|
İBRÂHİM-İ HAVVÂS
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin İsmâil el-Havvâs, künyesi Ebû
İshak'tır. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin talebelerinden olup, Ebû Câfer Huldî
ve Sürvân-ı Kebîr'in hocasıdır. Yüksek makam ve kerâmetler sâhibiydi.
Bağdâtlıdır. 903 (H.291) yılında Rey Câmiinde vefât etti. Gasl ve tekfînini
Yûsuf bin el-Hüseyin yaptı. Havvâs, hurma yaprağından zenbil örücü demektir.
Herkes tarafından medhedilmiş, kendisine tevekkül edenlerin reisi denilmiştir.
Konuşmaları hep hikmet doluydu. Seferleri meşhurdur. Defâlarca Mekke'ye gitti.
Sefere çıkacağı zaman ve başka zamanlarında, iğne, iplik, makas ve su kabını
yanından eksik etmezdi.
Çağırılan bütün dâvetlere sünnet olduğu için gider. Fakat bir şey yemezdi.
İnsanlara nasîhat ederdi. Dâvetten sonra hemen evine dönerdi. Evinde yenecek bir
şey bulunmaz, bu sebeple ne yiyip, ne içtiği bilinmezdi.
Talebelerinden biri anlatır: İbrâhim-i Havvâs hazretleri ile yola çıkmıştık.
Yola çıkarken buyurdu ki: "Yol boyunca ikimizden birinin reis olması lâzımdır.
Yollardaki işlerin idâresi onun elinde olacak." Ben de, "Reis, siz olun
efendim." dedim. Hocam "Reis olursam, benim sözlerime îtiraz etmeyeceksin."
buyurduğunda, "Peki efendim." dedim.
Yolumuza devâm ettik. Yolda bir konağa gelince "Otur!" buyurdu. Kuyudan su
çekti, bana ikrâm etti. Odun getirdi, ateş yaktı. Ne zaman bir iş yapacak
olduysam müsâde etmedi. "Mâdem ki reis benim, benim dediğim olacak." buyurdu.
Yolda şiddetli bir yağmura tutulduk, paltosunu çıkarıp, sabaha kadar ayakta
üstüme tuttu. Çok sıkılıyordum. Sabah olunca, "Keşke reis ben olsaydım." dedim.
Yolumuza devam edip, hacca gittik. Hacdan sonra bana: "Evlâdım, reis olduğun
zaman sana yaptığım gibi yaparsın. Reis, başkalarına hizmet ettiren değil,
onlara hizmet eden, onların dünyâ ve âhiret saâdeti için çalışan kimsedir. Reis,
başkalarından gelen sıkıntılara severek katlanan insandır."
İbrâhim-i Havvâs hazretleri bir gün Bağdât'ta sâlihlerden bir kaç kişiyle
birlikte, bir yerde oturuyordu. O esnâda yanlarına bir genç geldi. İbrâhim-i
Havvâs hazretleri arkadaşlarına buyurdu ki: "Bu gencin yahûdî olduğunu
zannediyorum." Arkadaşları, bu söze pek kulak vermediler. Genç gelip oradakilere
sordu: "Bu zât benim için neler söyledi?" Onlar da; "Senin yahûdî olduğunu
söyledi." dediler. Genç, hemen İbrâhim-i Havvâs hazretlerinin ellerine sarılıp,
Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. İbrâhim-i Havvâs hazretleri müslüman
olmasının sebebini sordu. Genç; "Efendim, biz kitabımızda şöyle okuduk ki:
Sıddîk, yâni hakîkî bir müslümanın firâsetinde yanlışlık olmaz. Kendi kendime
müslümanları imtihân etmek istedim ve dedim ki: Müslümanlar arasında sıddîk
olanlar bulunabilir. Çünkü onlar; "Biz Allahü teâlâdan başka her şeyi
kalbimizden çıkarırız." diyorlar. İşte bu düşünce ile sizin yanınıza geldiğimde,
benim yahûdî olduğumu hemen anladınız. Buradan sizin sıddîk olduğunuzu anladım.
Bunun için müslüman oldum." dedi.
"Îmânın
hakîkatı nedir?" diye soran birisine; "Bu sorunuzun cevâbı laf ile değil,
yaşayarak, görerek verilir. Şimdi ben Mekke-i mükerremeye gidiyorum. Eğer
benimle gelirsen, yolculukta sorduğunun cevâbını alırsın." buyurdu. O zât diyor
ki: İbrâhim-i Havvâs hazretlerinin teklifini kabûl ettim. Yola çıktık.
