CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

KARA ŞEMS (Şemseddîn Ahmed Sivâsî)

Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Halvetiyye yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivâsîyye) nin kurucusudur. Babasının ismi Ebü'l-Berekât Muhammed'dir. Asıl ismi Ahmed, künyesi Ebü's-Senâ, lakabı Şemseddîn'dir. Kara Şems diye şöhret bulmuştur. 1519 (H.926) senesinde Tokat'ın Zile ilçesinde doğdu. 1597 (H.1006) senesinde Sivas'ta vefât etti. Sivas'ta Meydan Câmii avlusunda medfûn olup, kabri ziyâret edilmektedir.

Türk-İslâm târihindeki meşhûr üç Şems'ten birisidir. Bunlardan birincisiMevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin hocası olanŞems-i Tebrîzî, ikincisi İstanbul'un fethinde Fâtih Sultan MehmedHanın yanında bulunan Akşemseddîn, üçüncüsü de Üçüncü Mehmed Han ile birlikte Eğri Seferine katılan Kara Şems'tir. Üçü de yüksek dereceler sâhibidirler.

Kara Şems yedi veya sekiz yaşındayken, Amasya'da bulunan Halvetiyye büyüklerinden Şeyh Hacı Hıdır'ın sohbetleriyle şereflenip elini öptü. Bu ziyâreti, talebelerinden Receb Efendi şöyle nakleder: Hocam Kara Şems anlattı: "Babam Ebü'l-Berekât Muhammed Efendi, Amasya'daki Habîb Karâmânî hazretlerinin halîfesi olan mârifetler ve kerâmetler sâhibi Hacı Hıdır'ın talebelerindendi. Bu fakîr yedi yaşındayken, babam anneme; "Oğlum Ahmed'i şeyhime götürmek istiyorum elbiselerini yıka. Yolculuk için azık ve şeyhime götürebileceğim hediye hazırla." dedi. Hazırlık yapıldıktan sonra bir kış günü babamla Zile'den Amasya'ya vardık. Hacı Hıdır'ın huzûruyla şereflenip ellerini öptük. Hacı Hıdır; "Böyle kış günlerinde bu mâsûmu (günahsızı) ne diye getirdin?" buyurunca, babam da; "Nazarınıza muhâtab olmak, şerefli sohbetinizden bereketlenmek ve hayır duânızı almak için getirdim." dedi. Bunun üzerine Hacı Hıdır hazretleri mübârek ellerini kaldırıp, benim yüzüme bakarak duâ etti. Orada bulunanlar âmin dediler. Bu fakîre gelen ihsânlar ve yükseklikler o duânın bereketiyledir."

Ziyâret bittikten sonra Zile'ye döndü. O beldenin âlimlerinden sarf ve nahiv ile diğer ilimleri tahsîl etti. Daha sonra Tokat'a gidip Arakıyecizâde Şemseddîn Efendiden ve diğer âlimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Bu sırada gördüğü bir rüyâyı şöyle anlatır: "Tokat'ta ilim tahsîli ile meşgûl olduğum sırada bir gece, rüyâmda bir sahrada oturmuş ve etrâfımı bir nûr kaplamıştı. Etrâfımda genç-ihtiyâr birçok kimsenin döndüğünü gördüm. Bu rüyâyı, rüyâ tâbir etmekle mâhir olan Köstekcizâde'ye anlattım. Ben rüyâyı anlatınca, bana: "Nerelisin, kimin nesisin, nerede kalıyorsun ve ismin nedir?" diye sordu. Ben de ayrıntılı olarak hâlimi ve kim olduğumu anlatınca, bana; "Sana müjdeler olsun ki; zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek dereceye ulaşıp, zamânının bir tânesi olacaksın. Her taraftan insanlar gelip senden feyz alıp, Allahü teâlânın rızâsına kavuşacaklar." diye tâbir etti. Bu tâbirde bildirilen hususlar yirmi sene sonra aynen meydana geldi."

Tokat'ta aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip yükseldikten sonra, İstanbul'a gelip, Sahn-ı semân medreselerinden birinde müderris olarak vazifelendirildi. Bir müddet ilim öğretip talebe yetiştirmekle meşgûl oldu.

