|
METBÛLÎ
Evliyânın büyüklerinden. İsmi İbrâhim, babasınınki Ali’dir. Nisbetleri Ensârî,
el-Metbûlî olup, lakabı Burhânüddîn’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1473
(H.877) senesinde Kudüs’e giderken, yolda Südûd denilen köyde vefât etti.
Verâ,
takvâ ve zühd sâhibi olan Metbûlî’nin çok kerâmetleri görüldü. Metbûlî, eski
Kâhire’nin El-Hüseyniyye mevkiindeki Emîr Şerefüddîn Câmiinin yakınında
leblebicilik yapardı.
Metbûlî, Resûlulah efendimizi rüyâsında çok görürdü. Rüyâlarını annesine
anlatırdı. O da; “Er o kimsedir ki, Resûlullah efendimiz ile uyanık iken
görüşür.” derdi. Bir zaman sonra, Resûlullah efendimizi uyanık bir halde iken
görüp konuştuğunu haber verdi. Annesi; “İşte evlâdım, şimdi sen erlik
mertebesine kavuştun.” dedi.
Metbûlî, Birket-ül-Hâc mevkiinde bulunan dergâhın tâmiri için, Resûlullah
efendimiz ile istişârede bulundu. Resûlullah efendimiz ona hitâben; “Ey İbrâhim!
O dergâhı tâmir et. Allahü teâlânın izniyle o dergâh; hacılar, yolcular ve
misâfirler için çok güzel bir barınak olacaktır. Doğu tarafından Mısır’a gelen
her çeşit belâya da kalkan ve siper olacaktır. Burası mâmûr olduğu müddetçe,
Mısır da mâmûr olacaktır.” buyurdu.
Metbûlî, Birket-ül-Hâc mevkiine yakın yerde hurma ağaçlarını dikerken, birkaç
yerde kuyu açtırdığı hâlde su bulamadı. Bu hususta da Resûlullah’tan izin
istedi. Resûlullah efendimiz de buyurdu ki: “İnşâallahü teâlâ, yarın sana Ali
bin Ebî Tâlib’i gönderirim. O da sana, hazret-i Şuayb’ın vaktiyle koyunlarına su
verdiği kuyusunu gösterir.” Ertesi gün, Metbûlî, kuyunun yerini gösteren bâzı
alâmet ve işâretleri gördü. Orasını kazdırdı. Hazret-i Şuayb’ın kuyusuna
rastladı ve bu kuyuyu açtı. O kuyu hâlâ açıktır ve istifâde edilmektedir.
Bir
kadın Metbûlî’ye gelip, yana yakıla ağlayarak, oğlunun Frenkler tarafından esir
edilip götürüldüğünü, onun kurtarılmasını istedi. Metbûlî, derhâl Bismillâh
deyip duâ etti ve; “İşte oğlun geliyor.” buyurdu. Kadıncağız, biraz öteden gelen
oğluna doğru koşup boynuna sarıldı. Metbûlî, yanındaki talebelerine dönüp;
“Yavrularım, şâhid olunuz ki, Allahü teâlânın bu asırda duâları ânında kabûl
olan kulları vardır.” buyurdu.
O
zamanda yaşayan İbn-i Bakarî adlı bir kişi, birisine zulmedip, o kimse ve
çocuklarının sütünü sağdıkları ineği gasbetti. O mazlum kişi, gelip durumu
Metbûlî’ye arzetti. Metbûlî de hemen merkebine bindi ve İbn-i Bakarî'nin evine
gitti. İbn-i Bakarî, Metbûlî’yi görür görmez yaptıklarına pişmân oldu ve
gasbettiği malı geri gönderdi.
Talebeleri ile birlikte kırlık bir arâziye gitmişti. Talebeleri acıktıklarından,
canları, çeşitli kaplar içinde çeşitli yiyecekleri istedi. Metbûlî onlara,
abdestleri alıp daha sonra gelmelerini söyledi. Talebeler geri döndüğünde,
hocalarının yanında kendileri için hazırlanmış, çeşitli porselen kaplar içinde
arzuladıkları yiyecekleri buldular. Yûsuf el-Kürdî dedi ki: “Biz o yiyeceklerden
yedik. Daha sonra hocamız ayrıldı. Biz de sofrayı yayılı bir halde bırakıp
ayrıldık.”
Sultan
Kayıtbay zamânında kıtlık oldu. Metbûlî’nin dergâhına beş yüz kişi geldi.
Metbûlî, her gün bunlara ölçek ölçek hamur yoğurtup, katıksız yavan ekmek verdi.
