|
İBRÂHİM BİN EDHEM
Tâbiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. 714 (H.96) te Belh
şehrinde doğup, 779 (H.162)da Şam'da vefât etti. İsmi, İbrâhim bin Edhem bin
Mansûr, künyesi Ebû İshâk'tır. Nesebi hazret-i Ömer'e dayanır. Fudayl bin İyâd,
İmrân bin Mûsâ bin Zeyd Râi ve Şeyh Mansûr Selâmi'nin sohbetinde bulunup,
Veysel Karânî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde etmiştir.
Bağdât,
Şâm ve Hicaz'da meşhûr oldu.Üç kıtanın âlimlerinin çoğundan ilim öğrendi. İmâm-ı
A'zam hazretlerinin sohbetleriyle olgunlaştı. Dinde fakih ve müctehid oldu.
Rumlarla yapılan cihadlara katıldı. Arap lisânını çok fasîh konuşurdu.
Yahyâ
bin Saîd el-Ensârî, Saîd bin Mezbân, Mukatil bin Süleymân ve Süfyân-ı Sevrî'den,
Sevrî de kendisinden hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Evzâî, Şakîk-i
Belhî, İbrâhim bin Beşar, kendisinden hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuşlardır.
Nesâî, Dâre Kutnî, İmâm-ı Buhârî onun sika, güvenilir bir râvi olduğunu
bildirmişlerdir. Buhârî "Edeb", Tirmizî "Tahâret" kısmında kendisinden rivâyette
bulunmuşlardır.
Babası
Edhem, Belh şehri pâdişâhıydı. Kendisi Şehzâde olup, tahtta oturur, avlanmayı
severdi.Her türlü imkâna sâhip, her istediğini yer, her istediğini giyer, her
emri hemen yapılırdı.Bir yola çıktığı zaman, kırk altın kalkanlı asker önünden,
kırk altın gürzlü asker arkasından yürürdü. O bütün bunları terk etmiş ve Allahü
teâlâya gönül vermiştir.Mübârek sözleri ve kerâmetleri dilden dile dolaşmış,
muhabbeti hep gönüllerde yaşamıştır. Dünyâ sultânları unutulmuş, fakat O
unutulmamıştır.
Tâcını,
tahtını bırakıp evliyâdan olması şöyle olmuştur:
Bir
gece tahtı üzerinde uyuya kalmıştı.Gece bir gürültü ile uyandı. Tavan
sallanıyordu. seslendi: "Kim o?" Damdaki, "Tanıdık biriyim, devemi kaybettim onu
arıyorum" dedi. İbrâhim Edhem, "Hey şaşkın, ne diye damda arıyorsun? Damda deve
mi olur?" deyince, damdaki zât, "Ey gâfil, sen Allahü teâlâyı altın taht ve
süslü elbiseler içinde arıyorsun. Damda deve aramak bundan daha mı acâyib?"
dedi. Bu sözlerden sonra kalbi Allahü teâlânın aşkı ile yandı ve şimdiye kadar
yaptığı bütün günahlara, hatâ ve kusurlara tövbe etti.
Başka
bir rivâyette: Bir gün sarayda umûmi bir ziyâfet verildi. Devlet adamları
yerlerini almış, hizmetçiler beklerken, gayet heybetli bir zat çıkageldi. Ne
askerlerden ne hizmetçilerden hiçbir kimse ona, sen kimsin, burada ne işin var?
deme cesaretini bulamadı. Bu heybetli zâta İbrâhim Edhem sordu: "Ne istiyorsun?"
O zât, "Bu handa konaklamak istiyorum." dedi. İbrâhim Edhem; "Burası han değil,
benim sarayımdır." diye cevap verdi. O zât, "O halde bu saray bundan evvel
kimindi?" diye sorunca, İbrâhim Edhem; "Pederimindi!" dedi. Gelen zât; "Ondan
evvel kimindi?" diye tekrar sordu. İbrâhim Ethem; "Filân zâtın!" dedi. O zât;
"Ondan evvel kimindi?" diye sorduğunda, İbrâhim Edhem; "Filân oğlu filânın!"
cevâbına, o zâtın; "Bunlara ne oldu?" suâline de İbrâhim Edhem; "Öldüler!"
cevâbını verdi. Gelen heybetli kimse; "Bu nasıl senin sarayın ki, biri gelmeden
biri gitmede?" diyerek geldiği gibi geri çıktı. İbâhim Edhem o zâtın peşine
düştü ve sordu; "Sen kimsin?" O zât da, "Ben Hızırım." dedi.
