CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

HÂCE MEVDÛD ÇEŞTÎ

Evliyânın büyüklerinden. Çeşt'de dünyâya geldi.Doğum târihi belli değildir. Babası Ebû Yusuf Çeştî zamanının en büyük evliyâsından olup, Kutbuddîn, Şems-i Sûfiyân, Çerâg-ı Çeştiyân, Yegâne-iRüzgâr, Mahbûb-i Perverdigâr, Sâhib-ül-Esrâr ve Mahzen-ül-Envâr gibi lakapları vardı. Mevdûd Çeştî, daha yedi yaşındayken Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. On altı yaşında zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsil etti. Yirmi dört yaşında babasını kaybetti. Babasının vefâtından sonra onun yerine geçerek talebe yetiştirmeye başladı.

Mevdûd Çeştî hazretleri, babası Ebû Yûsuf, Ahmed-i Nâmıkî ve Necmüddîn Ömer'den ilim öğrendi. Ayrıca ilim tahsil etmek için; Kudüs, Buhârâ, Belh ve daha birçok yere gitti. İlm-i zâhir ve ilm-i batında yetişmiş bir âlim ve büyük bir velîydi. Binlerce talebe yetiştiren Mevdûd Çeştî'nin; Oğlu Hâce Ebû Ahmed, Hacı Şerîf Zendenî, Şeyh Şencan, Ebû Nâsır, Şekîbân Zâhid Hüseyin Tibetî, Ahmed Bedrûn, Serpûş Azerbaycânî, Osman Rûmî, Ebü'l-Hasan Bânî önde gelen talebeleriydi.

Talebelerinden birisi, nerede olursa olsun bir güçlükle karşılaşıp Mevdûd Çeştî hazretlerinden yardım isteyince, onun mânevî yardımları ile müşkilleri çözülürdü.Vefâtından sonra kabrine gidip inanarak duâ edenin ne dileği varsa ekseriya yerine gelirdi.

Mevdûd Çeştî, babasının sağlığında mektebe gidiyordu. Henüz daha çocuk yaştaydı. Bir bahar günü halk, şiddetle gürleyip akan bir seli uzaktan seyrediyordu. Gürleyerek akan bu şiddetli sel, taşları kaldırıp sürüklüyordu. Selin şiddetinden hiç kimse karşıya geçemiyor, kendinde karşıya geçecek gücü de bulamıyordu. Mevdûd Çeştî ortaya çıkıp; "Ben bu selden geçerim." dedi. Orada bulunanlar şaşırdılar. Mevdûd Çeştî şiddetle kükreyip akan suya birden daldı. Bir ânda şimşek gibi karşıya geçti. Sonra tekrar sel üzerinde yürüyerek geri döndü. Bu hâlini ve kerâmetini görenler, onun mübârek ve büyük bir insan olduğunu anladılar.

Mevdûd Çeştî hazretleri daha mektep çağlarındaydı. O sırada bulunduğu beldede bir kıtlık oldu. İnsanlar huzuruna toplanarak, gelip Mevdûd Çeştî'den yardım istediler. Mevdûd Çeştî elini yere koydu. O ânda, elini koyduğu yerden meyveler, çeşit çeşit şekerler ve bitkiler çıkıyordu. Orada bulunanlar toplamakla bitiremiyorlardı. Hâce Mevdûd, elini fitne korkusuyla yerden çekti. Bu haber muhterem babalarına ulaşınca, onu huzûruna çağırdı. Kendisini böyle hâllerden şiddetle men etti ve; "Bizim hocalarımız kerâmetlerini göstermekten çok utanırlardı. Sana ne oluyor ki, kerâmet gösteriyor, açığa vuruyorsun. O büyüklere muhâlif olmaktan korkmuyor musun? Onlar yardım etmezse, kıyâmette huzûr-i ilâhîde ne cevap vereceksin?" buyurdu. Çocuk yaşta olmasına rağmen Hâce Mevdûd'un bu kerâmeti her tarafa yayıldı ve Kutb-ül-Aktâb olarak anıldı.