Bir gün zamânın kazaskerlerini ziyârete gitmişti. Müderrislere ve kâdılara karşı kazaskerin tutumunu ve onların makam için düştükleri hâlleri beğenmedi. Çıktıktan sonra Fâtih Câmiine gitti. İki rekat namaz kılıp, huzurlu bir kalb ile Allahü teâlâya; "Yâ Rabbî! Bunların içinden beni kurtarıp, tasavvuf ehlinin yoluna dâhil eyle." diye duâ etti.Kısa bir müddet sonra hacca gitti.Hac ibâdetini yerine getirip Peygamber efendimizin mübârek kabrini ziyâret ettikten sonra, doğum yeri olan Zile'ye döndü. Orada ilim öğretip, insanlara Allahü teâlânın dînini ve Peygamber efendimizin güzel ahlâkını anlatmağa başladı. O sırada İbn-i Hişâm'ın; Kavâid-ül-İ'râb adlı eserine Hall-ül-Me'âkıd adlı bir şerh yazdı. Fakat içindeki ilâhî aşkın ateşinin harâreti, her geçen gün biraz daha artıyor, Allahü teâlânın sevdiği bir velîye talebe olmak istiyordu. Bu sırada Amasyalı Şeyh Muslihuddîn Efendinin dergâhına gidip, onun sohbetiyle şereflendi ve ona talebe oldu. Bir müddet sohbet ve hizmetinde kalıp feyz aldı. O sırada gördüğü bir rüyâsını şöyle anlatır: "Bir tepe üzerinde büyük bir ağaç, bu ağacın yedi büyük dalı var. Elimde Mıshaf-ı şerîf bulunuyor. Bu mıshafı o ağacın en yüksek dalına asmak istiyordum. Bu sırada şiddetli bir rüzgâr esip, ağacı kökünden devirdi. Eyvah bu ne haldir diye üzülürken uyandım. Ertesi sabah rüyâmı hocam Muslihuddîn Efendiye anlattım. "Rüyân aynı ile vâki olacaktır. Ağaçtan murâd bizim vücûdumuzdur. Yakında biz göçeriz. Lâkin bizden önceki hocalar duâ edip seccâde ve asâ verirlerdi. Biz dahi size icâzet verelim." deyip, elleriyle icâzetnâme yazdılar. Aradan birkaç gün geçmeden rüyâ aynı ile vâki olup, hocam vefât etti. Hocamın vefâtıyla yetim kaldım. Mumu sönmüş eve, suyu çekilmiş değirmene döndüm."

Kara Şems, hocası Amasyalı, Muslihuddîn Efendinin vefâtından sonra, mübârek, velî bir zât bulup, talebe olmak istedi. Tokat'taki zâhid ve muttakî, yüz yaş civarında bulunan Şeyh Mustafa Kirbâsî adında bir zâta gidip, talebe olmak istedi. O zât; "Sen gençsin, ben ise ihtiyar ve hastalıklıyım. Riyâzete (nefsin istemediklerini yapmak) kuvvetim yoktur. Seni terbiye ile meşgûl olamam." dedi. Kara Şems; "O zaman benim hâlim ne olacak? Beni buraya terbiye etmeniz ve yetiştirmeniz için geldim." deyince; "Sen bu işte hâlis ve sâdık mısın?" diye sordu. Kara Şems; "Evet." cevâbını verince, başını önüne eğip, bir müddet bu halde kaldıktan sonra başını kaldırıp; "Altı aya kadar Allahü teâlâ, ya seni kâmil bir rehberin huzûruna gönderir veya böyle bir zâtı seni terbiye için gönderir." dedi ve Kara Şems'e hayır duâda bulundu.

Kara Şems bundan sonra, tekrar Zile'ye dönüp, ilim öğretmekle meşgûl oldu ve Muhtasâr-ı Menâr üzerine, Zübdet-ül-Esrâr adlı bir şerh yazdı. İlim öğretmekle meşgûlken, Tokat'a, meşhûr nahiv âlimi Şemseddîn Efendiyi ziyârete gitti. Şemseddîn Efendi onu görünce; "Ben de senin gelmeni arzuluyordum. Çünkü sen akıllı, anlayışı ve kavrayışı iyi birisin. Memleketimize Şirvan'dan velî bir zât geldi. Bizlere vâz ve nasîhat ediyor. Anlattıkları okuyarak öğrenilecek akıl ve zekâ ile söylenilecek şeyler değil. Konuştukları Allahü teâlânın ihsânı olan bilgiler. Haydi onun yanına gidelim." dedi. Birlikte kalkıp gittiler. BöyleceAbdülmecîd-i Şirvânî'nin sohbetine ve mübârek ellerini öpme şerefine kavuştu. Abdülmecîd Şirvânî sohbetinin sonuna doğru; "Ey Kara Şems! Benim, Allahü teâlânın emri ve sevgili Peygamber efendimizin işâretiyle kendi memleketimi, âilemi ve sevenlerimi terk edip, dağ ve beldeleri aşıp gelmem, sadece seni irşâd ve terbiye içindir." buyurdu.

