|
İBRÂHİM HAKKI ERZURÛMÎ
|
|
|
|
İbrâhim Hakkı Erzurûmî - Tillo - Siirt |
|
|
|
|
|
Anadolu'da yaşayan evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden. Babası Osman Efendi de
velî bir zâttı. İbrâhim Hakkı 1703 (H.1115) senesinde Erzurum'un Hasankale
kasabasında doğdu. İbrâhim Hakkı hazretleri kendisini kısaca şöyle
anlatmaktadır:
"Hicrî
bin yüz on beş tarihinde bir bahar günü, İbrâhim Hakkı, Hasankale kasabasında
doğdu. Bin yüz kırk senesine kadar ilim öğrenmek için çalıştı. Ârif olup dünyâyı
unutarak, Allahü teâlânın aşkıyla yanıp kavruldu. İşini, gücünü, malını, mülkünü
her şeyini bırakarak cenâb-ı Hakka yöneldi."
İbrâhim
Hakkı, yedi yaşına geldiğinde annesi SeyyideHanîfe Hâtun'u kaybetti. Babası
Osman Efendi, İbrâhim'i amcasına emânet etti ve tasavvufta kendisini
yetiştirecek bir rehber, âlim aramak için sefere çıktı. Kısa sürede Siirt'in
Tillo kasabasında İsmâil Fakîrullah hazretlerinin büyüklüğünü, Allahü teâlâ
katındaki yüksekliğini anladı. Ondan ilim öğrenmek ve hizmet etmek için
geceli-gündüzlü çalıştı. Dokuz yaşına basan öksüz İbrâhim Hakkı, babasının
hasretiyle yanıyordu. Amcası Molla Ali Efendi, İbrâhim Hakkı'yı alarak Tillo'ya
babasının yanına götürdü.
İbrâhim
Hakkı hazretleri Tillo'da babasına kavuşmasını şöyle anlattı: "Ben dokuz yaşında
idim. Ali amcam beni babamın yanına götürdü. Bir ikindi vaktinde Tillo'ya
girdik. Dergâha vardığımızda, babam ile hocası namaz kılıyorlardı. İlk bakışta
İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzü, bana, pederimden daha yakın geldi.
O anda yüzünün cezbesi gönlümü aldı. Aklım, onun güzelliğine, duruşundaki
heybete ve olgunluğa hayran kaldı. Gönlümü ona kaptırdım. Babam beni kendi
odasına götürdü. Şefkat ile ilim öğretip, lütf ile terbiye etmeye başladı."
İbrâhim
Hakkı; babasından, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri öğrendi. Babasının
arkadaşı Molla Muhammed Sıhrânî hazretlerinden de, astronomi, matematik gibi
zamânın fen ilimlerini tahsîl etti. Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında
mârifet sâhibi olmak, hasta kalbine şifâ bulmak için de İsmâil Fakîrullah
hazretlerinin sohbeti ve hizmetiyle şereflendi.
İbrâhim
Hakkı hazretleri, Tillo'ya geldiği günlerde gördüğü bir rüyâyı şöyle anlattı:
"Rüyâmda gökyüzünü beyaz serçelerle dolu hâlde gördüm. Bir ara serçeler hep
birden halkın üzerine doğru saldırdılar. Bana saldıranları babam uzaklaştırdı.
Ancak bir serçe fırsat bulup, sağ koltuğuma sokuldu. Sabahleyin rüyâmı babama
anlattım. Babam koltuğumun altına baktıktan sonra, orada tâûn, vebâ hastalığının
belirtilerini gördü. Hastalığa yakalandığım ilk beş gün kendimden habersiz
olarak yattım. Altıncı gece gözümü açtığımda babamı başucumda ağlar gördüm.
Muhterem hocamız İsmâil Fakîrullah hazretleri de yanındaydı. Mübârek ellerini
kaldırdı. Bana uzun uzun duâ ettikten sonra babama; "İbrâhim'in işi bitmiş iken
Allahü teâlâ ihsân ederek onu yeniden diriltti." buyurarak müjde verdi."
Yine
şöyle anlatmıştır:
Yaz
mevsimiydi. Bir Cumâ gecesi babam murâkabe yapıyordu. Ben de yatıp uykuya
dalmıştım. Rüyâmda Tillo'nun harman yerine bir anda binden çok süvâri ve piyâde
asker geldi. Atlılar inerek bir yere toplandılar. Boyları iki adam yüksekliğinde
olan bu askerler, at ve diğer malzemelerini harman yerine bırakıp, üstâdımız
İsmâil Fakîrullah hazretlerinin dergâhı kapısında saf saf dizildiler. Ben
kalabalığı seyrederken, dergâh kapısının sağ yanında duran saftan birisi eğilip
beni kucağına aldı. Tebessüm ederek öptü ve sol tarafında olanın kucağına verdi.