Hâce Mevdûd Çeştî, pederi vefât ettiğinde yirmi dört yaşındaydı. Pederinin yerine geçerek, talebe yetiştirmeye başladı. Babasının talebeleri, onu hoca kabûl ettiler. Hâce Mevdûd'un babasının vefât haberi, Şeyh-ül-İslâm Ahmed-i Nâmıkî Câmî'ye ulaşınca, Ahmed-i Nâmıkî: "Hâce Mevdûd, büyüklerin yetiştiği bir âiledendir ve daha çok gençtir. Bunun için, onun yanına gidip onun yetişmesini, terbiyesini tamamlıyayım. Onun vilâyetinde bir payım bulunsun. Eğer böyle yapmazsam, onun mübârek âilesine karşı vazifemi yapmamış ve onlara ihânet etmiş olurum." buyurdu.

Ahmed-i Nâmıkî Câmî, yanında talebelerinden kalabalık bir grup ile Câm'dan Çeşt'e doğru yola çıktı. Herat'a vardığında bâzı münâfıklar, HâceMevdûd'a gittiler ve "Şeyh-ül-İslâm Ahmed-i Nâmıkî Câmî babanızın vefâtını işitmiş. Sizin için ise, o daha çok gençtir, gidip onun vilâyetine müdâhale edeyim demektedir." dediler. Münâfıkların bu sözleri üzerine, Hâce Mevdûd bir müddet murâkabe etti.Sonra başını kaldırarak onlara: "Sizin söylediklerinizin hepsi yanlıştır ve işitilmemiş şeylerdir. Ahmed-i Nâmıkî Câmî, muhabbet ve ihlâsla bizi kuvvetlendirmeye geliyor." buyurdu. Bu sırada Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretlerinin yakına geldiğini haber verdiler. Bunun üzerine Hâce Mevdûd Çeştî onu karşılamaya çıktı. Orada bulunan ard niyetli münâfıklar:

"Şâyet Şeyh onu ister istemez karşılayacak ise, çok kalabalık bir grup ile karşılamamalıdır." dediler. Hâce Mevdûd, bu sözlere hiç îtibâr etmedi. Dört bin talebesi ile yola çıktı. Yolda Herat'a kadar kiminle karşılaştı ise, hepsi ona talebe oldu. O kadar kalabalık görülmemişti.

Her iki büyük âlim Tunük Nehrinin kenarında durdular. Ahmed-i Nâmıkî Câmî bir arslan üzerinde duruyordu. Hâce Mevdûd Çeştî ise, nehir kenarındaki duvarın üstündeydi. Hâce Mevdûd; "Siz uzak yerden geldiniz. Bizim, sizin yanınıza gelmemiz uygundur." dedi. Besmele çekerek havada uçtu ve Ahmed-i Nâmıkî Câmî'nin yanına geldi.Ahmed-i Nâmıkî Câmî dostlarına, "Hâce Mevdûd hakkında korktuğumuza uğramadık. Hâce Mevdûd, veliyyi kâmillerdendir. Onu görmekle şereflendik." dedi. Sonra Hâce Mevdûd ile berâber oturdular ve uzun uzun konuştular. Hâce Mevdûd ona, "Garibhânemizi şereflendirirseniz bizi memnun edersiniz." dedi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî; "Bizim maksadımız sizinle görüşmek idi. Bu da elhamdülillah en güzel şekilde hâsıl oldu." dedi.

Hâce Mevdûd ile Ahmed-i Nâmıkî Câmî bir müddet daha sohbet ettikten sonra, Hâce Mevdûd'un talebelerinden AliHakîm isimli bir zâtın evine gittiler. Orada üç gün sohbet ve Allahü teâlâyı zikr ettiler.

Bir gün bu iki zât, Allahü teâlâyı zikr ederek kendilerinden geçmiş bir hâldeyken, ellerinde hançer bulunan iki münâfık içeri girdi. Maksadları her ikisini öldürmekti. O sırada Hâce Mevdûd'un nazarları onlara isâbet etti.Onlar derhal düşüp bayıldılar. Bir müddet sonra ayılınca, Ahmed-i Nâmıkî Câmî: "YâHâceMevdûd! Bu ne hâldir? Bunlar kimlerdir?" diye sorunca, Hâce Mevdûd olanları ona anlattı. Bunun üzerine Ahmed-i Nâmıkî Câmî; "Ben onları affettim. Fakat kurtulmaları için senin de affetmen lâzımdır." buyurdu. Bunun üzerine HâceMevdûd; "Ben de affettim." dedi. Bu sözden sonra adamların titremeleri geçti ve tövbe edip sâlih talebelerden oldular.