Kara Şems bu ânı şöyle anlatır: "Abdülmecîd Şirvânî'nin bu sözünü duyunca, Şeyh Mustafa Kirbâsî'nin daha önce verdiği müjdeyi hatırladım, hesab ettim, tam altı ay geçmişti." Kara Şems bu esnâda Allahü teâlâya duâ etti. Kalbinden Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisi gitti. Allahü teâlâya hamd edip; "Aradığımı buldum." dedi.

Abdülmecîd Şirvânî'nin sohbetine kabûl edilişini şöyle anlatır: O zâtın huzûruna varınca, bu fakirde istek ve arzu görüp; "Siz bu civardaki kasaba ve şehirlerin tanıdığı meşhûr ve halk nazarında yüksek birisiniz. Böyleyken huzûrumuzda zilleti ve dervişliği kabûl edersiniz. Halktan rağbet göremezsiniz. Bu duruma pişmân olursunuz. Çünkü bu yol sıkıntılar ve meşakkatler yoludur." buyurunca:

 

"Cânlar fedâ muhabbet-i cânâna ser değil,

Eshâb-ı aşka terk-i ser etmek hüner değil."

 

dedim.

Bunun üzerine; "Sen sâdık bir talebesin. Biz de seni irşâd etmekle vazîfeliyiz. Riyâzet ve mücâhedeye tahammül edersen, az zamanda rızâ-i İlâhî'ye kavuşursun." buyurup,

 

"Yâra yol iki kademdir birisi câna bas,

Çünkü bu meydâna geldin merd isen merdâne bas."

 

beytini okudu ve fakîri kabûl buyurdu."

Abdülmecîd Şirvânî'nin hizmetinde bulunup sohbetinden istifâde etti. Feyz alıp tasavvuf derecelerinde yükseldi. Dünyâ sevgisinden uzaklaşıp hakîkate yöneldi.

Şemseddîn Sivâsî, Abdülmecîd Şirvânî'den kısa zamanda feyz alıp, tasavvufun yüksek derecelerine kavuştu. Bir gün hocası haber göndererek, yanına çağırdı. Hayır duâda bulunarak insanlara, Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamber efendimizin güzel ahlâkını anlatmakla vazîfelendirdi. Şöhreti her tarafta duyuldu. Devrin Sivas vâlisi Hasan Paşa, kendisini Sivas'a dâvet edip, yaptırdığı dergâha yerleştirdi. Aynı zamanda yaptırdığı câminin imâmlığı da kendisine verildi. Orada ilim öğretti, insanlara vâz ve nasîhatle meşgûl oldu.

KaraŞems 1590 (H.999) senesinde hac farîzasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti. Bu sırada talebelerinden Hacı Mustafa Efendi Mısır'daydı. Hocasının hacca gideceğini duyunca, hem hac farîzasını yerine getirmek, hem de hocasını ziyâret için Mekke'ye gitti. Mustafa Efendi Mekke'ye vardığında hocası teşrif etmemişti. Bir müddet sonra Kara Şems'in geldiğini işitince, arkadaşı ile berâber karanlık bir gecede ziyâretine gitmek üzere kaldığı yerden ayrıldı. Yolda Yemenli bir satıcıya rastladı. Hocasına bir hediye almak istedi. O sırada Kara Şems'in kardeşi İsmâil Efendinin elinde bir mum ile geldiğini ve arkasında da bir cemâatin bulunduğunu gördü. Hocasının da aralarında olduğunu anladı. Edebinden bir kenara çekildi.Hocası yakınından geçerken, cemâatten ayrılıp Mustafa Efendinin yanına yaklaştı ve o karanlıkta elini başına koyup; "Sen Hacı Mustafa değil misin?" dedi. O da;"Evet efendim!" deyip elini öptü ve birlikte Harem-i şerîfe gitti.

Hayâtının sonuna doğru, Sultan Üçüncü Mehmed Hanla birlikte Eğri Seferine katıldı.

