|
HÂTİM-İ ESAM
Evliyânın büyüklerinden. Adı Hâtim bin Anvân bin Yûsuf el-Esam, künyesi Ebû
Abdurrahmân'dır. Belh'te doğmuştur. Doğum târihi belli değildir. Hâtim-i Esam,
Şakîk-i Belhî'nin talebesi, Ahmed-i Hadraveyh'in hocasıdır. 852 (H.237)
senesinde Belh'in bir nahiyesi olan Mâhcer'de vefât etmiştir.
Kendisine "Esam" (sağır) denilmesinin sebebi şudur: "Birisi onunla konuşurken
kazayla yellendi. Hâtim-i Esam o şahıs utanmasın diye;"Yüksek sesle konuş, ancak
yüksek sesle konuşulanları duyabiliyorum" dedi ve bu hâlini o kişinin ölümüne
kadar kırk yıl sürdürdü. Bu yüzden ona Esam denilmiştir.
Âkıl
bâliğ olduğu andan îtibâren, Şakîk-i Belhî'nin sohbetlerine devâm etti. Onun
talebesi oldu. Şakîk-i Belhî'den İslâm ilimlerini öğrenerek âlim oldu.
Bir gün
Şakîk-i Belhî, Hâtim-i Esam'a sordu: "Ne kadar zamandır buraya geliyor, beni
dinliyorsun?" "Otuz üç sene." "Bu kadar zaman içinde benden ne öğrendin, neler
istifâde ettin?" "Sekiz şey istifâde ettim." dedi. Şakîk, bunu duyunca;
"Yazıklar olsun sana ey Hâtim! Bütün zamânımı sana harcadım, senin ise, sekiz
şeyden fazla istifâden olmamış." diye çok üzüldü. Hâtim; "Ey hocam, doğrusunu
istiyorsan, böyledir. Bundan fazlasını zâten istemem. Bana bu kadar yetişir.
Çünkü, dünyâda ve âhirette felâketlerden kurtulup ebedî saâdete kavuşmanın, bu
sekiz bilgi ile olacağını iyi biliyorum." dedi. Hocası; "Söyle bunları ben de
anlayayım." buyurunca;
Hâtim;
"Ey hocam! Birincisi, insanlara baktım, herkes bir şeyi seçmiş, onu sevmiş
gördüm ve bu sevgilerin çoğu, onlara ölüm yatağına kadar, bâzıları öldüğü vakte
kadar, bâzıları da mezara girinceye kadar, arkadaşlık ediyor ve sonra onları
yalnız ve zavallı olarak bırakıp ayrılıyorlar. Onunla berâber kimse mezara
girmiyor, dert ortağı olmuyor. Bu hâli görünce, düşündüm ve kendime dedim ki,
dünyâda öyle dost seçmeliyim ki, mezara benimle gelsin, bana orada arkadaşlık
etsin. Aradım, taradım, Allahü teâlâya yapılan ibâdetlerden başka, böyle sâdık
bir sevgili bulunmadığını gördüm. Dost olarak onları seçtim ve onlara sarıldım."
dedi.
Şakîk,
bunu duyunca, çok güzel yapmışsın yâ Hâtim, çok doğru söylüyorsun, ikinci
faydayı da söyle, anlıyayım dedi.
Hâtim dedi ki: Ey hocam!
İkinci faydam; insanlara baktım, herkesi, arzûları, keyifleri peşinde koşuyor,
nefsin istekleri arkasında yürüyor gördüm ve şu âyet-i kerîmeyi düşündüm:
"Allahü teâlâdan korkarak nefslerine uymayanlar, elbette Cennet'e
gideceklerdir". Çok düşündüm. Kur'ân-ı kerîmin
baştan başa doğru olduğunu,
bilgilerimle, tecrübelerimle, aklımla, vicdânımla anladım ve tâm inandım.
Nefsimi düşman bilerek, ona aldanmamaya, uymamaya karar verdim ve mücâdeleye
başladım. Nefsimin arzu ve isteklerini yapmadım. Nihâyet teslim olarak,
ibâdetlerden kaçan o nefsin, şimdi Allahü teâlâya itâata koştuğunu, isteklerden
vazgeçtiğini gördüm. Şakîk bunları işitince, Allahü teâlâ sana iyilikler versin,
ne güzel yapmışsın, üçüncü faydayı da söyle dinleyeyim dedi.