O da alıp muhabbetle öptü ve solunda duranın kucağına verdi. Bu şekilde sıra ile
sekizinci kimsenin kucağına geldim. O da beni öptü, onun solunda dergâhın kapısı
vardı. Beni yavaşça şefkatle yere bıraktı. Kapı açıktı, içeri girdim. Mübârek
hocamız Fakîrullah hazretlerinin huzûrunda sekiz seçilmiş zâtın ayakta durduğunu
gördüm. Hocamız da ayağa kalktı ve onlarla müsâfeha edip sarıldılar. Bu hâle
şaşırmıştım. O sırada uyandım. Bu rüyânın lezzeti canıma can katmıştı.
Sevincimden rüyâmı hemen babama anlattım. Meğer babam, uyanık olduğu hâlde,
benim rüyâda gördüklerimi görmüş, hâdiseye muttalî olmuş ve onlarla konuşmuştu.
Babam bana şöyle tenbih etti ve; "Bu rüyâyı kimseye söyleme. Bu rûhlar için iyi
olmaz." buyurdu. Sabah oldu Cumâ namazından sonra dergâhın kapısı önünde oturmuş
duruyordum. Siirt tarafından at üzerinde ak sakallı bir ihtiyâr geldi. Kapının
önüne gelince atından indi. Benim yanıma gelip elimi tuttu ve öptü, şaşırdım
kaldım. Zîrâ bu kimseyi tanıyamamıştım. Hocamızın huzûruna girmek için izin
istedi. Verdiği hediyeleri içeri götürdükten sonra hocamın yanına gittim ve;
"Kapıda yaşlı bir kimse huzûrunuza çıkmak için izin istiyor efendim." dedim.
"Gelsin." buyurdular. Misâfiri buyur ettim. İçeri girince oturması işâret
edildikten sonra; "Ve aleykümselâm ey Seyyid Hamza! Bu Cumâ gecesi bize çok
misâfir geldi." buyurdu. Hocamızın bu tatlı hitâbından Seyyid Hamza çok şaşırdı.
İlk defâ gördüğü bu kimse kendi ismini nereden bilmişti. Ve gece gelen
misâfirlerin arasında olduğunu nasıl anlamıştı. Bunları hem düşündü, hem de
kalkıp hocamın elini öptü. Bir müddet ağladı. İzin isteyip dışarı çıktı. Bizim
odaya buyur ettim. İçerde babama hâlini şöyle anlattı: "Ben Siirt'in ileri
gelenlerinden Seyyid Hamza'yım. Bu âna kadar Tillo'ya hiç gelmedim. Bu büyük
âlim ve velîyi de hiç ziyâret etmemiştim. Bu gece rüyâmda beş yüz kadar nûr
yüzlü atlı âlim ile beş yüz piyâde evliyâya Siirt önünde karıştım. Onlarla
birlikte Şeyh İsmâil Fakîrullah hazretlerini ziyarete geldik. Bu kasabayı ve
yolunu rüyâda görerek öğrendim. Harman yerine geldiğimizde atlılar atından indi.
Beraberce bu dergâhın kapısına saf saf dizildik. Sıra ile mübârek hocanızı
ziyâret ettik. Bu dergâhın kapısı önünde şu küçük oğlunu gördüm. Evliyâlar
kucaklarına alıp sıra ile sevdiler. Kapının önüne gelince çocuk içeri girdi. Ben
de kapının önüne geldiğimde uyandım. Hâlâ o rüyânın tesiri altındayım, duyduğum
o lezzet hâlâ devâm ediyor. Sabah olunca atıma binip rüyâda geldiğim yol ile
doğru buraya geldim. Kimseye sormadan dergâhı bulup, sizleri tanıdım. Hazret-i
Şeyh'e geldim. Bu gördüğüm rüyâyı anlatacaktım. Bir gün sonra da ona talebe olup
hizmetiyle ve sohbetiyle şereflenecektim. Ben daha anlatmadan; "Ey Seyyid Hamza!
Bu gece bize çok misâfir geldi." diyerek hem ismimi hem de rüyâda olanları
anlattı. Şaşırıp kaldım." Seyyid Hamza'nın bu şaşırmasına babam şöyle cevap
verdi: "Senin bu gördüğün rüyânın aynısını bu oğlum da gördü. Lâkin avâmın
gördüğü rüyâları, seçilmiş evliyâ uyanık iken görüp müşâhede etmiştir. Allahü
teâlânın ihsanları sonsuzdur."
