İBRÂHİM TENNÛRÎ
Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. İsmi İbrâhim olup, Tennûrî diye meşhûr
olmuştur. Sivaslı olduğu bilinen İbrâhim Tennûrî hazretlerinin, doğum târihi
bilinmemektedir. 1482 (H.887) senesinde Kayseri'de vefât etti. Kabri
Kayseri'dedir.
İlk
tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Konya'ya giderek Molla Sarı Yâkûb'dan ilim
tahsîl etti. Sarı Yâkûb'un ölümünden sonra 1438 yılı civârında Kayseri'ye
gelerek Hunad Hâtun Medresesine müderris oldu. Kendisi Şâfiî mezhebinde
olduğundan ve medresenin vakfiyesinde, gerek müderrisin ve gerekse talebelerin
Hanefî mezhebinde olmaları şart koşulduğundan, bu medresenin müderrisliğinden
ayrıldı.
"Efendim! Hanefî mezhebine girseniz de müderrisliği bırakmasanız!" diyenlere;
"Bir müderrislik için mezheb değiştirilmez." cevâbını vermiştir. İbrâhim Tennûrî
bundan sonra kendi hâlinde bir kenara çekilip, ibâdetle meşgûl oldu. Zaman
geçtikçe, Allah sevgisi ile içi yanar oldu. Kur'ân-ı kerîm güzel bir sesle
okunurken dinlese; ağlamaya başlar, içinden bir âh eder ve bayılırdı. İlâhî
cezbenin tesiri ile, tasavvufa yönelme isteği fazlalaştı. Erdebil sûfîlerine
ulaşmayı çok arzu etti. Bu sırada Akşemseddîn hazretlerinin ismini ve medhini
duyup, ona talebe olup, hizmetinde bulunmaya karar verdi. Akşemseddîn hazretleri
Beypazarı'nda bulunuyordu. Beypazarı'na gitti. Şeyh'in Göynük'e gittiğini
öğrenince, o da Göynük'e gitti ve hizmetine tâlib oldu.
Akşemseddîn hazretleri, orada insanlara vâz ve nasîhat ediyor ve onların
dertlerine dermân oluyordu. İbrâhim Tennûrî, bundan sonrasını şöyle anlattı:
"Onun sohbet meclisinde, bir köşede oturup dinledim. Mecliste bulunanların
herbiri, bedenî bir hastalığıyla ilgili suâl sorup, suâline uygun bir cevap alıp
gidiyordu. Herkes gitti. Akşemseddîn hazretleriyle başbaşa kalınca; "Rûhî
hastalıklardan hiç soran yok, herkes bedenî hastalıklardan soruyor." buyurdu.
Kalkıp önüne diz çöktüm. Akşemseddîn hazretleri bana; "Sana kim derler,
nerelisin ve adın nedir?" diye sorunca, ben de Kayseri'de müderris olduğumu
bildirdim ve; "İçime bir ateş düştü, gizli derdime bir derman ümidiyle geldim. "
dedim. Bunun üzerine Akşemseddîn hazretleri; "Bize ne hediye getirdin?"
buyurunca, utandım ve terledim. "Çok fakir olduğum için bir şey getiremedim."
dedim. Bunun üzerine; "Benim hediye dediğim dünya malı değildir. Allahü teâlâdan
sana ulaşan haller nelerdir?" buyurunca; "Kara bir yüzle size geldim." dedim.
Bu
halden sonra, bana halvette kalmamı emretti. Olgunluk ve üstünlük sofrasındaki
nîmetlerle gönlümü doyurdu. O gece ibâdet edip uyudum. Rüyâmda dört yüz hal
gördüm. Sabah olunca, bu dört yüz hâli birer birer hatırladım. Halbuki daha
önceki zamanlarda, namaza durduğum zaman hangi sûreyi okuyacağımı unuturdum. Bu
hâlin Şeyh Akşemseddîn hazretlerinin bereketinden olduğunu anladım. Diğer
talebeleriyle birlikte geceleri ibâdet ederek geçiriyorduk. Diğer talebeler
halvette; yemekten, içmekten ve uyumaktan kendilerini alıkoyuyorlardı. Bana ise
her gece çeşitli yemekler, ekmek ve bir mikdâr su gönderiyordu. Mânevî sofradan
doyurduğu gibi, zâhir halde bile doyuruyordu. Uzun bir müddetten sonra bu derece
riyâzet çekenler, aç, susuz ve uykusuz duranlar arasında, kendimde insanın
hayvanlık yanının ağır bastığı zannı gâlip gelip, yeme ve içme, bu makâma
yakışmaz diye düşündüm. O gece yemek yemedim ve ibâdetle meşgûl oldum. Ancak
önceki gecelerde bulunan haller bu gece görülmedi. Bu durum Akşemseddîn
hazretlerine mâlum olunca, bana; "Kendi başına iş yapmak dervişin işi değildir.