Bundan
sonra İbrâhim Edhem hazretlerinin derdi çoğaldı.Kalbindeki Allah aşkı
fazlalaştı.
Başından geçen bir başka hâdise de şöyledir:
Bir gün
atının hazırlanmasını istedi ve av köpeğini de yanına alıp ava çıktı. Karşısına
bir hayvan çıktı. Onu yakalamak için atını sürdü, gâibden; "Yâ İbrâhim sen bunun
için yaratılmadın ve bununla emr olunmadın!" diyen bir ses işitti. Durdu, sağına
soluna baktı hiçbir kimseyi göremedi. "Allah lânet etsin! Bu İblis'tir!"
dedi.Atını tekrar sürdü.Biraz öncekinden daha kuvvetli ve daha açık; "Ey
İbrâhim! Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir olunmadın!" dendi.
Durup,
sağına soluna baktı, hiçbir kimseyi göremedi: "Allahü teâlâ lânet etsin! Bu
İblis'tir!" dedi. Atını tekrar sürdü ve aynı sözleri atının eyeri tarafından
işitti ve durdu: "Âlemlerin Rabbinden bana bir ikaz geldi.Allahü teâlâya yemin
ederim ki bu günden sonra Allah'a isyân etmeyeceğim. Rabbim, sâlih insan olmamı
istiyor!" dedi. Bu hâdise üzerine pek fazla ağladı ve elbiseleri göz yaşlarıyla
ıslandı.Sonra geri döndü. Bir çobana rastladı. Dikkat edince bunun, babasının
çobanlarından birisi olduğunu anladı. Onun abasını ve başlığını alıp kendi
elbiselerini ona verdi. Her şeyi bırakıp Allahü teâlânın yoluna girdi.
Merv
şehrine doğru giderken yolda âmâ bir adamcağız bir köprüden geçiyordu. Gözleri
görmediği için nehre tam düşerken, İbrâhim bin Edhem bunu gördü. Adamcağıza çok
acıdı ve (Allahümmahfezhu= Ey Alah'ım. Onu muhâfaza et, koru!) diye duâ etti.
Bunu söyleyince köprüden düşmekte olan âmâ, köprü ile nehir arasında, boşlukta
kaldı, düşmedi. Etrafta bulunanlar, âmâyı tutup yukarı çektiler ve İbrâhim bin
Edhem'in büyüklüğünü tasdik ettiler. Bundan sonra Nişâbur'a gitti. Hep nefsi ile
meşgûl olmak, her an Allahü teâlâya ibâdet ve tâatte bulunmak için, kendisine
dünyâ meşgalelerinden uzak, sâkin bir yer aradı. Burada bulunan bir mağarada
dokuz sene ibâdet etti. Bu mağarada bulunduğu bir gece yıkanması icab
etti.Zemherir günleriydi ve çok şiddetli soğuk vardı. Buzu kırmak sûretiyle
gusül abdesti aldı ve seher vaktine kadar ibâdet etti. Soğuktan donmak üzere
olduğunu hissetti. Isınmak için biraz ateş olsa veya üşümemek için sırtımda bir
kürk olsa diye hatırından geçti. Birden sırtında bir kürk bulunduğunu ve
bedenini ısıtmakta olduğunu hissetti. Böylece, birazcık istirahat edip, uyumak
imkânı hâsıl oldu. Az zaman sonra uyandı. Bu kürkün, çok heybetli bir hayvanın
derisinden yapılmış olduğunu anladı. Allahü teâlâya hamd etti.
İbrâhim
bin Edhem hazretleri, bu mağarada kalırken, insanlar onun hâlini anlamaya
başladılar. Bu durumda, derhal mağarayı terk etti ve Mekke-i mükerremeye doğru
yola çıktı. Sahrada giderken bir zât ile karşılaştı. O zât kendisine (İsm-i
a'zam= Allahü teâlanın en büyük ismini) öğretti. Bununla Allahü teâlâya duâ
etti. Hızır aleyhisselâm ile görüştü. O, kendisine; "Sana ism-i a'zam'ı öğreten
kimse, İlyas aleyhisselâm idi." dedi ve çok sohbet ettiler. Daha sonra, İbrâhim
bin Edhem'in Nişâbur'da ikâmet ettiği mağarayı ziyâret edenŞeyh Ebû Saîd isminde
bir zât, hayret edip; "Sübhânallah! O ne mübârek bir zâtmış. Burada bulunması
bereketiyle burası öyle güzel kokuyor ki, eğer mağarayı misk ile doldursalar
öyle güzel kokmaz!" dedi.