Hâtim dedi ki, üçüncü
faydam, insanların hâline baktım, herkes dünyâda bir sıkıntıya girmiş, böylece
dünyâlık toplamağa uğraşıyorlar gördüm, sonra şu âyet-i kerîmeyi düşündüm:
"Dünyâ malından, sarıldığınız, sakladığınız her şey, yanınızda kalmıyacak,
sizden ayrılacaktır. Ancak Allah rızâsı için yaptığınız iyilikler ve ibâdetler
sizinle beraber kalacaktır." Dünyâ için topladıklarımı, Allah yolunda
harcadım, fukarâya dağıttım. Yâni bâkî kalmaları için, Allahü teâlâya ödünç
verdim. Şakîk bu sözleri işitince, ne güzel yapmışsın ve ne güzel söylüyorsun yâ
Hâtim, dördüncü faydayı da söyle dinliyeyim dedi.
Hâtim
dedi ki, dördüncü faydam; insanlara baktım, herkesin başkalarını beğenmediğini
gördüm. Buna sebeb, birbirlerine hased etmeleri, birbirlerinin mevkilerine,
mallarına ve ilimlerine
göz dikmeleri olduğunu anladım ve şu âyet-i kerîmeye dikkat ettim: "Dünyâdaki
maddî, mânevî bütün rızıklarını aralarında taksim ettik." Herkesin ilim,
mal, rütbe, evlâd gibi rızıklarının, dünyâ yaratılmadan evvel, ezelde taksim
edildiğini, kimsenin elinde bir şey olmadığını ve
çalışmağı, sebeblere yapışmayı emrettiğinden, O'na itâat etmiş olmak için,
çalışmak lâzım geldiğini ve hased etmenin büyük zararlarından başka, zâten
lüzumsuz olduğunu anladım ve Allahü teâlânın ezelde yaptığı taksime ve çalışınca
Rabbimin gönderdiğine râzı oldum. Bütün müslümanlarla sulh üzere olup herkesi
sevdim ve sevildim. Şakîk bunları işitince, ne iyi yapmışsın ve ne iyi
söylüyorsun; beşinci faydayı da söyle dinliyeyim yâ Hâtim! dedi.
Hâtim
dedi ki: Beşinci faydam; insanlara baktım, birçoklarının insanlık şerefini,
kıymetini, âmir, müdür olmakta, insanların kendilerine muhtâc olduklarını ve
karşılarında eğildiklerini görmekte zannettiklerini ve bununla iftihâr
ettiklerini, öğündüklerini gördüm. Bâzıları da, kıymet ve şeref, çok mal ve
evlâd ile olur sanarak, bunlarla iftihâr ediyorlar. Bir kısmı da insanlık
şerefi, malı, parayı, insanların hoşuna gidecek, herkesi eğlendirecek yerlere
sarfetmektir sanarak, Allahü teâlânın emrettiği yerlere ve emrettiği şekilde
harc edemiyorlar ve bununla öğünüyorlar gördüm ve şu âyet-i kerîmeyi düşündüm:
"En şerefliniz ve en kıymetliniz, Allahü teâlâdan çok korkanınızdır."
İnsanların yanıldıklarını, aldandıklarını anladım ve takvâya sarıldım. Rabbimin affına ve
ihsânlarına kavuşmak için, O'ndan korkarak dînin dışına çıkmadım, haramlardan
kaçtım. Şakîk bunları işitince, ne güzel söylüyorsun yâ Hâtim, altıncı faydanı
da söyle dedi.
Hâtim dedi ki, altıncı
faydam; insanlara baktım, birbirlerinin mallarına, mevkilerine ve ilimlerine göz
dikerek, fırka fırka, parti parti ayrılarak, birbirlerine düşmanlık ettiklerini
gördüm ve şu âyet-i kerîmeyi düşündüm:
"Sizin düşmanınız şeytandır. Yâni sizi, Allah yolundan, müslümanlıktan
ayırmak için uğraşanlardır. Bunları düşman biliniz!" Kur'ân-ı kerîmin doğru
söylediğini bildim. Şeytanı ve onun gibi müslümanlarla uğraşanları düşman bilip,
sözlerine aldanmadım, onlara uymadım. Onların tapındıklarına tapmadım. Allahü
teâlânın emirlerine itâat ettim. Ehl-i sünnet âlimlerinin gösterdiği yoldan
ayrılmadım. Kurtuluş yolunun, doğru yolun, yalnız Ehl-i sünnet yolu olduğuna
inandım. Nitekim, Allahü teâlâ meâlen; "Ey Âdemoğulları! Şeytana tapmayınız.