Eğri Seferiyle ilgili olarak talebelerinden Receb Efendi şöyle nakleder: "Şemseddîn Sivâsî bir gün bu fakîri odalarına çağırıp; "Din düşmanlarının (hıristiyanların), sınırlardaki müslümanlara baskı ve zulümleri haddinden fazla olmuş, tahammül edilemez hâle gelmiştir. İçimde onlara karşı sefere gitme arzusu belirdi." buyurdu. Bu sözü üzerine, ihtiyâr olduklarını zayıf bünyelerinin sefere çıkmaya engel olacağını ve bu husûsa dâir pâdişâhtan da herhangi bir haber gelmediğini söyledim. Bunun üzerine; "Bize işâret ve tenbih olundu ki: "Sefer hazırlıklarını tamamla! Fetih ve zafer senin için mukarrerdir." buyurdu. Ben de; "Şüphesiz ben sâdece hak dîne boyun eğip, yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim." meâlindeki En'âm sûresi 79. âyetini okudum. Bunun üzerine; "Bize müjde verildi ki yakında güçlü bir pâdişâh gazâ edip, birçok fetihlerde bulunacak ve müminlerin kalpleri de sevinçle dolacaktır." buyurdu.

Çok geçmeden Üçüncü Mehmed Han, Osmanlı pâdişâhı oldu. Şemseddîn Sivasî hazretleri, altı deve, altı katır ve kendi için de bir at satın alıp, sefer hazırlığını tamamladı. Sivas'ta medfûn bulunan Gâzî Abdülvehhâb'ın sancağını yanlarına alıp, Ayasofya yakınındaki Kapı Ağası dergâhında bulunan Koca Şeyh'e verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam olunca, mübârek bir günde her türlü erzak ve mühimmat hayvanlara yüklendi. Bütün şehir ahâlisi Şeyh Şemseddîn Sivâsî'yi uğurlamak üzere toplandı. Beklerken bir kapıcıbaşı acele ile gelip, pâdişâhtan Eğri Seferine katılmak üzere dâvet geldiğini belirten fermânı okudu. Bunun üzerine Şeyh Şemseddîn hazretleri: "İşittik ve itâat ettik. Zâten biz iki senedir hazırlıklıydık. Bismillah, hemen gidelim." diye el kaldırıp duâ buyurdu. Oradaki topluluk duâya âmin deyip, göz yaşları arasında uğurladılar.

Uzun yolculuktan sonra Üsküdar'a geldiler. Henüz genç olan, Azîz Mahmûd Hüdâyî onu karşılayıp, ellerini öptü. Şeyh Şemseddîn Sivâsî, Mahmûd Hüdâyî'ye; "Oğlum siz yegânesiniz (bir tânesiniz). Bugünden sonra fazlalaşırsınız." diye duâ edip, ileride çok büyük bir velî olacağını müjdeledi. O gece sabaha kadar birlikte sohbet ettiler. Sohbet esnâsında Azîz Mahmûd Hüdâyî; "Yaşınız seksene ulaşmış, vücûdunuz da zayıftır. Kendinize eziyet etmeseniz, çünkü her an nefsiniz ile büyük cihaddasınız." diyerek, seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevâben: "Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün emirlerine uymak lâzımdır. Büyük cihâdı yaptık. Ancak küçük cihâd kalmıştı. Bu emirlerine de ihtiyâr olarak uymak isteriz." buyurdu.

Üsküdar'da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, pâdişâh tarafından gönderilen bir kadırga ile İstanbul'a geçip, Ayasofya yakınında bir yere yerleştirildi. Daha sonra Sinan Paşa köşküne, pâdişâh Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından dâvet edildi. Uzun müddet sohbette bulundular. Bu sohbette Şeyhülislâm Sâdeddîn Efendi de hazır bulundu. Sohbet esnâsında pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî'ye; "Tarafımızdan sizi sefere dâvet etmek üzere gönderilen kapıcıbaşımız sizi yola çıkmak üzere hazır bulmuş. Hazırlıklı olduğunuza göre, bu işin sonununda ne olacağını bilirsiniz. O hâlde bizi müjde işâretinizle sevindirip, netîceden haber vermenizi isteriz." dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Sivasî; "Hadîs-i şerîfte; "Amellerin en fazîletlisi, müminleri sevindirmektir." buyruldu. Mâlûmunuz ola ki Eğri Zaferi biraz zahmet çektikten sonra müyesser olacak. Düşman yenik ve perişân olacaktır. Hatırınızı hoş tutun." müjdesini verdi.

Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin bu cevâbına sevinen pâdişâh, kendi üzerindeki samur kürkü ona giydirdi. Ayrıca kapıcılar kethüdâsı Mehmed Ağa vâsıtasıyla, iki yüz altın sikke, dervişlerine de yüz altın sikke ihsân edip; "Bunlar helâl malımızdır. Kabûl buyursunlar." dedi. Şeyh Şemseddîn hazretleri; "Allahü teâlânın emri üzere kimseye sû-i zan etmemeli, hüsn-i zanda bulunmalıdır. Kimseyi araştırmak ve teftiş etmekle vazifeli değiliz. Tasavvufta da her geleni Allahü teâlâdan gelmiş bilip, hediyeleri ve ihsânları kabûl etmek gerekir." buyurdu.

Birkaç gün İstanbul'da kaldıktan sonra pâdişâh ve orduyla birlikte yola çıkıp, Eğri Kalesi önlerine ulaştılar. Kale kolay bir şekilde fethedilip, harab olan yerler tâmir edildi.Ancak asıl düşman askerlerinin, kale yakınlarında bir başka yerde olduğu öğrenilince, ordugâh, düşmanın karşısına nakledildi. Küffâr askerinin sayısı çoktu. Rivâyet edilir ki yedi yüz bin kişilik bir orduydu. İslâm ordusuyla küffâr ordusu karşılaştı. İslâm ordusunda bozgun ve firâr başgösterdi. Pâdişâh Üçüncü MehmedHan, yerinden hareket etmeyip; "Ey Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebât ver, bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl." meâlindeki Bekara sûresi iki yüz ellinci âyet-i kerîmesini okudu. Pâdişâhın yanında şeyhülislâm, kazaskerler, şeyhler ve bâzı vazifeliler hâricinde kimse kalmadı. Hazîne ve cephânelik düşman tarafından zabtedildi. Bu firâr ve bozgun üzerine her şeyin bittiğini zanneden pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî hazretlerini çağırıp; "Söylediklerinizin tersi vâki oldu." deyince, Şemseddîn Sivâsî; "Pâdişâhım söylediklerimiz doğrudur. Kafirin hezîmete uğramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sâhibi tasarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç ânıdır. Hâtırınızı hoş tutunuz." diye cevap verdi.

Gerçekten de çok geçmeden, Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin târif ettiği şekilde bir zât ortaya çıktı. Bunu gören şeyh, hemen pâdişâhın huzûruna çıkarak; "Fetih vaktidir." diye müjdeledi. Ortaya çıkan zât, dağılan ordunun önüne düşüp; "Ey müminler! Nerede İslâm gayreti? Nerede Peygamber efendimizin gayreti? Nerede cömertlerin cömerdi sultan gayreti?" diye nida edip; "Şehid olmak, dînini yüceltmek isteyen kimse yanıma gelsin!" buyurdu. Bu sırada yanına birkaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücûm ettiler. Bu durumu gören düşman neye uğradığını şaşırdı. Durumu haber alan firârî askerler dönüp, düşmana saldırdılar. Nihâyet düşman bozguna uğratılıp, kesin zafer elde edildi. Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî'ye sorulunca, Hızır aleyhisselâm olduğunu haber verdi.

Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri, zaferi müjdelemek üzere pâdişâhın huzûruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti:

Pâdişâh; "Buyurun ey gönlümün sultânı." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Vâdini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri hezîmete uğratan Allah'a hamd olsun. Ey benim pâdişâhım!Eğer dinlerseniz birkaç kelime nasîhat etmek isterim." deyince, pâdişâh; "Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstâdım! Buyurun. Hak olan sözü dinlerim." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Ey benim pâdişâhım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi olanların niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları ve güvendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerlerin çokluğuna güvenmeyip, kuvvet ve kudret sâhibi Allahü teâlâya tevekkül etmek gerekir. Âyet-i kerîmelerde meâlen; "Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar, her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfâl sûresi: 60) ve "Ey îmân edenler! Düşmana karşı hazırlığınızı görün ve silâhlarınızı takınarak cihâda hazır olun da, birlikler hâlinde savaşa çıkın, yâhut toptan seferber olun." (Nisâ sûresi: 71) emredildiği üzere, savaş için gerekli hazırlıklar yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve îtimâd etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güvenmeyip askere ve cephâneye güvenilir ise, hezîmet, yenilgi zuhûr eder. Kalbden cenâb-ı Hakk'a tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü gideren Allah'a hamd olsun."