Nakledildiğine göre İbrâhim bin Edhem Mekke-i Mükerremeye ulaşabilmek için
sahrayı on dört senede kat edebildi. Bir müddet gidiyor, iki rekat namaz
kılıyordu. Bu şekilde Mekke'ye ulaştı. Böyle bir zâtın gelmekte olduğunu,
Harem-i şerîfte bulunan âlimler haber aldılar ve kendisini karşılamak üzere yola
çıktılar. Böyle zâtları karşılamak âdetleriydi. O ise, kimse beni tanımasın
diye, bir kâfilenin önüne düşmüş geliyordu. Başka kimseler de kendisini
karşılamak ve görmek istiyorlardı. Kâfilenin önünde bulunan İbrâhim bin Edhem'e
yaklaşıp: "Acaba İbrâhim bin Edhem yaklaştı mı? Harem-i şerîfin âlimleri
kendisini karşılamaya geliyorlar da..." dediler. O ise, "Bırakın o kötü kimseyi!
Ondan ne istiyorsunuz?" buyurdu. O kimseler, İbrâhim bin Edhem'in ensesine bir
tokat vurdular ve;"Sen öyle yüksek bir zâta nasıl kötü diyebilirsin. Böyle
söylemekle asıl sen kötü oluyorsun." dediler. İbrâhim bin Edhem de; "İşte ben de
aynı şeyi söylüyorum." buyurdu.
Onlar
ayrılıp gittikten sonra kendi nefsine şöyle diyordu: "Sen ne kadar ahmaksın ve
cüretlisin. Mekke âlimlerinin seni karşılamalarını mı arzu ediyorsun? Halbuki
onlar mübârek ve muhterem zâtlardır. Böyle bir şeyi istemeye sen nasıl cesâret
edebiliyorsun? Ama sen -tokat vurulmakla- sana asıl lâyık olana kavuştun."
Nitekim kendisini tanıyıp özür dilediler. Burada kısa zamanda kendisine eş-dost
buldu. Çalışıp-kazanarak, alın teri ile nafakasını temin ederdi.
Nakledildiğine göre, memleketinden (Belh'ten) ayrıldığında geride süt emen bir
oğlu kalmıştı. Çocuk büyüdü. Zengin oldu. Vâlidesine, babasını sordu. O da,
"Baban kayboldu. Mekke'de bulunduğuna dâir bâzı haberler var." dedi. Oğlu;
"Anneciğim, ben gidip, babamı bulmaya çalışacağım ve hizmetinde bulunacağım."
dedi. Her tarafa haber gönderip, bu sene hacca gitmek isteyenlerin kendisine
gelmelerini, masraflarını kendisinin karşılayacağını bildirdi. Bunun üzerine
kendisine dört bin kişi geldi. Hepsinin masraflarını karşılayıp, hem haccetme,
hem de babasına kavuşmak arzusuyla yola çıktı. Kâbe-i muazzamaya varınca, orada
hırka giymiş, yamalı elbiseli kimseler gördü ve onlara babasını sordu. Onlar; "O
bizim hocamızdır, Mekke dışından, sırtında odun getirip, satar, parası ile de
ekmek alıp bize verir." dediler. Genç sahraya çıktı. Bir ihtiyarın ağır odun
yüklenmiş olarak geldiğini gördü. Kendisini tâkib etti. O, pazara gidip odunları
sattı. Parası ile ekmek alıp dostlarına ikrâm etti. Onlar ekmek yerken, o da
namaz kılıyordu. Dostlarıyla birlikte tavaf yaparlarken, güzel yüzlü bir genç
karşısına gelip durdu. İbrâhim bin Edhem ona bakıyordu. Tavafı bitirdikten
sonra; "O gence bu kadar dikkatle bakmanızın hikmetini anlayamadık." dediler.
Buyurdu ki: "Ben, Belh'ten ayrılırken süt emme çağında bir çocuğum kalmıştı. Bu
genç odur." O genç, "Babam benden kaçar." endişesiyle, kendisini belli etmiyor,
fakat her gün gelip babasını seyrediyordu. İbrâhim bin Edhem bir
gün, dostlarından birini alıp, Belh'ten gelen hacı kâfilesinin yanına gitti.