Yolculuğumuzun her gününde, iki tabak yemek ile iki bardak su gâibden zuhûr
ediyordu. Yiyeceklerin yarısını bana veriyor, diğerini de kendisi için
ayırıyordu. Bir gün çölün ortasında ata binmiş yaşlı bir zât yanımıza geldi.
İbrâhim-i Havvâs hazretleriyle bir miktar konuştular. Sonra atına binerek
yanından uzaklaştı. "Efendim, bu gelen ihtiyar kimdi?" dedim. "Yolculuğumuzun
başlangıcında bana sorduğunuzun cevâbıdır." buyurdu. Ben "Anlayamadım efendim."
deyince, o da; "Bu gelen zât, Hızır aleyhisselâmdı. Seninle berâber yolculuk
yapalım diye teklif etti. Allahü teâlâdan başkasına güvenmek, itimâd etmek gibi
bir hâl olur, tevekkülüm bozulur diye korktuğum için, teklifini kabûl etmedim.
İşte sorduğunuz îmânın hakîkatı, Allahü teâlâdan başkasına güvenmemektir."
buyurdu.
İbrâhim-i Havvâs hazretleri, nehrin kenarında hurmalıkların olduğu bir yerde
oturup, hurma liflerinden zenbil örüp, gayri ihtiyârî elinde olmadığı halde
nehre atıyordu. Bu hâl dört gün devam etti. Sonunda bu işin hikmeti nedir? Ben
niçin böyle yaptım? diyerek nehrin akıntısına doğru yürümeye başladı. Derken
nehrin kenarında oturup ağlayan yaşlı bir kadına rastladı. Kadına "Vâlide, niçin
ağlıyorsunuz?" diye sorunca, kadın; "Evlâdım! Beş yetim çocuğum var. Onlara
yedirecek hiçbir şeyimiz kalmadı. Dört gündür bu nehirden, yapılmış zenbiller
akarak geliyordu. Bunları alıp satıyor geçimimizi sağlıyorduk. Bugün gelmedi."
diye cevap verdi. Bunları işiten İbrâhim-i Havvâs hikmetini anladı ve kadına;
"Şimdi sen müsterih ol. Evinizi bana gösteriniz, geçiminizi ben halledeceğim."
buyurdu.
Hamîd-i
Esved hazretleri anlatır: İbrâhim-i Havvâs hazretleri ile berâber yedi gün
yolculuk yaptım. Yedi gün zarfında hiçbir şey yiyip içmedim. Sonra yürüyecek
tâkatim kalmadı. Durumumun farkına vararak buyurdu ki: "Evlâdım! Sana ne oldu?"
Ben de; "Efendim! Yürüyecek hâlim kalmadı." dedim. O; "Acıktın mı, susadın mı?"
diye sordu. "Susadım." dedim. Bu sözüm üzerine, "Şu nehirden su iç de gel."
dedi. Hemen nehre vardım. Suyundan içip, abdest aldım. Hayâtımda bu kadar tatlı
ve soğuk su içmemiştim. Kendisi hiç gelip içmedi. Daha sonra arkama dönüp
baktığımda, su içtiğim yerin kupkuru bir ova olduğunu gördüm. Ortalıkta nehir
falan yoktu.
İbrâhim-i Havvâs hazretleri bir dağda ibâdet ediyordu. Bir gece yarısı dereye
abdest almaya indi. O sırada bir arslan karşısına çıktı. Arslan acılar içinde
kıvranıyordu. Boynunu büktü, ayağını gösterdi. Ayağına taş batmış ve
iltihaplanmıştı. İbrâhim-i Havvâs hazretleri çakısını çıkardı, arslanın ayağını
yararak yarayı temizleyip, iyice sardı. Arslan fasîh bir lisân ile teşekkür
etti.
Mimşâd-i
Dîneverî şöyle anlatıyor: "Bir gece geç vakitte dışarı çıktım. Bir tepeye
vardım. Şiddetli soğuk vardı ve çok kar yağıyordu. Baktım ki, İbrâhim-i Havvâs
hazretleri orada oturuyor. Üzerinde sadece bir gömlek vardı. Etrafına düşen
karlar hemen eriyordu ve bulunduğu yer, gâyet kuruydu. Benimle müsâfeha etti.
ellerinin sıcaklığı ile benim ellerim terledi. Biraz sohbet edip ayrıldık."
İbrâhim-i Havvâs talebelerinden Ebû Hasan isminde birine "Bir yere gideceğim.