İbrâhim
Hakkı hazretleri on yedi yaşında yetim kalmasını şöyle anlattı: 1719 (H.1132)
senesinde, benim çok sevdiğim babam ve anam, dert ortağım, üzüntülerimin
gidericisi, hücredaşım, gurbet yoldaşım Derviş Osman Efendi, Cumâ gecesi sabaha
yakın dünyâdan âhirete göçtü. Hak yolunda can verip Allahü teâlâya kavuştu.
Maksadına ulaşarak rahmet deryâsına daldı. Bu yetim o gece başka misâfir
odasında yattı. Sabahleyin kalkıp, hasta babamı görmek istediğimde, oradakiler
bana; "Git, önce namazını kıl, sonra gel. Hasta şimdi rahatladı." dediler. Bu
söze inanıp mescide gittim. Herkes burnunu tutuyordu. Hepsinin nezle olduğunu
sandım. Namazdan sonra odamıza geldiğimde babamın vefât ettiğini gördüm. Benim
de rahatım gitti. Gönül evim karardı. Bir anda babamın ayrılık hasretiyle
virânelerdeki kuşlara döndüm. Öyle feryâd etmek istedim ki, sesim göklere
çıkacaktı. Ben bu hâlde iken o merhamet menbâı mübârek hocam geldi. Benden o
üzüntü ve elemi aldı. Ben de kalkıp kendi kendime; "Şimdi ayıptır, sabredeyim.
Hocam gittikten sonra nasıl ağlayacağımı ben bilirim." dedim. Mübârek hocamız
herkese selâm verip, garîb oğlu Derviş OsmanEfendinin başı ucunda oturdu. Şehid
rûhuna bir Fâtiha okuyup, sevâbını bağışladı ve murâkabeye daldı. Ben hocamın
karşısında babamın da ayak ucunda idim. Bir anda Allahü teâlânın ihsânlarına
kavuştum. Vefât eden babam, mübârek başını kaldırdı. Kimyâ tesiri olan nazarıyla
yüzüme bakıp, tebessüm ederek tâziyede bulundu. O anda mübârek göğsünden şimşek
gibi bir nûr parladı. Kalbim titredi, üzüntü ve elem gidip, yerine sürûr ve
lezzet doldu. Babamı bu hâlde görünce, bayramlıklarını giymiş bir çocuk gibi
sevindim. Üzüntülü duran ahbablar bu sevincime bir mânâ veremeyip hayret
ettiler. Allahü teâlânın ihsânı ve mübârek hocamın himmeti bereketi ile olan bu
hâdiseyi oradakiler görememişti.
Hocamız
oradan ayrıldıktan sonra babamın yüzünü açıp baktım. Güler gibi bir hâli vardı.
Yüzü nûrlu, bedeni sıcak ve yumuşak idi. Sanki uyuyordu.Cenâze namazına çevre
köyler ve bütün Siirt halkı geldi.Namazını hocamız kıldırdı. Onun vefâtına
benden başka herkes üzüldü. Âlemin babası olan hocamız, bu yetimine şefkat edip
iltifât eylediğinden, merhum babamdan sonra onun hizmetleri bize mîras kaldı.
Mübârek hocam, bu bozuk huyluyu nice hikmet şurupları ile terbiye eyledi. Kalb
hastalıklarından beni kurtardıktan sonra, kendi muhabbeti ile yaktı. Böylece
bende, âhiret hâllerinde yakîn hâsıl oldu. Tevekkül etme, dert ve belâlara,
ibâdete ısrarla devâm etmeye tahammül, her işe rızâ gösterme hâli hâsıl oldu.
Pek kıymetli, lezîz nîmetler ihsân edildi. Hepsinden daha evlâsı ve kıymetlisi
ise,Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında bilgi sâhibi olmaya, mârifetullaha
kavuştum.
İbrâhim
Hakkı hazretleri, babasının vefâtından sonra hocasının emriyle Erzurum'a gitti.
Amcalarının da teşvikleriyle sekiz sene ilim tahsîl etti. Burada tahsîlini
bitirdi, fakat gönlü, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerinin ateşiyle yanıyordu.
1728 (H.1140) senesinde yirmi beş yaşında iken tekrar Tillo'ya geldi. Burada
hocasının 1734 (H.1147) senesinde vefâtına kadar hizmetiyle şereflendi. Sonra
Erzurum'a döndü. Küçük yaşta ayrıldığı Hasankale'ye gelip, yerleşti.
İbrâhim
Hakkı hazretleri, Hasankale'de evlendi, sonra İstanbul'a gitti. Mahmûd Han ile
görüştü ve saray kütüphânesinde çalışmalar yaptı. Bir sene sonra talebe
yetiştirmek için Abdurrahmân Gâzi Zâviyesine tâyin edilerek Erzurum'a
geldi.Talebe yetiştirmek için, uzun ve yorucu bir çalışmaya girdi. Hanımı
Firdevs Hâtun'dan, İsmâil Fehim ve Ahmed Naîmî isminde iki oğlu dünyâya geldi.