O sizin en belli düşmanınızdır, diye sizden söz almadım mı idi, bana itâat,
ibâdet ediniz! Kurtuluş yolu, ancak budur." buyuruyor. Onun için
müslümanları aldatmağa uğraşanları dinlemedim. Muhammed aleyhisselâmın yolunu gösteren Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından
ayrılmadım deyince, Şakîk; ne güzel yapmışsın ve ne güzel söylüyorsun, yedinci
faydayı da söyle dedi.
Hâtim dedi ki, yedinci
faydam; insanlara baktım, gördüm ki, herkes yiyip içmek, para kazanmak için
uğraşıyor. Bu yüzden harâm ve şüpheli şeyleri de alıyorlar ve zillete,
hakâretlere katlanıyorlar. Şu âyet-i kerîmeyi düşündüm:
"Allahü teâlâ tarafından rızkı gönderilmeyen yeryüzünde bir canlı yoktur."
Kur'ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğunu ve elbette doğru olduğunu ve o canlılardan biri olduğumu
bildim. Rızkımı göndereceğine söz verdiğine, elbette göndereceğine güvenerek,
O'nun emrettiği gibi çalıştım deyince, Şakîk, ne iyi yapmışsın ve ne iyi
söylüyorsun, sekizinci faydayı da söyle! dedi.
Hâtim, dedi ki, sekizinci
faydam; insanlara baktım, herkesin, bir kimseye veya bir şeye güvendiğini,
sırtını ona dayadığını gördüm. Bâzıları altınlarına, mal ve mülküne, bâzıları
sanatına ve kazancına, bâzıları mevki ve rütbelerine, bâzıları da kendi gibi bir
insana güveniyor. Sonra şu âyet-i kerîmeyi düşündüm:
"Allahü teâlâ, yalnız kendisine güvenenlerin her zaman imdâdına yetişir."
Her zaman ve her işimde yalnız Allahü teâlâya güvendim. O emrettiği için çalıştım, sebeplere
yapıştım. Fakat yalnız O'na güvendim. O'ndan istedim ve O'ndan bekledim.
Şakîk
bu sözleri işitince, yâ Hâtim, Allahü teâlâ, her işinde imdâdına yetişsin!
hazret-i Mûsâ'nın Tevrât'ına, hazret-i Îsâ'nın İnciline, hazret-i Dâvûd'un
Zebûr'una ve hazret-i Muhammed aleyhisselâmın Kur'ân-ı kerîmine baktım. Bu dört
kitabın bu sekiz temel üzerinde bulunduğunu gördüm. Bu sekiz esâsı ezberleyip
bunlara uyanlar, hayatlarını bunların üzerine kuranlar, bu dört kitaba uymuş,
emirlerini yapmış olurlar dedi.
Birgün
Belh'deki meclisinde; "Yâ Rabbî! Bu meclistekilerden bugün kim günah işlemiş,
kimin defteri siyah olmuş, kim günaha cesâret etmiş ise onu bağışla" dedi. Orada
mezar açıp, devamlı kefenleri soyan birisi vardı. Gece olunca, eskisi gibi
kabristana gitti. Bir mezarı açarken mezarın içinden, "Utanmaz mısın ki, Esam'ın
huzûrunda bağışlandın ve şimdi aynı günahı işlersin." sesini duydu. Kalktı ve
Hâtim'in huzûruna geldi. Başından geçenleri anlattı ve tövbe etti.
Muhammed Râzî anlatır: "Senelerce Hâtim-i Esam'ın hizmetinde bulundum. Sâdece
bir kere hâriç, hiç kızdığını görmedim. O da, pazardan geçerken bir bakkal
talebesini yakalamış; "Malımı alıp yedin, parasını ver." diyordu. Hâtim bunu
görünce; "Ey Efendi! Biraz yardımcı ol, borcunu ödemesi için biraz mühlet tanı."
dedi. Fakat bakkal "Olmaz" diye dayattı. Bunun üzerine çok üzülen Hâtim-i Esam,
yanında taşıdığı havlusunu yere vurdu. Bir anda pazarın ortası altınla doldu.