Atlastan bir çadır ortasında bir kürsü olduğunu ve oğlunun o kürsüde oturup
Kur'ân-ı kerîm okuduğunu gördü. Genç; "Her halde, mallarınız ve çocuklarınız
(sizin için) bir belâ ve imtihândır." (Tegâbün sûresi:15) meâlindeki
âyet-i kerîmeyi okuyordu. Bunu duyunca geri dönüp gitti.Yanındaki dostu, gencin yanına gitti. Kur'ân-ı kerîm okuması bittikten sonra gence; "Nerelisin?" dedi. O da
"Belhliyim." deyince, "Kimin oğlusun?" dedi. O da; "İbrâhim bin Edhem'in
oğluyum. Onu ilk defâ dün gördüm. Ama o muydu, değil miydi, iyice bilemiyorum.
Benden uzaklaşır korkusuyla kendisine de soramadım." dedi. Gelen zât; "Gelin
sizi onun yanına götüreyim." dedi. Bundan sonra berâberce İbrâhim bin Edhem'in
yanına geldiler. Genç, babasını görünce kendinden geçecek şekilde ağladı.
Kendine geldiğinde babasına selâm verdi. Babası selâmını alıp, bağrına bastı ve;
"Hangi dindensin?" diye sordu. Genç;"İslâm dînindenim." dedi. İbrâhim bin Edhem;
"Elhamdülillah!Kur'ân-ı kerîmi de biliyorsun. Peki ilim de tahsil ettin mi?"
buyurdu. Oğlu; "Evet!" deyince, o yine hamdetti. Oğlunu yanına alıp ellerini
semâya çevirdi. "Yâ Rabbî! İmdâdıma yetiş!" diye yalvarmaya başladı. Bunu gören
yakınları; "Yâ İbrâhim, ne oldu, niçin yalvarıyorsun?" diye sordular. Onlara;
"Oğlumu bağrıma basınca şefkati ve sevgisi kalbimde kaynadı. Bunun üzerine bir
nidâ geldi: "Yâ İbrâhim! Beni sevdiğini iddiâ ediyorsun. Fakat benimle berâber
başkalarını da seviyorsun. Dostluğumuza ortak katıyorsun. Bir kalpte iki sevgi
olur mu? Bu dostluğa sığar mı?" Bunu işitince duâ edip; "İzzet, ikrâm sâhibi
olan Allah'ım! İmdâdıma yetiş! Eğer oğlumun muhabbeti, beni, senin sevginden
alıkoyacaksa, ya benim, yâhut da onun canını al, diye duâ ettim. Duâm hemen
kabûl oldu. Oğlum kucağımda can verdi." dedi.
Buyurdu ki: "Lokmayı
helâlden temin edebilmek için uğraşmak, geceleri ibâdet edip, gündüzleri oruç
tutmaktan efdaldir. Çünkü her şeyin başı helâl lokmadır."
Kendisi
işçi olarak çalışır, o gün kazandığı ile yiyecek şeyler alıp dostlarına ikrâm
ederdi. Bir defâsında eve geç kaldı. Yol da uzundu. Arkadaşları; "O gecikti.
Bâri biz yiyecek ne varsa onları yiyip uyuyalım, beklemiyelim." dediler. Nitekim
yemeklerini yediler, yatsı namazlarını da kıldıktan sonra yatıp uyudular.
İbrâhim bin Edhem gelince onların uyuduğunu gördü ve bir şey yemeden aç olarak
yattıklarını düşünüp çok üzüldü. "Getirdiğim unu yoğurayım, bir şeyler pişireyim
de uyandıkları zaman yesinler ve yarın oruca niyyet edebilsinler" diye çok
uğraşıp, bir şeyler hazırladı. Arkadaşları uyandıkları vakit, onun kendileri
için ne sıkıntılara katlandığını görünce, ne yaptığını sordular. O olanları
anlattı. Bunun üzerine birbirlerine, "Bakın! O bizim için ne fedâkârlıklara
katlanıyor, bizim hakkımızda ne kadar iyi düşünüyor. Fakat biz onu yemeğe
beklemiyoruz." deyip, Onun kıymetini daha iyi anladılar ve özür dilediler.
Recâ
bin Hayve şöyle anlatıyor: "İbrâhim ile beraber bir gemiye binmiştik. Bir anda
gökyüzü karardı. Çok şiddetli bir fırtına başladı. Kendi kendime; "Vah, vah.