Ahmed-i Nâmıkî Câmî, Hâce Mevdûd'a ilim tahsilini kuvvetle tavsiye ettikten sonra: "İlimsiz evliyâlık bir hiçtir. Her ne kadar mârifet ilimlerini kemâl derecesinde biliyorsan da, zâhir ve bâtının bir olması için, ilm-i zâhirde de kemâl derecesinde olman lâzımdır." dedi.

Hâce Mevdûd bu nasîhata göre hareket etti. Sonra Mevdûd Çeştî oradan ayrılıp Çeşt'teki evine dönerken, yolun kenarından bir şahsın, "Yâ Mevdûd! Yâ Mevdûd!" diye bağırdığını duydu. O şahsın yanına giderek hâlini ve neden böyle seslendiğini sordu. O kişi de uzun zamandan beri gözlerim görmüyor. İyileşmem için Allahü teâlâya duâ ediyorum. Hafiften bir ses duydum. "Mevdûd Çeştî bizim sevgili kulumuzdur. Onu vesîle ederek duâ etmen gerekir. Onun buraya gelmesiyle gözlerin açılacaktır." diye bir nidâ geldi, dedi. Onun bu sözlerinden sonra Mevdûd Çeştî, elini o kişinin gözlerine sürdü. O kişinin gözleri derhal açıldı. Aynı sene zâhirî ilimlere devâm etmek için Belh'e gitti.

Hâce Mevdûd, Belh'e geldiğinde, herkes onu karşılamaya çıktı. Ona hürmette ve tâzimde çok ileri gittiler. Sohbetleri ile bereketlendiler. İşleri güçleri hased olan bâzı kimseler, kıskanıp onu imtihan etmek, zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki derecesini anlamak istediler. Aralarından dört yüz kişi topladılar. Bir Cumâ günü Belh Câmiinde namazdan sonra, Mevdûd Çeştî'ye bu dört yüz kişiden her biri, zâhir ilimlerin en zor meselelerinden çeşitli sorular sordular. Hâce Mevdûd herbirine öyle cevaplar verdi ki, hiçbirinin konuşacak hâli kalmadı. Bunun üzerine onlar, "Siz bu kadar ilim sâhibi olduğunuz hâlde kasîde dinliyorsunuz?" diye sordular. O da, "Bizim hocalarımız, zâhirî ve bâtınî ilimlerin hepsini kendilerinde toplamışlardı. Onlar dîne muhâlif hiçbir şey yapmadılar ve yapmazlar. Kasîdeyi onlar da dinlediler. Sonra Evliyânın büyüklerinden İbrâhim binEdhem de kasîde dinler ve böyle yapanlara da mâni olmazdı. İbrâhim bin Edhem, müctehid, mürşid-i kâmildi. Aynı zamanda sizin imâmınızdır. Size ne oluyor ki, kasîde dinlemeye karşı çıkıyorsunuz?" buyurdu.

Bunun üzerine oradaki âlimler, "İbrâhim bin Edhem, aynı zamanda havada uçardı.Eğer siz de havada uçarsanız, ona tâbi olduğuna, uyduğuna inanacağız." dediler. Daha sözlerini bitirmeden, Hâce Mevdûd duvarın üzerine sıçrayarak uçmaya başladı ve gözden kayboldu. Bir müddet sonra geri geldi. Orada bulunanlar; "Bu yaptığını Cûkî denilen Hind Brehmenleri de yapıyor. Senin bu yaptığının Rahmânî mi, şeytânî mi olduğunu nasıl anlarız?" diye sordular. Sonra; "Eğer şu mescidin kenarındaki taş senin isteğinle gelir, sana şâhidlik ederse kabûl ederiz." dediler. Bunun üzerine Hâce Mevdûd, Allahü teâlâya duâ ederek taşa işâret etti. Taş yuvarlana yuvarlana yaklaştı ve taştan şöyle bir ses işitildi: "Ey müslümanlar! Hâce Mevdûd, vilâyet ve kerâmet sâhibidir. Onun fiilleri dîne uygundur. Onun hâllerinin hepsi Rahmânî'dir." Bu taş, üç defâ aynı sözleri tekrâr edince, orada bulunanların hepsi Hâce Mevdûd Çeştî'nin büyüklüğünü anladılar ve tövbe ettiler.