1755
(H.1169) senesinde tekrar İstanbul'a gitti. Sarayda, dîvân kâtibi Ali Efendi
başta olmak üzere, pekçok kimselerle dost oldu. Sultan Üçüncü Mustafa Han
zamânında da Abdurrahmân Gâzî zâviyesinin berâtı yenilendi.
İbrâhim
Hakkı hazretleri, 1763 (H.1177) senesinde hâtıralara bağlılığı ve vefâ
duygusunun çokluğundan, hocasının memleketi olan Tillo'ya gitti. İsmâil
Fakîrullah hazretlerinin torunu Fâtıma Hâtunla evlendi. Orada kaldı. Talebe
yetiştirmeye burada da devâm eden İbrâhim Hakkı bir sene sonra hacca gitti.
Dönüşünde tekrar talebe okutmaya devâm etti.
İbrâhim
Hakkı hazretleri, zaman zaman Tillo'da, "Cebel-i Ra'sil Kuvâ" ismindeki tepeye
çıkardı. Talebelerine de; "Bu tepe, yakında büyük bir nâma kavuşacaktır." derdi.
Bu tepeye bir musallâ taşı yaptırdı. Her uğradığında oraya otururdu. Ölümü,
âhireti ve hesâbı düşünürdü. Yine bir gün üç talebesi ile bu tepeye çıktı.
Üçünün de ismi Mahmûd'du. Onlara; "Sübhânallah! Hepinizin adı da Mahmûd.
Herbiriniz de amcalarınızın kızı ile evleneceksiniz. Fakat sâdece biriniz Allahü
teâlânın evliyâ kulları arasında yüksek derecelere sâhib olup; "Memduh"
lakabıyla isimlendirilecektir. Ona her taraftan akın akın talebe ilim öğrenmeye
gelecektir. O, bu tepeye bir ev yaptırıp herkesin hidâyete kavuşmasına vesîle
olacaktır." buyurdu. Talebeler de kendi kendilerine; "Mübârek hocamızın müjde
verdiği o kimse ben olsam." diye temennî ettiler. Bir müddet sonra içlerinden
ikisi ayrıldı. İbrâhim Hakkı hazretleri yanında kalan Mahmûd'a; "Biraz önce
müjde verdiğim Mahmûd sensin. Fakat bu sırrı, ben sağ olduğum müddetçe kimseye
söyleme." buyurdu.
1778
(H.1192) senesinde ömrünün sonlarına yaklaşan İbrâhim Hakkı, vasiyetnâmesini
yazdı. Sık sık hastalanması sebebiyle bizzat kendisi kitap yazmak için
uğraşamıyordu. Ancak yazdırmak sûretiyle kalan ömrünü bereketlendirmek
istiyordu. Bu sebeple oğullarının kâtib olarak yardım etmelerini istedi. Kendisi
söyleyip oğulları yazdılar. Nihâyet 1781 (H.1195) târihinde bir Perşembe günü
vefât etti. Tillo'da, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerinin kabrine komşu
olacak şekilde defnedildi. Ölümü için de; "Hudâyı bilmeye ancak cihâne geldi
sultânım." mısraı târih olarak düşürüldü.
Hayâtını ilim öğrenmek, öğretmek ve kitap yazmakla geçiren İbrâhim Hakkı
hazretlerinin vefâtında, iki oğlu ve iki kızı vardı. Oğulları, İsmâil Fehim ve
Muhammed Şâkir'dir. Babasının neslinin devâmını Muhammed Şâkir sağladı. Kızları
Şemsî Âişe ile Hanîfe Hâtun'dur.
İbrâhim
Hakkı hazretleri, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi naklî ilimlerin yanında, aklî
ilimlerle de uğraşmış, canlılar hakkında çeşitli teoriler ileri süren Fransız
doktoru Lemarck, İngiliz Ch. Darvin, Hollandalı Hugo de Vries gibi batılı ilim
adamlarından çok önce, canlılar hakkında, en basitinden en mükemmeli olan insana
kadar düzgün bir tekâmül bulunduğunu yazmıştır. Bu konuyu ele alırken, bu
tekâmülde arada görülen belli noktaları, husûsî özellikleri ve her birinin
hudutlarını tesbit etmiş, hepsinin ayrı ayrı cinsler olduğunu ayrıca
belirtmiştir. O sâdece biyoloji ilmi ile değil; fizikten kimyâya, matematikten
astronomiye kadar, devrindeki bütün ilimlerle uğraşmış, bir ilim ve mârifet
hazînesi olan Mârifetnâme'sinde, bütün bunlara yer vermiştir. Mevâlîdi,
yâni canlı cansız bütün varlıkların yaradılış sırrını bilmek ve irfânı tahsîl
etmek,
onda pek açık olarak görülmektedir.
