|
HÂCE MEVDÛD ÇEŞTÎ
Evliyânın büyüklerinden. Çeşt'de dünyâya geldi.Doğum târihi
belli değildir. Babası Ebû Yusuf Çeştî zamanının en büyük evliyâsından olup,
Kutbuddîn, Şems-i Sûfiyân, Çerâg-ı Çeştiyân, Yegâne-iRüzgâr, Mahbûb-i
Perverdigâr, Sâhib-ül-Esrâr ve Mahzen-ül-Envâr gibi lakapları vardı. Mevdûd
Çeştî, daha yedi yaşındayken Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. On altı yaşında zâhirî
ve bâtınî ilimleri tahsil etti. Yirmi dört yaşında babasını kaybetti. Babasının
vefâtından sonra onun yerine geçerek talebe yetiştirmeye başladı.
Mevdûd Çeştî hazretleri, babası Ebû Yûsuf, Ahmed-i Nâmıkî
ve Necmüddîn Ömer'den ilim öğrendi. Ayrıca ilim tahsil etmek için; Kudüs,
Buhârâ, Belh ve daha birçok yere gitti. İlm-i zâhir ve ilm-i batında yetişmiş
bir âlim ve büyük bir velîydi. Binlerce talebe yetiştiren Mevdûd Çeştî'nin; Oğlu
Hâce Ebû Ahmed, Hacı Şerîf Zendenî, Şeyh Şencan, Ebû Nâsır, Şekîbân Zâhid
Hüseyin Tibetî, Ahmed Bedrûn, Serpûş Azerbaycânî, Osman Rûmî, Ebü'l-Hasan Bânî
önde gelen talebeleriydi.
Talebelerinden birisi, nerede olursa olsun bir güçlükle
karşılaşıp Mevdûd Çeştî hazretlerinden yardım isteyince, onun mânevî yardımları
ile müşkilleri çözülürdü.Vefâtından sonra kabrine gidip inanarak duâ edenin ne
dileği varsa ekseriya yerine gelirdi.
Mevdûd Çeştî, babasının sağlığında mektebe gidiyordu. Henüz
daha çocuk yaştaydı. Bir bahar günü halk, şiddetle gürleyip akan bir seli
uzaktan seyrediyordu. Gürleyerek akan bu şiddetli sel, taşları kaldırıp
sürüklüyordu. Selin şiddetinden hiç kimse karşıya geçemiyor, kendinde karşıya
geçecek gücü de bulamıyordu. Mevdûd Çeştî ortaya çıkıp; "Ben bu selden geçerim."
dedi. Orada bulunanlar şaşırdılar. Mevdûd Çeştî şiddetle kükreyip akan suya
birden daldı. Bir ânda şimşek gibi karşıya geçti. Sonra tekrar sel üzerinde
yürüyerek geri döndü. Bu hâlini ve kerâmetini görenler, onun mübârek ve büyük
bir insan olduğunu anladılar.
Mevdûd Çeştî hazretleri daha mektep çağlarındaydı. O sırada
bulunduğu beldede bir kıtlık oldu. İnsanlar huzuruna toplanarak, gelip Mevdûd
Çeştî'den yardım istediler. Mevdûd Çeştî elini yere koydu. O ânda, elini koyduğu
yerden meyveler, çeşit çeşit şekerler ve bitkiler çıkıyordu. Orada bulunanlar
toplamakla bitiremiyorlardı. Hâce Mevdûd, elini fitne korkusuyla yerden çekti.
Bu haber muhterem babalarına ulaşınca, onu huzûruna çağırdı. Kendisini böyle
hâllerden şiddetle men etti ve; "Bizim hocalarımız kerâmetlerini göstermekten
çok utanırlardı. Sana ne oluyor ki, kerâmet gösteriyor, açığa vuruyorsun. O
büyüklere muhâlif olmaktan korkmuyor musun? Onlar yardım etmezse, kıyâmette
huzûr-i ilâhîde ne cevap vereceksin?" buyurdu. Çocuk yaşta olmasına rağmen Hâce
Mevdûd'un bu kerâmeti her tarafa yayıldı ve Kutb-ül-Aktâb olarak anıldı.