Sen şeytanın vesvesesiyle hareket ettin. Hocan ve terbiye edicin, senin ahvâlini
senden daha iyi bilir iken, onun murâdına muhâlif olmak uygun değildir."
buyurdu. Halvete girdiğim 87. gece, Berât gecesinde, içimden biberli bir pilav
yemek geçti. Akşam olunca Akşemseddîn hazretleri beni dâvet etti ve istediğim
pilavdan bir tabak ikrâm edip; "Beni yanında yok farzet ve benden utanma,
istediğin gibi ye." dedi. Ben de emre uyarak, bir tabak pilavı yedikten sonra,
Şeyh hazretlerinin emriyle halvetten çıktım."
İbrâhim
Tennûrî hazretleri, kendine yeni gelen talebeyi, Allahü teâlânın rızâsına
kavuşuncaya kadar gündüzleri çalıştırır, geceyi ise ibâdet etmek sûretiyle ihyâ
ettirirdi. Dâimâ nefsin istemediği şeylerle meşgûl bulundururdu. Netîcede o
talebede tasavvufî haller görülmeye başlayınca halvet emrederdi.
İbrâhim
Tennûrî hazretleri hocası Akşemseddîn hazretlerinden icâzet aldıktan sonra, onun
izni ile, Kayseri'ye yerleşerek bir tekke kurdu. Talebeler yetiştirmeye ve halka
İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretmeye başladı. Rivâyet edilir ki, şeyhde
zaman zaman tasavvuf yolunda bulunanlarda görülen ve kabz denilen sıkıntı hâli
vâki olurdu. Bir defâsında bu hâl uzun sürüp gideremeyince, şeyhi Akşemseddîn'le
görüşmek üzere yola çıktı. Rüyâsında Akşemseddîn hazretleri ona emredip; "Sıcak
bir tandır (tennûr) üzerine oturup terlemen gerekir." dedi. Ertesi gün İbrâhim
Tennûrî, sıcak bir tandır üzerine oturup, tepeden tırnağa terledikten sonra,
kabz hâli, "Bast" hâli denilen tasavvuftaki rahatlama ve sevinçli olma hâline
döndü ve sıkıntıdan kurtuldu. Akşemseddîn hazretleriyle karşılaşınca, rüyâsını
anlattı. Şeyh Akşemseddîn bunu hoş karşılayıp, kabz hâli olunca böyle yapmasını
tavsiye etti. Bundan sonra İbrâhim Tennûrî, yetiştirdiği talebeler kabz hâline
girdiklerinde, sıcak tandır üzerine oturtur, çok su içirmekle onu iyice
terletirdi. Bu usûlle bast hâline döndürüp irşâd ederdi. Bu yüzden Tennûrî diye
meşhûr oldu.
İbrâhim
Tennûrî hazretlerinin tasavvuf hal ve derecelerini bildiren Gülzâr adlı
eseri çok kıymetlidir. O, bu eserini 25 Şubat 1453 târihinde tamamlayarak, Fâtih
Sultan Mehmed Hana ithâf ve takdim etmiş, pâdişâhın birçok ihsân ve
iltifatlarına nâil olmuştur. İbrâhimTennûrî hazretlerinin hocası Akşemseddîn'le
birlikte İstanbul'un fethinde de bulunduğu rivâyet edilmiştir.
İbrâhim
Tennûrî hazretleri ilâhiler de söylemiştir.
KAHRIN DA HOŞ LÜTFUN DA HOŞ
Câna
cefâ kıl ya vefâ
Kahrın
da hoş lütfun da hoş
Ya derd
gönder ya devâ
Kahrın
da hoş lütfun da hoş.
Hoşdur
bana senden gelen
Ya
hil'at ü yahut kefen
Ya tâze
gül yahut diken
Kahrın
da hoş lütfun da hoş.
Gelse
celâlünden cefâ
Yâhut
cemâlünden vefâ
İkisi
de cânâ safâ
Kahrın
da hoş lütfun da hoş.
Ger bâğ
u ger bostân da
Ger
bend u ger zindân da
Ger
vasl u ger hicrân da
Kahrın
da hoş lütfun da hoş.
Ey
pâdişâh-ı lemyezel
Zât-ı
ebed hayy-ı ezel
Ey
lutfu bol kahrı güzel
Kahrın
da hoş lütfun da hoş.
Ağlatırsın zârî zârî
Verirsin cennet ü hûrî
Lâyık
görür isen nârı
Kahrın
da hoş, lütfun da hoş.
Gerek
ağlat gerek güldür
Gerek
dirilt gerek öldür
Bu Âşık
hem sana kuldur
Kahrın
da hoş lütfun da hoş.
KAYNAKLAR
1)
Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.247
2)
Nefehât-ül-Üns; s.688
3) Tâc-üt-Tevârîh;
c.2, s.576
4)
Osmanlı Müellifleri; c.1, s.49
5)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.217
|