Hayâtında hiçbir zaman okumayı ve okutmayı elden bırakmayan İbrâhim Hakkı
hazretleri, ideal insan tipi olarak, ârif insanı göstermiştir. Kendisi de bu
ölçü içinde kalmıştır. Ona göre, ârif; gönülle ve akılla bilendir. Fakat gönülle
bilmek ârifin yegâne husûsiyetidir. Bu yüzdendir ki o, gönüle, eserlerinde büyük
yer vermiştir. Gönül, sevgilinin mekânıdır. Aşk sâyesinde bu sevgi vardır. Bu
yollarda hikmet (fen ve sanat) vardır. Mevâlîd (varlıkların sırrını anlama) bu
yolla olmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse İbrâhim Hakkı; gönül sâhibi olan,
fen ve sanata yer veren büyük bir âlim, hakka rızâ gösteren bir
velîdir. Eserlerinin ismine ve mahlasına bakınca, bütün bunların hepsi görülür.
Dîvânının adı İlâhînâme' dir. Bu ismi boşuna koymamıştır. Hakîkaten hepsi
ilâhîdir. Mârifetnâme ise ârifîn kitabı demektir.
İbrâhim
Hakkı ömrünün sonlarına doğru, eserlerinin dille değil gönülle okunmasını
istemiştir. İbrâhim Hakkı hazretleri, açık fikirli, neşeli bir ârifti. Bilhassa
bu hususlar, yakın dostu Şâir Hâzık'la olan yârenliklerinde ve kendi hanımlarına
yazdığı mektuplarında görülmektedir. Bir de annesinin ismini koyduğu kızı
Hanîfe'ye söylediği manzûm öğüdünde bunlara yer vermiştir. Kızına:
"Güleç
yüzlü, güzel sözlü ol ey cân"
derken,
mutlaka kendi tecrübelerini ve hâllerini de aktarmaktadır.
O
hâtıralara çok bağlıydı. Hemen her hâdisenin târihini düşürürdü. Bunu daha çok
yakınları için yapmıştır. 1759 (H.1172) yılında oğlu Osman Nedîm'in ölümü için:
Hasretiyle ağladı halk-ı cihân,
Geldi
târih gitti vây Osmân cüvân.
Hanımlarından Züleyhâ Hâtun'un vefâtı için de:
Duâ
eyle Hakkî ana şöyle târih,
Di
firdevs-i a'lâyı bula Züleyhâ.
târihlerini düşürdü.
İbrâhim
Hakkı hazretleri için şiir, bir vâsıtadır. Ona göre şiir Hakk'ı anlatmalıdır.
Edebi bildirmelidir. Hakk'ı anlatmak için, kalemin âşıkın elinde olması gerekir.
Ancak o zaman Hak âşığı, Hakk'ı anlatacaktır. Şiirde sevgiliye (Allahü teâlâya)
yer verilince, o kıymet kazanır. Sevgiliden bahsetmeyen şiirde güzellik aramak
boşunadır. Şiir böyle olunca hikmettir.
Şiirleri, Dîvân'ında ve yer yer Mârifetnâme'sinde yer almaktadır.
Mârifetnâme'deki şiirlerin pek çoğu dîvânından alınmıştır. Yalnız bu
eserde yer alan ve mevzûları toplayarak anlattığı şiirler, öğretmek içindir ve bir bakıma
işlediği konuların özeti durumundadır. O, bu şiirlerinde hep Hakkî mahlasını
kullanmış ve hep kendisine öğütlerde bulunmuştur. Şiirlerinin büyük bir kısmını
Türkçe ile yazmıştır. Ayrıca Arapça ve Farsça ile yazdığı şiirleri de vardır.
Daha çok bu şiirlerde; Hakkî yanında Ferdî mahlasını da kullanmış olmasına
rağmen, en fazla Fakîrî mahlasına yer vermiştir. İbrâhim Hakkı'nın bu mahlası
kullanması hocasına olan bağlılığının tezâhürüdür. Bir de insanın aczini bu
kelimede görmüştür.
İsmâil
Fakîrullah hazretleri, talebesi İbrâhim Hakkı için pekçok sözler söylemiş, ondan
iftihârla bahsetmiştir. Bunlardan bâzıları aşağıdadır:
"Molla
İbrâhim! Ben babamdan, o da dedemden bütün ilimleri okutmaya mezûnuz.
Mesâbih'in tâlîmi, Meâlim-üt-Tenzîl tefsîri ve din ilimlerini
öğretmekte seni me'zûn kıldım."
