tâbirini istirhâm ettim. Cevap vermediler. Huzurlarından ayrıldım. Bir
müddet sonra şu mektubu bana gönderdiler:
"Bir
gün sabah namazından sonra eshâbımla oturuyordum. Gayr-i ihtiyârî size teveccüh
eyledim. Hissettiğim zulmet ve bulanıklıkların giderilmesine gayret ettim.
Böylece sizin kemâl hâliniz ayın on dördü gibi oldu. Hidâyet güneşine verilen
her şey o dolunaya aksetti. Hattâ kemâl cihetinden fark kalmadı. Ancak bundan
sonra zarfı genişletmek ve genişlediği kadar onu doldurmak kaldı. Uzun zaman bu
mânânın temsîlî sûretini, doğruluğunu gösteren bir yakînin hâsıl olması için,
nazarımda tuttum. Bunun için Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun. Bu nîmete
kavuşmanız gördüğünüz ve tâbirini çok istediğiniz o rüyâ sebebiyledir. Allahü
teâlâya hamd ve senâlar olsun ki, borcunuz tamâmen ödendi ve vâd edilen şey
gerçekleşti. Verilen söz yerine geldi. Temennimiz, kavuştuğunuz bu kemâle,
insanları da kavuşturmanız ve o memleketin köyünü, sahrâsını mübârek vücûdunuzla
aydınlatmanızdır."
ETİN ÜZERİNDEKİ
KURT
Mîr
Muhammed Numân hazretleri, bir gün dervişlerden bir grupla, kendisini
sevenlerden birinin evine dâvet edildi. Mîr, ev sâhibini huzûruna çağırıp;
"İkrâmda ifrâta, aşırılığa gitmemesini söyledi ve sakın yemeklerde şüpheli bir
şey bulunmasın." buyurdu. O da elden geldiği kadar ihtiyâtlı hareket etti. Ama
hazret-i Mîr'in yanında kalabalık bir cemâat bulunduğundan, pekçok keçi ve koyun
kestiler. Âniden, kesilen bu hayvanların birinin eti üzerinde sayısız kurtlar
peydâ oldu. Öyle ki, bir anda etten kemiğe geçtiler. Hazret-i Mîr'e getirdiler;
"Bunun için çok dikkat edin demiştik. Keçi, helâlden değildir. Allahü teâlâ
kurtlarla bunu bize gösteriyor. Siz yine de araştırın." buyurdu. Araştırdılar.
Anlaşıldı ki, bu keçi, hayvan zekâtı toplama memuru arkadaşının zulmen alıp,
kendisine gönderdiği ve ev sâhibinin bundan hiç haberi olmadığı bir hayvandı.
KAYNAKLAR
1)
Hadarât-ül-Kuds; s.299
2)
Zübdet-ül-Makâmât; s.326
3) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. baskı) s.1120
4)
Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, 2. cild, 92. ve 3. cild, 15. mektup
5)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.45
|
|