Gemi batacak galiba." dedim. O sırada; "Hiç korkma! İbrâhim bin Edhem sizinle
beraberdir, bir şey olmaz." diyen bir ses duydum. Ondan sonra fırtınanın şiddeti
kesildi, selâmetle yolumuza devam ettik."
Bir
defâsında gemiye binmişti. Abasını üzerine çekip istirahate çekildi. Biraz
gidince fırtına başladı. Herkes korkup, gemi batacak endişesi ile telâşlandılar.
İbrâhim bin Edhem ise, abasının altında istirahatine devâm etti. Gemidekiler
kendisine;"Ne kaygısız kimsesin. Herkes can derdinde. Sen ise rahatça
yatıyorsun. Bu ne haldir?" dediler. O, gâyet sâkin olarak kalktı ve; "Yâ Rabbî!
Bizlere rahmetini göster." diye duâ etti. Bundan sonra fırtına sâkinleşti.
Gemide bulunanlar rahatladılar.
Bir gün
bir sarhoşun yanından geçiyordu. Ağzı bulaşmış, yerde yatar gördü. Su getirip
ağzını yıkadı ve; "Allahü teâlânın isminin anıldığı bir ağzı böyle bulaşmış
berbat halde bırakmak hürmetsizlik olur." buyurdu. Sarhoş kendine gelince
İbrâhim Edhem hazretlerinin yaptığını ve söylediği sözü bildirdiler. O kimse
tövbe etti ve sâlihlerden oldu. Sonra İbrâhim Edhem hazretlerine rüyâsında; "Sen
bizim için onun ağzını yıkadın. Biz de senin kalbini temizledik." buyurdular.
İbrâhim
bin Edhem, sahraya çıkmıştı. Bir kuyudan su çekmek için kovayı sarkıttı. Geri
çektiğinde kovanın gümüşle dolu olduğunu gördü. Hemen geri boşalttı ve tekrar
sarkıttı. Bu çekişinde, altınla dolu olduğunu gördü. Bunu da geri boşaltıp,
kovayı tekrar daldırıp çıkardığında, kovanın mücevherle dolu olduğunu gördü.
Bunun üzerine şöyle niyazda bulundu. "Yâ Rabbî! Bana hazine veriyorsun. Benim
arzum bunlar değildir. Ben abdest almak için su istiyorum. İhsân et" diye
yalvardı. Kovayı tekrar kuyuya daldırıp çıkardığında su ile dolu olduğunu gördü.
Yolda
bir taş gördü. Üzerinde "Çevir ve altını oku!" yazılıydı. Çevirdi; "Eğer
öğrendiğinle âmel etmiyorsan ne diye bilmediğini öğrenmek istiyorsun?" yazısını
okudu ve; "Yâ Rabbî! Seni tanıyan hakkıyla tanıyamamıştır. Şimdi seni bilmeyen
bir kimsenin hâli nasıl olur." dedi ve ağladı.
İbrâhim
bin Edhem hazretleri bir bağda bekçilik yapardı. Bir gün uyuduğunda, ağzında
nergis dalı ile bir yılan gelip, dalı sallayarak ona serinlik yaptı.
Kendisi
anlattı: Bağ sâhibi bir gün gelip bana; "Tatlı nar getir." dedi. Götürdüm. Ekşi
çıktı. Yine; "Tatlı nar getir." dedi. Bir tabak daha götürdüm. Bu sefer de ekşi
çıktı. Bunun üzerine bağ sâhibi, "Sübhanallah! Bunca zamandır burada bekçisin,
narın tatlısını ekşisinden ayırd edemiyorsun!" dedi. Ben de; "Benim vazifem bağı
beklemek, hiç tatmadığım narın tadını nereden bileyim?" diye cevap verdim. Bağ
sâhibi, "Sendeki bu hâle bakınca İbrâhim bin Edhem'sin diyeceğim geliyor." dedi.
Bu sözü işitince tanınmamak için hemen oradan ayrılıp gittim.