Bir zaman geldi, oradakiler Metbûlî’den katık istediler. O da hizmetçisine
emredip; “Hurmalığın ortasındaki hasırı kaldır ve ihtiyaç kadar parayı oradan
al.” buyurdu. Hizmetçi gidip baktığında, hasırın altında; yukarıdan aşağı doğru
oluk gibi akan altın ve gümüşler gördü. İhtiyaç kadar alıp, gelen misâfirler
için onunla katık aldı. Bir ara dergâhın hizmet işleriyle uğraşan bu hizmetçi,
Metbûlî’ye; “Efendim, mâdemki bu kadar zenginsiniz, müsâade buyurun da bu
paradan fakirlere bol bol verelim.” dedi. Metbûlî; “İhtiyaç kadar vardır.”
buyurdu. Daha sonra hizmetçi, parayı gördüğü yere gidip baktığında, hiçbir şey
göremedi. Orasını kazdığı halde, yine hiçbir şey bulamadı.
Malına
ve makâmına güvenip başkalarına zulmeden birisi, Metbûlî’ye dil uzattı ve;
“Varsın Şeyh beni üflesin.” diye alay etmeye başladı. O kişinin bu küstahlığını
işiten Metbûlî, haber gönderip; “Ben üfürükçü değilim. Ancak okumu hangi hedefe
yöneltirsem tam isâbet eder.” buyurdu. O esnâda helâya girmiş bulanan o kişi
gecikince, adamları helânın kapısını açtılar, helâ çukuruna yüzünü koymuş bir
şekilde can verdiğini gördüler.
Metbûlî’nin Mısır’da öğle namazını kıldığını hiç kimse görmediği için, bâzı
kimseler ileri geri konuştular. O kimselerden biri Şam’a gitti ve oranın Beyaz
Câmisinde Metbûlî’nin namaz kıldığını gördü. Câminin imâmına, onunla ilgili bâzı
şeyler sordu. İmâm da, Metbûlî’nin her gün burada öğle namazını kıldığını
söyledi. Bu hâli öğrenen kişi, yaptıklarına pişmân olup tövbe etti.
İbrâhim
el-Metbûlî, bir gün bir su kenarında olan birisinin ziyâfetine gitti. Ev sâhibi
misâfirlere hizmet etmekle meşgûl iken, üç yaşındaki çocuğu suya düştü. Fakat
kimse farkında olmadı. Çok sonra haberi oldu. Telaşla Metbûlî’ye koşup durumu
anlattı. O da; “Şimdi doğruca Zâhir Câmiinin karşısındaki köprüye gidiniz, orada
olması lâzım.” buyurdu. Hemen oraya gittiler ve orada buldular. O çocuk, uzun
seneler yaşadı.
Necm-ül-Gazzî şöyle anlatır: “Kâdı’l-kudât Şeyhülislâm Kemâlüddîn et-Tarîl,
neseb olarak Türk idi. Kemâlüddîn, çocukluğunda ez-Zeydâniyye denilen yerde
güvercinlerle oynardı. Bir gün, İbrâhim el-Metbûlî talebeleri ile birlikte
oradan geçerken, kuşlarıyla oynamakta olan Kemâlüddîn’e dönüp; “Şeyhülislâm
Kemâlüddîn’e merhabâ.” buyurdu. Talebeleri, hocalarının o çocuğa latîfe
yaptığını zannettiler. Çocuk, o günden îtibâren oyunu terk edip, Kur’ân-ı kerîmi
öğrendi. İlim tahsîl etti. İbrâhim el-Metbûlî’nin talebelerinden olup da
yaşayanlar, o gencin, çok önceleri hocalarının müjdelediği, fakat kendilerinin
anlayamadığı büyük âlim Şeyhülislâm Kemâlüddîn olduğunu gördüler.”
Şeyh
Yûsuf el-Kürdî şöyle anlatır: “Bir zaman Benî Haram kabîlesi mensupları, Benî
Vâil kabîlesinin şerrinden (zararından) kaçarak, İbrâhim el-Metbûlî’ye geldiler
ve dergâha yerleştiler. Bunun üzerine Metbûlî bir elçi gönderip, Benî
Haramlılarla barışmalarını teklif etti. Onlar da; “O, talebeleriyle dağlarda bol
bol gezip dursun. Böyle işlere burnunu sokmasın. Zîrâ biz, düşündüğümüzü
yapacağız.” diye bildirdiler. Bunun üzerine Metbûlî hiddetlendi ve; “Rabbime
yemîn ederim ki, bu andan kıyâmete kadar, bu kabîle, baş olamayacaktır.”
buyurdu.” Şa’rânî dedi ki: “Zamânımıza kadar bu kabîle dağıldı ve başkalarının
esâretinde yaşadı.”
El-Matariye civârında, koyun otlatan çobanlarla Metbûlî’nin talebeleri arasında
anlaşmazlık oldu. Bunun üzerine çobanlar, Mısır’dan gelmekte olan İbrâhim
Metbûlî’nin üzerine köpeklerini salıvermek sûretiyle intikam almak istediler.