Ey pâdişâhım! Bilesin ki, deden Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul'un fethine niyetlenince, Akşemseddîn'in refâkatı ve duâsı bereketiyle fetih müyesser oldu. Akşemseddîn hazretleri; "Ey pâdişâhım! Büyük fethin şükrân ifâdesi olarak nice câmi, mescid, medrese ve hamamlar inşâ etmek gerekir." buyurmuştu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hânın da, nice hayır ve hasenât yapmış olduğu mâlumunuzdur. Aynı şekilde, sizin de isminiz Sultan Mehmed, duâcınız hakîrin dahî ismi Şemseddîn'dir. Bu güzel fethin şükrânesi olarak zâtınız dahî, reâya (halk) ve fukarâ üzerinden sıkıntıyı kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her makâma dindar, adâletli ve doğru kimseler tâyin etmeniz gerekir." buyurdu. Bu nasîhatları can kulağıyla dinleyen pâdişâh Üçüncü Mehmed Han şu cevâbı verdi: "Bin can ile kabûl ettim ve nasîhatinize fazlasıyla riâyet edeceğim."

Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul'a döndüğünde, Şemseddîn-i Sivâsî'nin İstanbul'da kalmasını ısrarla ricâ ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivasî ihtiyârlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından, rûhunu âilesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas'a döndü. Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve dâmâdı olan Receb Efendiyi vazifesine tâyin etti. Şemseddîn Sivâsî vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduktan sonra, duâ edip, rûhunu teslim etti.

Velîler, âlimler, sâlih kimseler, devlet adamları cenâzesinde hazır bulundu. Cenâzesi göz yaşları arasında; "Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir" denilerek musallâya konuldu. Cenâze namazında, altmış binden fazla kişi olduğu rivâyet edilir. Namazını amcazâdesi ve dâmâdı Receb Efendi kıldırdı. Sağlığındayken vasiyet ettiği gibi, MeydanCâmiinin bahçesine defnedildi. Daha sonra kabrinin üzerine beyaz bir kubbe yaptırıldı. Hâlen ziyâretgâhtır. Şehir ahâlisine şiddetli bir sıkıntı olduğu zaman kabrini ziyâret edip duâ ederler. Allahü teâlânın izniyle o sıkıntıdan kurtulurlar.

Şeyh Şemseddîn Ahmed Sivâsî hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek, ilim ve irfân sâhibi, bütün güzel huylarla ahlâklanmış, fazîletli bir zâttı. Tasavvufta Halvetiyye yoluna mensûptu. Şemsiyye kolunun kurucusudur.

Kara Şems, yumuşak huylu, cömert, güler yüzlüydü. Fakirlerin yardımcısı, zayıfların, dulların, yetimlerin sığınağıydı. Eli açık, vermesi boldu. Mütevâzî, alçak gönüllü olup, büyüklere hürmet, küçüklere şefkat ve merhametle davranırdı. Özür dileyenlerin özrünü kabul ederdi. Kerâmetleri vefâtından sonra da devâm etti.

Müderris Mevlânâ Ahmed Efendiyi suçsuz olduğu halde birisi töhmet altında tutuyordu. Bir gün bu yüzden gâyet üzgün olarak uyudu. Rüyâsında Kara Şems'i bir hayvana binmiş gelirken gördü. Elini öpüp; "Efendim! Suçum olmadığı halde bir zâlim beni yakaladı. Yardımınızı istiyorum." dedi. O da; "Yardım Allahü teâlâdandır. Üzülme, Allahü teâlâ sıkıntını giderir. Şu kelimelerle meşgûl ol: "Yâ Azîze'l-menî' el gâlib alâ emrihi felâ şey'e yuâdilühü." buyurdu. Uyandığında bu kelimeler hâtırındaydı. Bunları bin kere söyledi. Allahü teâlâ onu, o şahsın elinden kurtardı.

Cemelzâde diye meşhur Ahmed Çelebi, küçüklüğünden beri Kara Şems'in sevdiklerindendi. Kara Şems'in vefâtından iki sene sonra bir gece rüyâsında onu gördü. Kara Şems paçalarını sıvamış halde süratle geldi. Yaklaşınca selâm verdi.Ahmed Çelebi; "Efendim, niçin böyle acele gidiyorsunuz?" diye sorunca; "İşitmedin mi, hocan Pîr Muhammed vefât etti." dedi ve gözlerinden yaşlar akarak; "Beni tâkib et de techîz, tekfîn işleri nasıl oluyor, bir öğrenelim?" dedi. Hasan Paşanın yaptırdığı câminin yanına vardıklarında AhmedÇelebi uyandı. Vücûdu titriyordu. Sabah olunca, Pîr Muhammed'in yanına gitti. Onu hayatta ve sıhhatte görünce, Allahü teâlâya hamdetti. Fakat o gün kuşluk vakti Pîr Muhammed rahatsızlandı. Yedi gün sonra da vefât etti.

Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden olup, gönüllere taht kurmuş olan zamânının bir tanesi Şemseddîn Sivâsî hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derece sâhibiydi. Çeşitli ilimlere dâir manzum ve mensûr yazdığı kırka yakın eseri vardır. Farsça ve Arapçadan tercüme yapılmıştır. Eserleri iki ana grupta toplanabilir.

A- Manzum eserleri: 1) Divân-ı İlâhiyât, 2) El-Fesâyih fî Tercemet-il-Levâyıh: Tasavvufî bir eserdir. 3) Heşt Behişt, 4) Gülşenâbâd: Çiçeklerin karşılıklı konuşmalarıyla ilgili bir eserdir. 5) İbret-nümâ, 6) İrşâd-ül-Avvâm, 7) Kitâb-ül-Hıyâz min Sevbi Gamâm-ül-Feyyâz, 8) Menâkıb-ı İmâm-ı A'zam, 9) Menâsik-i Hac: Hac için gerekli bilgileri ihtiva eder. 10) Mir'ât-ül-Ahlâk ve Müşevvik-ul-Eşvâk, 11) Mir'ât-ül-Eşvâk, 12) Mevlîd-i Nebî, 13) Süleymân-nâme, 14) Terceme-i İlâhî-nâme-i Şeyh Attâr, 15) Terceme-i Mantık-ut-Tayr-ı Şeyh Attâr, 16) Terceme-i Pend-nâme-i Şeyh Attâr, 17) Terceme-i Kasîde-i Bürde'dir.

B- Mensur (Nesir) eserleri: 1) Cila-i Uyûn-ül-Arâis-ül-Muhâdara, 2) Dâiret-ül-Usûl, 3) Dürer-ül-Akâid: Ehl-i sünnet îtikâdını açıklayan bir eserdir. 4) El-Câmi-ün-Nüfûs, 5) Huccet-i İlâhiyye, 6) Kıssa-i Mûsâ ve Hızır, 7) Letâyif-ül-Âyât ve Nukûş-ül-Beyyinât, 8) Meclis, 9) Menâkıb-ı Çihâr-ı Yâr-i Güzîn: Sevgili Peygamberimizin dört halîfesini anlatır. 10) Menâkıb-ı Nu'mân, 11) Menâzil-ül-Ârifîn, 12) Nakd-ül-Hâtır, 13) Risâle-i Emr-iİlâhî, 14) Risâlet-üt-Te'vil, 15) Şerh-i Gazeliyyât-i Murâd Hân-ıSâlis, 16) Şerh-i Kavâid-ul-İ'rab li İbn-i Hişâm, 17) Şerhi Kelimetü Kumeyl İbn-i Ziyad, 18) Şerh-i Muhtasar-ül-Menâr, 19) Umdet-ül-Edib fit-Teallûmi vet-Te'dîb: Farsça gramer kitabıdır.

Şiirlerinde Şemsî mahlasını kullanan Şemseddîn Sivâsî hazretleri, dîvânındaki kıymetli şiirlerinde; dünyânın fâniliğini, Allah adamına talebe olmayı, Peygamber efendimizin sünnetine sıkıca sarılmayı, ilâhi aşkı ve şükrü anlatır.

Dîvânından seçmeler:

 

Nât-ı Şerîf

Kapına geldi âsîler,

Şefâat Yâ Resûlallah!

Suçunu bildi kâsîler,

Şefâat yâ Resûlallah!

 

Ne ettim ise ben ettim,

Yanıldım nefse zulm ettim,

Henüz suçum bilip geldim,

Şefâat yâ Resûlallah!

 

Ne ilmim var ne amelim,

Perişân cümle ahvâlim,

Vesveseyle dolu bâlim,

Şefâat yâ Resûlallah!

 

Bu Şemsî abd-i âbıktır,

Ne etsen ona lâyıktır,

Velî yoluna sâdıktır,

Şefâat yâ Resûlallah!

 

Kâsî: Duygusuz, Bâl: Kalb, gönül, Abd: Köle, Âbık: Kaçak.