"Molla
İbrâhim! Esas olan kalptir, şart olan muhabbettir. Kalbinde arzusu olan Mevlâyı
bulur. Çünkü o kuluna yakındır ve onunladır."
"Molla!
Ben Fakîrullah'ım. Allahü teâlânın sevdiğini severim."
"Molla!
Gökler ve yerler yaratılılalıdan beri sen bizim sevgilimizsin."
"Molla!
Cennet ve Cehennem için değil, belki Allah yolunda muhabbetimiz içinsin."
"Molla!
Sen bizim çocuğumuzsun. Sen benim yanımdaAbdülkâdir gibisin. Evlâdım gibisin."
"Molla!
Benden hayâ etmeyi bırak. Bana dön. Sen bendesin. Ne yaparsan kabûlümdür."
"Molla
İbrâhim! Bize yakın olan uzak, uzak olan yakındır. Sen nerede olsan benim
yanımdasın. Seni denize atsam, Allahü teâlâ tekrar seni bana verir."
"Molla!
Burada biz seni terbiye ederiz. Allahü teâlâ seninledir. O, senin yardımcındır.
O seni korur. Sana uzun ömür, çok evlâd versin ve sonunu hayır eylesin."
"Molla!
Allahü teâlâya, bütün arzularını sana kolayca vermesi için yalvardım ve duâ
ettim. Allahü teâlâdan, bütün maksatlarına kavuşmanı ümîd ederim."
Bir gün
sohbetinde talebelerine şöyle buyurdu:
"Ey
Müminler! İnsan kendi vücûduna dikkatle baksa, yaratıcısının zâtını öğrenir.
Ârif-i billah (Allah'ı bilen) olur. Çünkü bir insan düşünüp, vücûdundan eser
yokken, bedenine ve yaradılışına dikkatle baksa, evvelinde iki damla mâyi idi.
Ne kemiği, ne eti, ne damarları, ne de kanı vardı. Ne rûhu, ne aklı ve ne iz'ânı
vardı. Fakat sonradan, içi ve dışı hârikalarla dolu, nice akıl şaşırtıcı
organlar ve gönül sevici güzel ahlâk ile bezenmiş olan bu vücûd ve rûhun bir
yaratıcısı olduğunu idrâk eder. Bu yaratıcı, kâinâtın bütün zerrelerine hâkim
olur, onlara dilediği gibi tesir eder. Görünen ve görünmeyen her şeyi bilir. Her
vücûd, her organ ve her cüz, hep, onun kudret, hikmet ve rahmetine gömülür.
İnsan, bedeninin mükemmeliyetine ve organlarının yapı inceliğine, işleyişine ve
faydalarına dikkatle bakınca yaratıcısının kudretini, büyüklüğünü daha iyi anlar
ve O'na, o derece sevgiyle bağlanır ve bilir ki; bütün bu ince yapılı makina,
duyu organları ve kuvvetleriyle, ilim ve tekniğiyle cenâb-ı Hakkın lütuf, inâyet
ve rahmetinin eseridir."
İbrâhim
Hakkı hazretlerinin yazmış olduğu eserler şunlardır:
1) Tecvîd kitabı, 2)
Tertîb-ül-Ulûm, 3) Dîvân (İlâhînâme), 4) Mârifetnâme, 5) İrfâniyye, 6) İnsâniyye,
7) Mecmû'at-ül-Me'ânî, 8) Lüb-ül-Ulûm, 9) Vuslâtnâme,
10) Türkçe-Arapça-Farsça sözlük, 11) Seâdetnâme, 12) Vaslnâme, 13) Şükürnâme,
14) Mesârık-ul-Yuh, 15) Sefîne-i Nûh, 16) Kenz-ül-Fütûh, 17) Defînet-ür-Rûh,
18) Rûh-uş-Şürûh, 19) Ülfet-ül-Enâm, 20) Mahzen-ül-Esrâr, 21) Tuhfet-ül-Kirâm,
22) Nuhbet-ül-Kelâm, 23) Urvet-ül-İslâm, 24) Hey'et-ül-İslâm, 25) Mi'yâr-ül-Evkât.