Boyunları demir halkalı ve çivili olan on kadar çoban köpeği, Metbûlî’nin
üzerine saldıracakları sırada, onu görünce saldırmak yerine münisleştiler ve
kuyruklarını sallamaya başladılar. Sonra da geri dönüp kendi sâhiplerine
saldırdılar ve onları yaraladılar. Daha sonra köpekler, Metbûlî’nin yanına
gelip, hizmetinde bulundular.
İbrâhim
el-Metbûlî buyurdu ki: “Tekebbür etme, tevâzu sâhibi ol. Böylece yüksek
mertebelere kavuşursun.”
“Kalbini dünyâ muhabbetinden temizle ki, kalbine, îmân kanalları açılsın.
Kalbini temizlemeyenin kalbine îmân kanalları açılmaz.”
“Sanatı olmayan kişiyi
sevmem. Zîrâ herkesi dilenmekten kurtaracak şey, onun sanatıdır.”
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
BABANIN
RIZÂSI
Metbûlî
bir gün, çok ibâdet eden, çok hayır ve hasenâtta bulunan, herkesin hâlini övdüğü
bir talebesine; “Evlâdım, çok ibâdet etmene rağmen dereceni düşük olarak
görüyorum. Umulur ki, baban senden râzı değildir.” buyurdu. Talebe de; “Evet
efendim, babam benden râzı değildir.” dedi. Bunun üzerine Metbûlî; “Babanın
mezarını tanıyorsan, kalk oraya gidelim, ziyâret edelim. Belki senden râzı ve
hoşnûd olur da, ameline uygun yüksek mertebelere çıkmış olursun.” buyurdu.
Gencin; “Peki efendim.” demesi üzerine, berâberce kabristana gittiler. Bundan
sonrasını, Yûsuf el-Kürdî şöyle anlatır: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki,
kabristana gidip o gencin babasının mezarını ziyâret ettiğimizde, babası başını
kabirden çıkardı ve başındaki toprakları sağa sola saçtı, sonra doğruldu. O
zaman Metbûlî; “Ey Allahü teâlânın kulu! Bu sâlih kimseler, oğlun hakkında,
senin hakkını helâl etmeni istemek için geldiler. Tâ ki o, kavuşamadığı mânevî
derecelere yükselsin.” buyurunca, babası; “Siz şâhid olunuz ki, ben ondan râzı
oldum ve hakkımı helâl ettim.” dedi. Metbûlî de; “Şimdi siz, rahatça mezarınıza
giriniz.” buyurdu. O gencin babası, kabrine girip uzandı. Bu kabir,
Hüseyniyye’deki Şerefüddîn Câmiinin yakınındaydı.”
BAŞKASINA
SÖYLEME
Şeyh
Cemâlüddîn Yûsuf el-Kürdî şöyle anlatır: “Bir gece, memleketim olan Hısn-i Kehf
şehrindeki âile efrâdımı özledim. Metbûlî’ye, ikindi namazından sonra bu arzumu
arz ettim. Bana; “Allahü teâlânın izniyle senin dileğin yerine gelecektir.”
buyurdu. Câmideki halvethâneme girip, ikindiye mahsus dersimi okudum. Kendimi,
Hısn-i Kehf’de gördüm. Konu komşu gelip hal ve hatırımı sordular. Evimize
girdim. Anneme ve babama selâm verdim. Onların yanında bir müddet kaldım. Köy
câmisinde hutbeler okudum. Sonra, hocam Metbûlî’yi görmeyi arzuladım. Annem ve
babamdan izin isteyip, şehrin dışında bir yere çıktım. O esnâda kendimi
Birket-ül-Hâc’daki halvethânemde buldum. Dışarı çıkıp arkadaşlarıma selâm
verdim. Hiç kimse, bana yolculuktan dönen kişi muâmelesi yapmadı. Onlara dokuz
aydır ayrı olduğumu ve seferden geldiğimi söylediğimde, o esnâda hocam Metbûlî
gelip; “Yavrum, yanındaki sırları herkese söyleme.” buyurdu. Daha sonra vâlidem
Mısır’a geldi ve hocama; “Efendi, eğer güzel hatırınız olmasaydı, bir seneye
kadar biz Yûsuf’u kolay kolay bırakmazdık.” dedi. “Yıllarca yapılacak şeylerin
bir anda yapılması çok görülmüştür. Allahü teâlâ, Peygamberlerin sonuncusu
Muhammed aleyhisselâmı, Mîrâc gecesi bir anda göklere götürüp getirdi.
Döndüğünde, yatmış olduğu yerin soğumamış olduğunu gördü. Allahü teâlâ, zamânı
genişletmektedir. Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.”
KAYNAKLAR
1)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.243
2)
Ed-Dav-ül-Lâmi; c.1, s.85
3)
El-A’lâm; c.1, s.52
4)
Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.83
5)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.261
|
|