Sen de gelir misin?" dedi. Talebe; "Peki efendim, izin verirseniz evden
ayakkabılarımı giyip geleyim." deyip eve gitti. Eve vardığında "kaygana" isimli
yemeğin hazırlanmış olduğunu gördü. Ondan bir miktâr yedi. Sonra hocasının
yanına geldi. Berâberce yola çıktılar. Bir nehirden geçmeleri icâb etti.
İbrâhim-i Havvâs nehir üzerinde yürümeye başladı. Peşinden talebesi de yürümek
istedi ise de, suya battı. Bunun üzerine hocası geri dönüp "Ne oluyor. Yoksa,
kaygana ayağına mı dolaştı?" buyurunca, o talebe hemen hocasının su üstünde
yürümesine, hem de kendisinin o yemeği yediğini anlamasına hayret etti.
Vefâtından önce hastalandı. İshale yakalanmıştı. Üstü çok fazla kirleniyordu.
Temiz olarak ölmek istiyordu. Bunun için her abdesti bozulduğunda gusül abdesti
alıyor, iki rekat namaz kılıyor tekrar abdesti bozuluyordu. O gün altmış defâ
gusül abdesti aldı. En sonunda gusül yaparken vefât etti. Vefâtından sonra onu
rüyâda görenler; Allahü teâlâ sana nasıl muâmele eyledi dediler. O da; "Yaptığım
ibâdetler ve gösterdiğim tevekkül, bana verilen nîmetlere karşı yetmedi. Ancak
dünyâdan göçeceğim sıralarda gusül abdesti alarak temizlenmem, Allahü teâlânın
katında makbûle geçmiş. Bu temizlik sebebiyle Cennet'te en yüksek makamlara
çıkardılar ve şöyle bir ses; "Ey İbrâhim! Sana yapılan bu ikrâm, huzûrumuza
temiz olarak geldiğindendir. Burada temizler için, fevkalâde büyük mertebeler,
makamlar vardır." diyordu.
İbrâhim-i Havvâs buyurdu ki:
"Esas
âlim, ilmi ile amel edendir."
"Kalbin
ilâcı beştir: Kur'ân-ı kerîm okumak ve Kur'ân-ı kerîme bakmak, mîdeyi boş
tutmak, gece kalkıp ibâdet etmek, seher vaktinde ağlayıp sızlamak ve iyilerle
berâber bulunmaktır."
"Bir
müslüman, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ne kadar dikkat edip tatbik
ediyorsa, Allahü teâlâ da onu o derece azîz eder. Diğer müslümanların kalbine de
onun sevgisini verir."
"Sâdık
kimseyi ya üzerine farz olan bir ibâdeti yaparken veya nâfile bir ibâdetle
meşgûl olurken görürsün. Bunun dışında başka bir halde görmezsin."
"İlmin
tamamı iki şeyden ibârettir: 1) Allahü teâlânın, ezelde, senin için takdir
ettiği rızık için endişe etme. 2) Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet
eyle."
"Başkasına el açacak
duruma düşmek, müslümana yakışmaz."
"Bir
kimse, baş olma sevdâsına kapılırsa, artık ibâdetten, ihlâstan sıyrıldı
demektir."
"İyi
insanların, bütün varlığı ile bağlı olduğu murâdı, maksadı, Allahü teâlâ
olmalıdır. Doğru, sâdık, kimselerle arkadaş olmalıdır. Açlık, iyi insanın
gıdâsı, ibâdet rûhunun süsüdür."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
ALLAHÜ
TEÂLÂ BİLDİRİYOR
Kendisi
anlatır: Bir zaman Şam civarındaydım. Nar ağacı gördüm. Tatlı nar yemek arzu
ediyordum. Lâkin gördüğüm narlar ekşi olduğu için, yemeyip sabrettim. Tatlı nar
bulduğum zaman yerim deyip, yoluma devam ettim. Bir yere varınca, eli, ayağı
olmayan, zayıf, hâlsiz, yaralı bir kimse gördüm. Yaralarına kurt düşmüş, hattâ
birçok eşek arısı yaralarına hücûm etmiş, zavallıya ızdırab veriyorlardı. Onun
bu çâresiz ve muzdarib hâline acıyarak, yanına varıp; "Bu halden kurtulmak ister
misin?" dedim. "Hayır." dedi. Ben hayretle "Niçin?" dedim. "Sağ sâlim olmak
nefsimin arzûsudur. Bu halde olmam ise Rabbimin murâdıdır. O'nun murâdının aksi
bir şeyi O'ndan istemek, kulluğuma yakışmaz, takdirine râzı olmak, elbette benim
için hayırlıdır." dedi. "Müsâade et de hiç olmazsa arıları senden
uzaklaştırayım, sana çok ızdırap veriyorlar." dedim. "Onlar bana ızdırap
verdikçe, benim hâlim daha hoş oluyor. Ey Havvâs! Sen benim çektiğim
sıkıntıları, eşek arılarını boşver, sen tatlı nar yemek arzusunu kendinden
uzaklaştırmaya bak." dedi. "Bütün bunları nereden biliyorsun?" dedim. "Allahü
teâlâ bildiriyor." dedi. Sonra izin isteyip yoluma devâm ettim.