Hâce Mevdûd, Belh'den talebeleriyle Buhârâ'ya doğru yola çıktı. Bir nehir kenarına geldiler. Bu nehirde bir kayık çalışıyor, yolcuları ücretle karşıya geçiriyordu. Hâce Mevdûd ve talebelerinin yanında hiç para yoktu. Kayık sâhibi onlara, "Para almadan sizi karşıya geçirmem." dedi. Bunun üzerine kayık ile geçilmeyeceğini anlayan Hâce Mevdûd, Besmele çekerek nehre yürüdü ve talebelerinin de kendisini tâkib etmelerini istedi. Onlar da Hâce Mevdûd'un peşini tâkib ettiler. Göz açıp kapayıncaya kadar selâmetle karşı kıyıya geçtiler. Bunu gören kayık sâhibi pişman olup, özür diledi ve talebelerinden oldu.

Buhârâ'ya varan Hâce Mevdûd, orada ilim tahsili ile meşgûl olmaya devâm etti. Daha çok Necmeddîn Ömer'in derslerine devâm etti. Ondan fıkıh ilmini öğrendi. Necmeddîn Ömer de ona şefkat ve merhamet gösterdi. Bu dersleri dinlemeye binlerce cin de gelirdi. Bu esnâda cinlerle aralarında dostluk peydâ oldu. Cinler, Hâce Mevdûd soyundan gelenlere bu dostlukdan dolayı kötülük yapmamaktadır."

Mevdûd Çeştî, ölüm döşeğinde hastalığı iyice artınca, sık sık yatağından başını kaldırıp kapıya bakıyordu. O esnâda nûrânî yüzlü, temiz elbiseli bir zât içeriye girdi. Selâm vererek, üzerinde birkaç satır yeşil yazı bulunan bir ipek parçasını Mevdûd Çeştî'ye verdi. O da yazıya biraz baktıktan sonra, onu gözlerinin üzerine koyarak 1133 (H. 527) senesinde Çeşt şehrinde 97 yaşındayken vefât etti.

Cenâzesi yıkanıp, kefenlenip, musalla taşına kondu. Tam cenâze namazı kılınacağı zaman, müthiş bir ses duyuldu. Sesi duyanların büyük bir kısmı oradan kaçtı. Bunun üzerine, birçok velînin ruhları ve binlerce cinnî onun namazını kıldılar. Bunlar her ne kadar görülmüyorsa da duâ ve sesleri orada bulunanlar tarafından duyuldu. Daha sonra talebeleri ile halk, cenâze namazını kıldı. Namazdan sonra tâbut, Allahü teâlânın izni ile kendi kendine hareket ederek kabre kadar gitti. Bu kerâmeti gören binlerce gayr-i müslimden birçoğu müslüman olmakla şereflendiler.

Mevdûd Çeştî, Minhâc-ül-Ârifîn ve Hülâsa-i Şerîat isimli iki eser yazmıştır.

 

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

BÜYÜK KÜÇÜĞE SELÂM VERİR

Mevdûd Çeştî, herkese tevâzu ve hürmet gösterirdi. Büyük küçük herkes istifâde etmek için onu ziyâret ederdi. O da gelenlerle, büyük, küçük, hizmetçi demeden ilgilenir, dertlerini dinlerdi. Huzûruna gelenlere önce selâm verir, ayağa kalkardı. Kendisine: "Yâ Hâce! Büyük ve küçükten ilk defâ selâm verecek kimdir?" diye suâl edildi. Buyurdu ki: "Büyük, küçüğe selâm verir. Allahü teâlâ da, Peygamber efendimize mîrâcda önce selâm verdi ve "Es-selâmü aleyke eyyühennebiyyü" buyurdu. Peygamber efendimiz de, karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verirdi. Peygamber efendimiz böyle yaparken, biz, nasıl olur da O'na muhâlefet ederiz. Sonra Resûlullah'a uymak, bize farz-ı ayndır."

 

KAYNAKLAR

1) Hadîkat-ül-Evliyâ; kısım-2, s. 146

2) Nefehât-ül-Üns; s.364

3) Siyer-ül-Aktâb; s.77

4) Nesâyim-ül-Mehâbbe; s.206

5) Sefînet-ül-Evliyâ; s.90

6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.7, s.91

7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1111