Huzeyfe-i Mer'aşî, İbrâhim bin Edhem'e hizmet ederdi.Sebebini sorduklarında
şöyle anlattı: "Mekke'ye giderken çok acıkmıştık. Kûfe'ye gelince, açlıktan
yürüyemez oldum. "Açlıktan kuvvetsiz mi kaldın?" dedi. "Evet!" dedim. Hokka,
kalem, kağıt istedi. Bulup getirdim. "Bismillâhirrahmânirrahim. Herşeyde, her
hâlde sana güvenilen Rabbim! Her şeyi veren sensin. Sana her an hamd ve şükr
eder, Seni bir an unutmam. Aç, susuz ve çıplak kaldım. İlk üçü, benim
vazifemdir. Elbette yaparım. Son üçünü sen söz verdin. Senden bekliyorum."
yazıp, bana verdi ve; "Dışarı git ve Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey umma
ve ilk karşılaştığın adama bu kâğıdı ver." dedi. Dışarı çıktım. İlk olarak, deve
üstünde biri ile karşılaşdım. Kağıdı ona verdim. Okudu, ağlamaya başladı. "Bunu
kim yazdı?" dedi. "Câmide birisi" dedim. Bana bir kese altın verdi. İçinde
altmış dinar vardı. Bunun kim olduğunu sonradan, etraftakilere sordum.
Nasranîdir (yâni hıristiyandır) dediler. İbrâhim bin Edhem'e bunları anlattım.
"Keseye elini sürme. Sâhibi şimdi gelir." buyurdu. Az zaman sonra nasrânî,
İbrâhim bin Edhem'in huzûruna geldi. "Bu yazıyı yazan siz misiniz?" dedi.
"Evet!" cevâbını alınca; "Çok düşündüm, böyle bir yazıyı yazanın Allah'a olan
tevekkülü, ancak hak olan bir dinde olur. Bu parayı verdiğim kimseyi tâkib
ederek huzûrunuza geldim. Bana İslâmiyeti anlatır mısınız?" diyerek, kelime-i
şehadeti söyledi ve müslüman oldu."
Bir
kimse kendisinden nasîhat isteyince: "Bağlı olanı aç, açık olanı kapa."
buyurdu. O kimse;"Bunu anlamadım." deyince; "Kesenin ağzını aç, cömert ol,
açık olan dilini de tut konuşma." diyerek izah buyurdular.
Birisiyle arkadaş oldu. Bu arkadaşlıkları bir müddet devam edip, zaman gelip
ayrılmaları icâb edince, arkadaşı: "Uzun zaman arkadaşlık ettik bir ayıbımı
gördünse söyle bir daha yapmayayım." dedi. İbrâhim bin Edhem cevâbında:
"Kardeşim sende bir ayıp görmedim. Ben sana dâima sevgi gözü ile baktım. Onun
için seni hep iyi buldum. Senden gördüklerim hep iyi şeylerdi. Ayıp arıyorsan
başkalarına sor." buyurdular.
Kendisine; "Sen kimin kulusun?" dediler. Titredi, yere düştü ve kendinden geçip
yerde çırpınmaya başladı. Bir müddet sonra kendine geldi, kalktı ve bir âyet-i
kerîme okudu. "Niçin cevap vermedin?" dediler. İbrâhim bin Edhem; "Korktum, eğer
O'nun kuluyum desem, benden kulluk haklarını ister, değilim desem, bunu da
diyemem." buyurdu.
Vefât
ettiği gün; "Yer yüzünün emânı ölmüştür." diye gizliden bir ses duyuldu. Bunu
herkes işitti. Fakat mânâsını anlayamadılar. Acaba ne olacak diye merak ettiler.
Ne zaman ki İbrâhim binEdhem'in vefât haberi duyuldu, herkes bu sözün İbrâhim
bin Edhem için olduğunu o zaman anladılar.
Buyurdular ki: "Öbür dünyâda terâzide en ağır amel, burada bedene en zor
gelenidir."
"İşittiğime göre, kıyâmet günü insan, daha çok utansın diye tanıdıklarının
yanında hesâba çekilir."
"İlmi,
amel için öğreniniz. Çokları bunda yanıldı. İlimleri dağlar gibi büyüdü,
amelleri ise zerre gibi küçüldü."
"Borcu
olan kimse, borcunu ödemedikçe, yağlı ve sirkeli taam yememelidir."