Hâtim-i Esam, bakkala; "Alacağın ne kadarsa onu al, fazlasını alma, sonra elin
kurur." dedi. Bakkal alacağını aldı. Fakat para hırsından biraz daha almaya
kalkınca eli kurudu ve çolak oldu.
Birisi
Hâtim-i Esam'a; "Nasıl namaz kılarsın?" diye sordu. O da şöyle buyurdu:
"Namaz
vakti gelince temiz bir kalb ile niyet ederek abdest alırım. Abdest uzuvlarımı
yıkar, kalben de tövbe ederim. Sonra câmiye giderim. Mescid-i Harâm'ı gözümün
önüne getirir, Makâm-ı İbrâhim'i iki kaş arasında tutar, Cennet'i sağımda,
Cehennem'i solumda, Sıratı ayaklarımın altında, can alıcı meleği arkamda
düşünür, kalbimi Allahü teâlâya ısmarlar, sonra tâzimle Allahü ekber der,
hürmetle kıyam, heybetle kırâat, tevâzuyla rükû, tazarrû ile (kendini
alçaltarak) secde, hilm ile cülûs (tehiyyattaki oturuş), şükürle selâmı yerine
getiririm. Benim namazım böyledir."
Hâtim-i
Esâm israf konusunda çok titiz idi. Bir âlimin çok israf ettiğini duydu. Onun
evine giderek; "Ben Acemli bir kimseyim, bana dînimi öğret." dedi. "Önce ne
öğrenmek istiyorsun?" diye sorunca, Hâtim-i Esâm; "Bana abdest almayı öğret."
dedi. O zât bütün uzuvlarını sırayla ve üç defa yıkadı. Abdesti tamamlayınca
Hâtim-i Esam; "Ben senin huzûrunda bir abdest alayım da, benim yanlışlarımı
düzelt." dedi. Hâtim-i Esam abdest alırken kollarına gelince dörder defâ yıkadı.
Bunun üzerine o zât; "Suyu israf ettin." deyince, Hâtim-i Esam "Ben nerede israf
ettim?" dedi. O zât da; "Kolunu üç kere yıkayacağın yerde dört defâ yıkadın."
dedi. Hâtim-i Esam da; "Ben bir avuç suyu israf ettim. Sen ise çok ve güzel
şeyleri israf ediyorsun." dedi. O zât anladı ki Hâtim-i Esam dînî bilgi
öğrenmeye değil, ders vermeye gelmiş. Evine girdi ve kırk gün kimsenin yüzüne
bakmadı.
Nükteli
ve hikmetli sözler söyleyen Allah dostu Hâtim-i Esam buyurdu ki:
"Dünyâ
için üzülmen kötü, âhiret için üzülmen iyidir."
"Tövbe;
gafletten uyanmak, günahı hatırlamak, Allahü teâlânın lütfunu, hükmünü
zikretmektir."
"Tövbekâr dört şeyi yapar: Lisânını gıybetten, yalandan, hasedden, boş sözden
korur. Kötü arkadaşlardan ayrılır. Günahını hatırladığı zaman, Allahü teâlâdan
hayâ eder. Ölüme hazırlanır. Böyle olup da Allah'ın rızâsı dışında iş yapmayan
kimseyi, Allahü teâlâ sever. Şeytandan korur ve Cehennem'den emin kılar."
"Her
söz için doğruluk, her doğruluk için iş, her iş için de sabır gerekir."
Hâtim-i
Esam hazretlerine; "Bizden bir kimse nasıl ve ne zaman dünyâya ibret gözü ile
bakanlardan olabiliriz?" diye sorduklarında; "Dünyâda her şeyin sonunun harap,
herkesin gideceği yerin de toprak olduğunu gördüğümüz zaman! Bir kimsenin
evinden veya yakınından bir cenâze çıkar da o kimse bundan ibret almazsa, ona ne
ilmin, ne hikmetin, ne de vâz ve nasîhatın bir faydası olur."