İbrâhim
Hakkı hazretlerinin "Tefvîznâme" adlı şiiri şöyledir:
"TEFVÎZNÂME"
"Hak,
şerleri hayr eyler,
Zannetme ki gayr eyler,
Ârif
ânı seyr eyler,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Sen
Hakk'a tevekkül kıl
Tefvîz
et ve râhat bul,
Sabr
eyle ve râzı ol,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Kalbin
ana bend eyle,
Tedbîrini terk eyle,
Takdîrini derk eyle,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Hallâk
u Rahîm oldur,
Rezzâk
u Kerîm oldur,
Fa'âl ü
Hakîm oldur,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Bil
kâdî-yi'l hâcâtı,
Kıl ana
münâcâtı,
Terk
eyle mürâdâtı,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Bir iş
üstüne düşme,
Olduysa
inâd etme,
Haktandır o, red etme,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Haktandır bütün işler,
Boştur
gam u teşvişler,
Ol,
hikmetini işler,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Hep
işleri fâyıktır,
Birbirine lâyıktır,
N'eylerse, muvâfıktır,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Dilden
gamı dûr eyle,
Rabbinle huzûr eyle,
Tefvîz-i umûr eyle,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Sen
adli zulüm sanma,
Teslim
ol nâra yanma,
Sabr
et, sakın usanma,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Deme şu
niçin şöyle,
Bir
nicedir ol öyle,
Bak
sonuna, sabr eyle,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Hiç
kimseye hor bakma,
İncitme, gönül yıkma,
Sen
nefsine yan çıkma,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Mü'min
işi, reng olmaz,
Âkıl
huyu ceng olmaz,
Ârif
dili teng olmaz,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Hoş
sabr-ı cemîlimdir,
Takdîri
kefîlimdir,
Allah
ki vekîlimdir,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Her
dilde O'nun adı,
Her
canda O'nun yâdı,
Her
kuladır imdâdı,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Nâçâr
kalacak yerde,
Nagâh
açar, ol perde,
Derman
eder ol derde,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Her
kuluna her ânda,
Geh
kahr u geh ihsânda,
Her
anda, o bir şânda,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Geh
mu'tî ü geh mânî',
Geh
darr ü gehi nâfî',
Geh
hâfid ü geh râfî'
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Geh
abdin eder ârif,
Geh
emîn ü geh hâif,
Her
kalbi odur sârif,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Geh
kalbini boş eyler,
Geh
hulkunu hoş eyler,
Geh
aşkına tûş eyler,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Az ye,
az uyu, az iç,
Ten
mezbelesinden geç,
Dil
gülşenine gel göç,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Bu nâs
ile yorulma,
Nefsinle dahı kalma,
Kalbinden ırak olma,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Geçmişle geri kalma,
Müstakbele hem dalma,
Hâl ile
dahî olma,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Her dem
onu zikreyle,
Zeyrekliği koy şöyle,
Hayrân-ı Hak ol, söyle,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Gel
hayrete dal bir yol,
Kendin
unut O'nu bul,
Koy
gafleti hâzır ol,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Her
sözde nasîhat var,
Her
nesnede zîynet var,
Her
işte ganîmet var,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Bil
elsine-i halkı,
Aklâm-ı
Hak ey Hakkî
Öğren
edeb ü hulku
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Vallahi
güzel etmiş,
Billahi
güzel etmiş,
Tallahi
güzel etmiş,
Allah
görelim n'etmiş,
Netmişse güzel etmiş...
EY CÂN
İbrâhim
Hakkı hazretlerinin, kızı Hanîfe Hâtuna nasihat olarak yazdığı bir şiir
şöyledir:
Gönülden çün dile vardır yol ey cân,
Mülâyim
söyle, şîrîn söz bul ey cân,
Acı söz
deme, hilm ile dol ey cân,
Güleç
yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Namazlarını vaktinde edâ et,
Hem
ehlinin her sözün tut, devlete yet,
Ne yol
kim gösterirse ol yola git,
Güleç
yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Büyüğünle her işte meşveret kıl,
Ki
aklına uyan pişmân olur bil,
Sözün
tut görme sen, bir işi müşkil,
Güleç
yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Büyüğündür azîz ana niyât et,
Sakın
nâz etme hizmetli firâz et,
Sözün
az et hemîşe ketm-i râz et,
Güleç
yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Sakın
nâmahreme, sen de ba'îd ol,
Hemen
ehlin safâsiyle sa'îd ol,
Murâdın
terk edip söz tut reşîd ol,
Güleç
yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Dilin
hıfz eyle, gıybet etme ey yâr,
Ve
yıkma bir gönül bir sözle zinhâr,
Sen
etme sırr-ı nâsı nâsa izhâr,
Güleç
yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Güzel
sözlerle tatyîb-i kulûb et,
Sükût u
samt ile setr-i uyûb et,
Yeterse
kudretin keşf-i kürûb et,
Güleç
yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Kula
hizmetdir Allah'a ibâdet,
Kusûrun
afvdır hakka riâyet,
Hudâ'nın lütfudur sabr u kanâat,
Güleç
yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Seni
Allah lütfundan yaratmış,
Sana
lütfuyla Cennet'te yer etmiş,
Dahı
dünyâda halka server etmiş,
Güleç
yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Güzel
Allah senden râzı olsun,
Güleç
yüzün görenler zevki bulsun,
Sözünden her gönül lezzetle dolsun,
Güleç
yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Çün
Allah'ı seversin bil ki ol hem,
Seni
sevmiştir ey cân senden erham,
Sen ey
mahbûb-ı Hak ol şâd u hurrem,
Güleç
yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Sakın
bir kimseyi incitme, sövme,
Ve sen
bir kimseden incinme, dövme
Dahî
sen kendini sohbetde övme,
Güleç
yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Hanîfe
Hanımın atası Hakkı,
Der ey
kızım hemen Kur'ânı oku,
Seninle
bile bil her hâldeHakk'ı,
Güleç
yüzlü, güzel sözlü ol ey cân
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
DÜNYA
İbrâhim
Hakkı hazretleri dünyâya bağlanmanın kötülüğünü bir sohbetinde şöyle anlattı:
Dünyâ
zıll-i zâildir. Ona güvenen nâdimdir. O seninle kalsa da, sen onunla kalamazsın.