Her zaman şöyle duâ ederdi:
"Yâ Rabbî! Beni günah alçaklığından, sana tâat ve ibâdet lezzetine ulaştır."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
HİÇ UYUMAZDI
Ramazân-ı şerîfte ekin biçer, aldığı ücreti muhtaç olanlara verirdi. Gece sabaha
kadar ibâdet eder, hiç uyumazdı. "Hiç uyumadan nasıl durabiliyorsunuz?"
diyenlere; "Nasıl uyuyabilirim ki, ağlamaktan bir an kesilemiyorum. Bu halde
gözüme uyku girmesi mümkün müdür?" derdi. Namazını bitirdikten sonra ellerini
yüzüne kapar; "Yaptığım ibâdet doğru ve makbûl olmaz da, eski bir paçavra gibi
yüzüme çarparlar diye çok korkuyorum." buyururdu.
Bir
defasında, ıssız bir yerde, harâbe bir binâda şiddetli soğuk ve ayazın olduğu
bir gece, üç kişi ibadet ediyorlardı. Arkadaşları uyuduktan sonra İbrâhim bin
Edhem kalkıp, sabaha kadar kapıda bekledi. "Niye böyle yaptın?" dediklerinde;
"Arkadaşlarım uyurken bir tehlike meydana gelirse, onu ben karşılayayım.
Arkadaşlarım üzülmesinler diye böyle yaptım." buyurdu. Bir defâsında sefere
çıkmıştı.Azığı bitti; "Benim yüzümden bir kardeşim sıkıntıya, zahmete girmesin."
düşüncesiyle uzun müddet kimseden bir şey istemedi.
GÖNÜL HUZÛRU
İLE İBÂDET
İbrâhim
bin Edhem buyurdu ki: "Bir gece Mescid-i Aksâ'da kalmak istedim. Câmi
vazifelilerinin beni görmemeleri için içeride bulunan hasırların arasına
gizlendim. Görünce içeride kalmama izin vermezlerdi. Gece, geç vakit olunca kapı
açıldı ve içeriye tanımadığım bir zât girdi. Yanında derviş kıyâfetli kırk kişi
daha vardı. O yaşlı zât mihrâba geçti, iki rekat namaz kıldıktan sonra
öbürlerine döndü. İçlerinden biri; "Bu gece, burada tanımadığımız, bizden
olmayan biri var." dedi. Mihrâbda bulunan, tebessüm etti ve"Evet İbrâhim bin
Edhem var, kırk gündür kalb huzûru ile ibâdet yapamamaktadır." dedi. Bunları
duyunca ben açığa çıktım. Mihrâbda bulunana; "Evet doğru söylüyorsunuz. Lütfen
bunun sebebini de bildiriniz." dedim. O zât şöyle anlattı: "Filân zaman Basra'da
hurma satın almıştın. Bu sırada yere bir hurma tanesi düştü. Sen o hurmayı kendi
hakkın zannederek aldığın hurmaların içine koydun. Onu yediğin için kırk gündür
ibâdetlerinden tad alamıyorsun."dedi.
Ertesi
gün hurmayı satın aldığım zâtın yanına gittim. Olanları anlatıp kendisinden
helâllık diledim. O da hakkını helâl etti ve; "Mâdem ki bu iş bu kadar
hassastır. O halde ben şimdiden sonra hurma satmayı bıraktım." dedi. Sonra
dükkânını kapattı. Vakitlerini ibâdetle geçirmeye başladı, nihâyet o da Allahü
teâlânın sevgililerinden oldu.
DAHA NE
İSTERLER
Kendisine şöyle sordular: Allahü teâlâ; "Ey kullarım, benden
isteyiniz, kabûl ederim, veririm." (Mü'min sûresi: 60) buyuruyor. Halbuki
istiyoruz vermiyor? Cevâben buyurdular ki: "Allahü teâlâyı çağırırsınız O'na itâat etmezsiniz.
Kur'ân-ı kerîmi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakk'ın
nîmetlerinden faydalanırsınız. O'na şükretmezsiniz. Cennet'in ibâdet edenler
için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennem'i âsiler için
yarattığını bilirsiniz, ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne
olduklarını görür, ibret almazsınız.Ayıbınıza bakmayıp başkalarının ayıplarını
araştırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerine taş yağmadığına, yere
batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına şükretsinler. Daha ne isterler?
Duâlarının neticesi, yalnız bu olursa yetmez mi."
İŞTE GERÇEK
SULTANLIK
İbrâhim
bin Edhem bir gün deniz kenarında oturmuş, elbisesini dikiyordu. Memleketin
vâlisi yanındakilerle birlikte oradan geçerken İbrâhim bin Edhem hazretlerinin
başında durdu. Vâli onu seyrederken şöyle düşündü: "Bak şu dünün hükümdârına!