KAYSERİN KIZI
İbrâhim-i Havvâs hazretleri anlatır: Bir sene, hacca gitmeye niyet ederek yola
çıktım. Ne zaman Kâbe-i şerîf tarafına gitmek istedimse, gayri ihtiyârî ters
istikâmete doğru gidiyordum. Allahü teâlânın irâdesi beni bu tarafa çekiyordu.
En sonunda İstanbul tarafına gitmeye karar verdim. Şehre girdim. Yüksek bir köşk
gördüm. Kapısı önünde, bir kısım insanlar toplanmıştı. Yaklaşarak: "Niçin
toplandınız?" diye sordum. Onlar da, "Rum Kayserinin kızı delirmiş, çâre bulmak
için doktorlarını topladı." dediler.
Bunda
bir hikmet olsa gerektir deyip içeri girdim. Odada Kayser'in kızını gördüm. Bana
bakarak "Ey İbrâhim-i Havvâs! Hoş geldiniz." dedi. Ben, hayret ederek, "Beni
nereden tanıyorsunuz?" diye sorunca bana; "Cânımı cânâna teslim etmek istedim ve
Hak teâlâdan sevdiği bir kulunu yanımda bulundurmasını niyâz ettim. Üzülme,
yarın İbrâhim-i Havvâs dostum sana gönderilir buyruldu." dedi. Bunun üzerine
İbrâhim-i Havvâs hazretleri, "Peki hastalığınız nedir?" diye sorduğumda kız;
"Bir gece dışarı çıkıp, ibret nazarı ile gökyüzüne baktım. Allahü teâlâ
hazretleri, beni benden aldı. Kendimden geçtim. "Lâ ilâhe illallah Muhammedün
resûlullah" kelimesi dilime, mânâsı kalbime geldi. Bu kelimeyi dilimden düşürmez
oldum. Bu sebepten hâlime delilik, bana da deli, dediler." diye cevap verdi. O
zaman ben; "Bizim diyâra gelmek ister misin?" deyince, o da; "Sizin diyârda ne
vardır?" dedi. "Mekke, Medîne, Beytülmukaddes oradadır." diye cevap verince,
"Sağ tarafına bak." dedi. Baktım, bir düzlükte Mekke, Medîne ve Beytülmukaddes
karşımda duruyor gördüm. Az sonra bana: "Vakit yaklaştı, istek ve arzu haddi
aştı." dedi ve Kelime-i şehâdet getirip rûhunu teslim etti.
KARDEŞİN HIZIR'IN SELÂMI...
İbrâhim-i Havvâs hazretleri, Medîne'ye Peygamber efendimizin Kabr-i şerîfini
ziyârete gidiyordu. Çölde hayvanlar susamışlar, ölme derecesine gelmişlerdi.
Yanında bulunan bir kayaya eli ile vurdu ve Allahü teâlânın ihsânıyla oradan su
fışkırdı. Bütün hayvanlar oraya gelip su içtiler. Yanına bir zât gelip sordu:
"Nereye gidiyorsun?" İbrâhim-i Havvâs da, "Resûlullah efendimizin kabrini
ziyâret etmeye." dedi. Gelen kimse; "Bizden de selâm söyler misiniz?" deyince,
İbrâhim Havvâs, "Olur, ama kimin selâmı var diyeceğim?" dedi. O gelen de,
"Kardeşin Hızır'ın selâmı var dersiniz." dedi.
KAYNAKLAR
1)
Tabakât-us-Sûfiyye; s.284
2)
Hilyet-ül-Evliyâ; c.1, s.325
3)
Tezkiret-ül-Evliyâ; s.394
4)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.223
5) Tam
İlmihâl Seâdet-iEbediyye; (49. Baskı) s.1094
6)
Tabakât-ül-Evliyâ; s.16
7)
Sıfat-üs-Safve; c.4, s.90
8)
Nefehât-ül-Üns; s.137
9)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.203
|
|