"Ey
kul! Allahü teâlâya isyân ettikleri için insanlara buğzettiğin halde, kendin
Allahü teâlâya isyân edince, kendi nefsine buğzetmeyişin sende insâfın
olmayışındandır."
Bir
kimse Hâtim-i Esam hazretlerinden nasîhat istedi. Bu kimseye nasîhat olarak
şöyle buyurdu: "Eğer dost istersen Allahü teâlâ kâfi, yol arkadaşı istersen
Kirâmen kâtibîn melekleri yeter. Eğer arkadaş istersen, Kur'ân-ı kerîm yeter.
Eğer iş istersen, Allahü teâlâya ibâdet etmek yeter. Eğer vâz, nasîhat istersen,
ölüm yeter. Eğer bu söylediklerimi kabullenmemiş isen sana Cehennem yeter."
buyurdu.
"Dilinle doğru söylemeye ve gözünle (haramdan sakınıp, âleme) ibret nazarı ile
bakmaya dikkat et! Allahü teâlâya sığınarak kendine sâhib ol."
Bir
zâta Hâtim-i Esam; "Nasılsınız." dedi. O da; "Selâmet ve âfiyetteyim." deyince,
buyurdu ki: "Selâmet ancak Sırat köprüsünü geçtikten sonra olur. Âfiyet ise
Cennet'te bulunmandır."
"Eğer
sizde şu üç şey varsa ne âlâ! Şâyet bu üç şey sizde yoksa, hâliniz harap,
çâresiz Cehennem'de yanarsınız. Birincisi, elinizden kaçmış olan geçmiş
günlerinizin hasreti içinde olmayınız. Çünkü geçmiş günlerinizde yapmış
olduğunuz ibâdetlere ne ilâvede bulunabilirsiniz, ne de günahlar için bir bahâne
ve mâzeret bulabilirsiniz. Şâyet bugün geçmiş günleriniz için mâzeret aramakla
meşgûl olursanız bugünün hakkını ne zaman ödeyeceksiniz. Bugün dünü düşünmek
dünü zâyi etmek olmaz mı? İkincisi; bu günü ganîmet bilip çalışmak mümkün olduğu
kadar tâat ve ibâdet yapmak, haksızlık yapılmış olan hasımları hoşnut etmek.
Üçüncüsü; acabâ yarın kurtulacak mıyım yoksa mahv mı olacağım diye korkup
endişelenmek."
"Şu üç
halde iken seni ölümün yakalamasından sakın! Kibir, hırs ve böbürlenme halleri.
Çünkü Allahü teâlâ kibirlenen kimseye en miskin kimseden gelen bir zillete
düşürmeden, gururlanan kimseyi aç ve susuz bırakmadan, yemek istediği bir şeyin
boğazından geçmesine mâni olmadan, hırslı kimseyi de idrâr ve necâsetin içinde
bırakmadan bu dünyâdan ayırmaz."
"Beş
türlü kalp vardır. Kalp vardır ölüdür, kalp vardır hastadır, kalp vardır
gâfildir, kalp vardır mühürlüdür, kalp vardır sapasağlamdır. Kâfirin kalbi
ölüdür. Günahkârın kalbi hastadır. Nasîbsiz kimsenin kalbi gâfildir. Kalbimizde
perde vardır diyerek fenâ iş yapanın kalbi de mühürlüdür. Allahü teâlâdan korkup
dâimâ ibâdette bulunan kimsenin kalbi de sağlam olan kalptir."
"İnsanlara ilim öğretip, insanlar ondan öğrendikleri ilim ile amel ettikleri
halde kendisi amel etmeyen kimse, kıyâmet günü pişmanlığı en çok olan kimsedir."
"Dört
şey olmadan, dört şeyi iddiâ eden yalancıdır. 1) Allahü teâlânın haram kıldığı
şeylerden sakınmadan, Allahü teâlâyı sevdiğini iddiâ eden, 2) Fakirleri
yoksulları aşağı görerek, Resûlullah efendimizi sevdiğini iddiâ eden, 3) Elinden
geldiği halde fakirlere sadaka vermeyerek, Cennet'i sevdiğini iddiâ eden, 4)
Günahlardan sakınmadığı halde, Cehennem ateşinden korktuğunu iddiâ eden yalan
söylemiştir."