Böyle yapmakla eline ne geçti?" İbrâhim bin Edhem vâlinin aklından geçenleri
anlamıştı. Kaldırıp iğnesini denize fırlattı.Sonra; "Balıklar iğnemi getirin."
deyince, bir balık, ağzında İbrâhim Edhem'in denize attığı iğneyi getirdi.
İbrâhim bin Edhem iğneyi balığın ağzından aldıktan sonra vâliye döndü: "Elime bu
iğne geçti!" buyurdu. "Yâni; ben Allahü teâlâdan gayri olanları bırakıp, bütün
varlığımla O'na döndüğüm için, bu balıkları bana hizmetçi etti ve bana bu
kerâmeti verdi!" demek istedi.
NASÎHATLERİN
ÖZÜ
Kendisinden bir zât nasîhat istediğinde buyurdu ki:
Altı
şeyi kabûl edip yaparsan, hiçbir işin sana zarar vermez. Dünyâda ve âhirette
rahat edersin. O altı şey şunlardır:
1.
Günah yapacağın zaman Allahü teâlânın sana verdiği rızkı yeme.
2. O'na
âsî olmak istersen, O'nun mülkünden çık. Mülkünde olup da ona isyân etmek uygun
olur mu?
3. O'na
isyân etmek istersen, gördüğü yerde günah yapma. Görmediği yerde yap. O'nun
mülkünde olup, verdiği rızkı yiyip, gördüğü yerde günah yapmak uygun değildir.
4. Can
alıcı melek, rûhunu almaya geldiği zaman tövbe edinceye kadar izin iste. O
meleği kovamazsın. Şimdi kudretin var, güç kuvvetin yerinde iken tövbe et. Tövbe
edilecek zaman bu zamandır. Zîrâ ölüm çok âni gelir.
5.
Mezarda Münker ve Nekir ismindeki iki melek, suâl için geldiklerinde, onları kov
seni imtihân etmesinler. Soran kimse; "Buna imkân yoktur." dedi. İbrâhim Edhem
buyurdu ki; "Öyle ise şimdiden onlara cevap hazırla."
6.
Kıyâmet günü Allahü teâlâ; "Günâhı olanlar Cehennem'e gitsin." diye emir edince
ben gitmem de. Soran kimse dedi ki: "Bu sözümü dinlemezler." Nasîhatları
dinleyen kimse tövbe etti ve ölünceye kadar tövbesinden vazgeçmedi.
HELAL LOKMA
İbrâhim
bin Edhem hazretleri helal lokma yemeye çok dikkat eder ve herkese tavsiye
buyururlardı. Bir gün kendisine falanca yerde bir genç var. Gece gündüz ibâdet
ediyor, kendinden geçiyor, dediler. Gencin yanına gidip üç gün misâfir kaldı.
Dikkat etti, söylediklerinden daha çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, hâlsiz,
habersiz, gencin ise, böyle uykusuz ve gayretli hâline şaşırıp kaldı. Genci,
şeytan aldatmış mıdır, yoksa hâlis ve doğru mudur anlamak istiyordu. Yediğine
dikkat etti. Lokması helâldan değildi. "Allahü ekber, bu hâlleri hep
şeytandandır." deyip, genci evine dâvet etti. Kendi lokmalarından bir tane
yedirince, gencin hâli değişip, o aşkı, o arzusu, o gayreti kalmadı. Genç,
İbrâhim'e sorup; "Bana ne yaptın?" deyince; "Lokmaların helâlden değildi. Yemek
yerken, şeytan da midene giriyordu. O hâller, şeytandan oluyordu. Helâl yiyince
şeytan giremedi. Asıl, doğru hâlin meydana çıktı." dedi.
KAYNAKLAR
1)
Hilyet'ül-Evliyâ; c.7, s.367, c.8, s.3
2)
Tezkiret-ül-Evliyâ; c.1, s.47
3)
Nefehât-ül-Üns; s.95 (Lâmiî Tercümesi)
4) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1094
5)
Tabakât-üs-Sufiyye; s.27-38
6)
Sıfat-us Safve; c.4, s.134
7)
Vefeyât-ül-A'yân; c.1, s.31
8)
Ravdur-Reyâhîn; s.58, 68, 87, 124,
9)
Nevâdir-ül-Âlem; s.3, 44, 116
10)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.226
11)
Menâkıb-ı İbrâhim bin Edhem
|
|