Dünyâdan çıkmadan önce, kalbinden dünyâ sevgisini çıkar. Dünyâ lezzetlerine
aldanmayan Cennet nîmetlerine kavuşur. İki âlemde azîz ve muhterem olur. Dünyâ
haraptır. Şerbetleri seraptır. Nîmetleri zehirli, safâları kederlidir. Bedenleri
yıpratır. Emelleri arttırır. Kendini kovalayandan kaçar. Kaçanı kovalar. Dünyâ
bala, içine düşenler de sineğe benzer. Nîmetleri geçici, hâlleri değişicidir.
Dünyâya ve buna düşkün olanlara inanılmaz. Çünkü, bunlarda vefâ ve sefâ
bulunmaz. Fânî olanı ver ki, bâkî olanı alasın. Kendini bilen kişinin bu dünyâya
düşkün olmasına şaşılır. Şakîler dünyâya sarılır. Saîdler bâkî olana sarılır.
Bedeninle dünyâda ol, kalbinle âhireti bul! Nefsin arzularını terk eden pâk
olur, âfetlerden selâmet bulur. Allahü teâlânın râzı olmadığını terk edene,
Allahü teâlâ ondan iyisini ihsân eder. Dünyâyı anlayan, onun sıkıntılarından
üzülmez. Dünyâyı anlayan, ondan sakınır. Ondan sakınan, nefsini tanır. Nefsini
tanıyan, Rabbini bulur. Mevlâsına hizmet edene, dünyâ hizmetçi olur. Dünyâ
insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar. Kaçarsan, seni kovalar. Dünyâ,
âşıklarına mihnet yeridir. Lezzetlerine aldanmayanlara, nîmet yeridir. İbâdet
edenlere kazanç yeridir. İbret alanlara hikmet yeridir. Onu tanıyanlara selâmet
yeridir. Ana rahmine nisbetle, Cennet gibidir. Âhirete nisbetle çöplük gibidir.
Ölümden
önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar,
dünyâdan değil âhiretten sayılırlar. Çünkü, dünyâ âhiret için tarladır. Âhirete
yaramayan dünyâlıklar, zararlıdır. Haramlar, günahlar ve mübâhların fazlası
böyledir. Dünyâda olanlar dînimize uygun kullanılırsa, âhirete faydalı olurlar.
Hem dünyâ lezzetine, hem de âhiret nîmetlerine kavuşulur. Mal iyi de değildir,
kötü de değildir. İyilik, kötülük, onu kullanandadır. O hâlde mel'ûn olan, kötü
olan dünyâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhireti yıkıcı yerlerde kullanılan
şeyler demektir. Kendini ve Rabbini unutup, lezzetlerine, şehvetlerine düşkün
olanlar, yolda hayvanının süsü ile, palanı ile, otu ile uğraşıp, arkadaşlarından
geri kalan yolcuya benzer. Çölde yalnız kalıp, helâk olur. İnsan da ne için
yaratılmış olduğunu unutup, dünyâ zînetlerine aldanır, âhiret hazırlığı
yapmazsa, ebedî felâkete sürüklenir. Dünyâ sevgisi âhirete hazırlanmaya mâni
olur. Çünkü, kalb onu düşünmekle, Allah'ı unutur. Beden, onu elde etmeye
uğraşarak ibâdet yapamaz olur. Dünyâ ile âhiret, doğu ile batı gibidir ki,
birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Bir kimse ibâdetini yapmaz ve geçiminde,
kazancında, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını gözetmezse, dünyâya düşkün olmuş
olur. Allahü teâlâ herkesin kalbini bundan soğutur. Bunu kimse sevmez.
KAYNAKLAR
1)
Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.57
2)
Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.39, 40
3)
Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.148
4) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1094
5)
Mârifetnâme
6)
Rehber Ansiklopedisi; c.8, s.43
7)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.362
|
|