Cimri
birinin hastalandığı zaman sadaka dağıttığını görünce; "Allah'ım bu kulunun
hastalığını devâm ettir. Çünkü bunun böyle sadaka dağıtması, kendi günahları
için keffâret, fakirler için de daha faydalı olmaktadır." diye duâ etti.
"Şu üç
halde kendine dikkat etmeyi vazîfe bil: Bir iş yaptığında Allahü teâlânın seni
gördüğünü aklından çıkarma. Bir şey söylediğin zaman, Allahü teâlânın duyduğunu
hiç unutma. Sükût ettiğin zaman da Allahü teâlânın senin halini ve nasıl sükût
ettiğini bildiğini dâimâ hatırında tut."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
GÜZEL KILINAN
NAMAZ
Rebâh
bin el-Hirevî şöyle anlatır: Îsâ bin Yûsuf, bir mecliste konuşan Hâtim-i Esam'a
uğradı ve şöyle sordu: "Ey Hâtim! Sen namazını güzel kılıyor musun?" Hâtim,
"Evet" dedi. O; "Nasıl kılıyorsun?" diye sordu. Hâtim şöyle buyurdu: "Emre
uyuyorum, korku ile yürüyorum, niyetle giriyorum, büyük bilip tekbir alıyorum,
tertil ve tefekkürle okuyorum, huşû ile rükû ediyorum, tevâzu ile secde
ediyorum, tam teşehhüd içinde oturuyorum, sünnete göre selâm veriyorum ve selâmı
Allah'a hâs kılarak veriyorum. Namazımın kabûl olunmayacağından korkarak,
korkuyla nefsime dönüyorum. Ölene kadar onu muhâfaza ediciyim." Bunun üzerine
Îsâ bin Yûsuf; "Sen namazını güzel kılıyorsun." buyurdu.
ÜÇ ŞARTIM VAR
Şöyle
naklederler: "Birisi bir gün Hâtim-i Esam'ı evine dâvet etmişti. Fakat kabûl
etmedi. Isrâr edince ona: "Gelirim ama üç şartım var. Nereye istersem oraya
otururum. İstediğimi yerim. Ne dersem onu yapacaksınız." dedi. Adam kabûl etti.
Hâtim-i Esamdâvet edenin evine gitti ve ayakkabıların konulduğu yere oturdu.
Senin yerin orası değil dediklerinde, "Ben önceden şart koştum." dedi. Sofra
gelince, yanında getirdiği ekmeği çıkarıp yedi. Efendim buradan yiyin
dediklerinde; "Ben ne istersem onu yerim diye şart koşmuştum." dedi. Sofra
kalktıktan sonra hizmetçiye; "Demir tavayı ateşte kızdır getir." dedi. Hizmetçi
söyleneni yaptı. Hâtim-i Esam demir tavanın içine ayağını koydu ve; "Somun
yedim." dedi. Sonra oradakilere;"Yarın kıyâmet günü yaptığınız her işten ve
yediğiniz her şeyden Allahü teâlânın sizden hesap soracağına inanıyor musunuz?"
diye sorunca, oradakiler "Evet." dediler. "Diyelim ki, burası Arasat meydanı,
her biriniz sırayla gelip şu tavaya ayağınızı koyarak, burada yediklerinizin
hesâbını veriniz." dedi. Bunun üzerine oradakiler; "Buna gücümüz yetmez."
dediler. "Yarın kıyâmet günü Allahü teâlâya nasıl cevap
vereceksiniz. Arasat meydanının kızgın
zemini üzerinde nasıl duracaksınız? Halbuki Allahü teâlâ meâlen; "Her nîmetin
şükründen muhakkak sorulacaksınız." (Tekâsür sûresi: 8)
buyurmaktadır." dedi. Bunun üzerine orada bulunanların hepsi ağlamaya
başladılar."
KAYNAKLAR
1)
Tabakât-üs-Sûfiyye; s.91
2)
Hilyet-ül-Evliyâ; c.8, s.73
3)
Nefehât-ül-Üns; s.108, 116
4) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1084
5)
Sıfât-üs-Safve; c.4, s.134
6) Hak
Sözün Vesîkaları (2.baskı); s.332
7)
Tezkiret-ül-Evliyâ; c.1, s.221
8)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.185
|
|