 

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

DÜŞMANLIKTAN SONRAKİ MUHABBET

Şeyh Şemseddîn Sivâsî hazretlerini, vâz ve nasîhat etmesi için civâr köy ve kasaba halkı dâvet ederlerdi. Bir talebesiyle dâvete icâbet edip giderken bir köyde konakladı. O köy halkı, hazret-i Ali'yi sevdiğini iddiâ ederek, sevgili Peygamber efendimizin seçilmiş Eshâb-ı kirâmı hakkında kötü sözler söylüyorlardı. Kendilerine ve hayvanlarına paralarıyla yiyecek bir şeyler almak istediklerinde vermedikleri gibi, onları zulüm ve işkenceyle öldürmek istediler. O zaman Şemseddîn Sivâsî hazretleri, iki rekat namaz kılıp, Allahü teâlâya duâ etti.Aradan fazla zaman geçmeden, köyün ileri gelenleri ve kalabalık bir topluluk türlü türlü yiyecekler ve hediyelerle geldiler. Taaccüb edip; "Önce siz bize yemek vermeyip öldürmek istediğiniz halde bu muhabbet ve sevgi nedir?" diye sorulduğunda; "Biz de bilmeyiz ne hal oldu. Kalbimize, şu azîzin muhabbet ve sevgisi yerleşti. Mümkün olsa canımızı bile fedâ etmeyi isteriz." diye cevap verdiler. Sonra talebesi, Şemseddîn Sivâsî hazretlerine; "Sultânım, düşmanlıktan sonra bu muhabbet nedir?" diye sordu. Tesbihini gösterdi. Onlar bu şekilde sohbet ederken o topluluğun reisi gelip; "Sultanım küçük bir kızım var. Bâzan sara tutar. Günlerce bu halden kurtulamaz, kurtulunca da kendini bilmez. Söylenen sözleri anlamaz. Başka evlâdım da yok. Huzûrunuza getireyim de hayır duâ buyurun. Zîrâ bana "KaraŞems'in dergâhından ne isterseniz geri çevrilmez." diye bildirildi. O da bir an önce getirmesini isteyince adamcağız kızını bir hayvana bindirip getirdi ve bir ölü gibi Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin huzûruna koydu. Hazret-i Şeyh bir müddet teveccüh buyurup; "Fâtiha." dediğinde, kızcağız sıçrayarak ayağa kalktı. Sevinerek evlerine döndü. Nakledilir ki: O hastalık bir daha gelmedi. Aklı başında iffetli bir hâtun oldu.

Bu kerâmeti gören köy halkı, Eshâb-ı kirâm hakkındaki kötü düşüncelerinden vaz geçip, tövbe ettiler. Hepsi, Şeyh Şemseddîn Sivâsî'nin sevenleri ve talebeleri oldu.

 

EVLİYÂNIN KERÂMETİ

Kara Şems'in vefâtından sonra, talebelerinden hal sâhibi Âmâ Mehmed Dede hocasının türbesini ziyâret ederken; "Acabâ hocam benim şimdi türbesinde ayakta olduğumu, türbeye giren çıkanları bilir mi?" diye düşündü. Bu sırada uykusu geldi ve kendine hâkim olamayıp, uyudu. Rüyâsında hocasını gâyet nûrânî ve beyaz geniş bir elbise içinde gördü. Ona güler yüzle; "Gel bunları al!" dedi ve eline bir mikdar altın bıraktı. Sonra; "Dışarı çık! Biraz sonra ziyâret ve duâ için bizim çocuklar gelecek." buyurdu. Âmâ Mehmed Dede uyanınca, türbeden dışarı çıktı. Orada bulunan yaşlı birisi ona; "Kara Şems'in çocuklarının, kabri ziyâret için geldiklerini haber verdi. Bunun üzerine, hocası hakkındaki düşüncesini düzeltmeye çalıştı ve hocasının böyle görünmekle daha hâlis îtikâdlı olmasını ve Allahü teâlânın izni ile uzaktan geleni bildiğini, kaldı ki yakında bulunanı daha kolay bileceğini anlatmak istediğini anladı.

 

KAYNAKLAR

1) Hediyet-ül-İhvân (Şeyh Muhammed Nazmi), Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Efendi Bölümü, No: 4587 Vr. 24b-27b, 44a-48a

2) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.95

3) Nâima Târihi; c.1, s.372

4) Sicilli Osmânî; c.3, s.165

5) Peçevi Târihi; c.2, s.290

6) Necm-ül-Hudâ fî Menâkıb-ış-Şeyh Şemseddîn (Süleymâniye Kütüphânesi-Lala İsmâil No: 684/2

7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.13