Hâce Mevdûd Çeştî, pederi vefât ettiğinde yirmi dört
yaşındaydı. Pederinin yerine geçerek, talebe yetiştirmeye başladı. Babasının
talebeleri, onu hoca kabûl ettiler. Hâce Mevdûd'un babasının vefât haberi,
Şeyh-ül-İslâm Ahmed-i Nâmıkî Câmî'ye ulaşınca, Ahmed-i Nâmıkî: "Hâce Mevdûd,
büyüklerin yetiştiği bir âiledendir ve daha çok gençtir. Bunun için, onun yanına
gidip onun yetişmesini, terbiyesini tamamlıyayım. Onun vilâyetinde bir payım
bulunsun. Eğer böyle yapmazsam, onun mübârek âilesine karşı vazifemi yapmamış ve
onlara ihânet etmiş olurum." buyurdu.
Ahmed-i Nâmıkî Câmî, yanında talebelerinden kalabalık bir
grup ile Câm'dan Çeşt'e doğru yola çıktı. Herat'a vardığında bâzı münâfıklar,
HâceMevdûd'a gittiler ve "Şeyh-ül-İslâm Ahmed-i Nâmıkî Câmî babanızın vefâtını
işitmiş. Sizin için ise, o daha çok gençtir, gidip onun vilâyetine müdâhale
edeyim demektedir." dediler. Münâfıkların bu sözleri üzerine, Hâce Mevdûd bir
müddet murâkabe etti.Sonra başını kaldırarak onlara: "Sizin söylediklerinizin
hepsi yanlıştır ve işitilmemiş şeylerdir. Ahmed-i Nâmıkî Câmî, muhabbet ve
ihlâsla bizi kuvvetlendirmeye geliyor." buyurdu. Bu sırada Ahmed-i Nâmıkî Câmî
hazretlerinin yakına geldiğini haber verdiler. Bunun üzerine Hâce Mevdûd Çeştî
onu karşılamaya çıktı. Orada bulunan ard niyetli münâfıklar:
"Şâyet Şeyh onu ister istemez karşılayacak ise, çok
kalabalık bir grup ile karşılamamalıdır." dediler. Hâce Mevdûd, bu sözlere hiç
îtibâr etmedi. Dört bin talebesi ile yola çıktı. Yolda Herat'a kadar kiminle
karşılaştı ise, hepsi ona talebe oldu. O kadar kalabalık görülmemişti.
Her iki büyük âlim Tunük Nehrinin kenarında durdular.
Ahmed-i Nâmıkî Câmî bir arslan üzerinde duruyordu. Hâce Mevdûd Çeştî ise, nehir
kenarındaki duvarın üstündeydi. Hâce Mevdûd; "Siz uzak yerden geldiniz. Bizim,
sizin yanınıza gelmemiz uygundur." dedi. Besmele çekerek havada uçtu ve Ahmed-i
Nâmıkî Câmî'nin yanına geldi.Ahmed-i Nâmıkî Câmî dostlarına, "Hâce Mevdûd
hakkında korktuğumuza uğramadık. Hâce Mevdûd, veliyyi kâmillerdendir. Onu
görmekle şereflendik." dedi. Sonra Hâce Mevdûd ile berâber oturdular ve uzun
uzun konuştular. Hâce Mevdûd ona, "Garibhânemizi şereflendirirseniz bizi memnun
edersiniz." dedi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî; "Bizim maksadımız sizinle görüşmek idi.
Bu da elhamdülillah en güzel şekilde hâsıl oldu." dedi.
Hâce Mevdûd ile Ahmed-i Nâmıkî Câmî bir müddet daha sohbet
ettikten sonra, Hâce Mevdûd'un talebelerinden AliHakîm isimli bir zâtın evine
gittiler. Orada üç gün sohbet ve Allahü teâlâyı zikr ettiler.
Bir gün bu iki zât, Allahü teâlâyı zikr ederek
kendilerinden geçmiş bir hâldeyken, ellerinde hançer bulunan iki münâfık içeri
girdi. Maksadları her ikisini öldürmekti. O sırada Hâce Mevdûd'un nazarları
onlara isâbet etti.Onlar derhal düşüp bayıldılar. Bir müddet sonra ayılınca,
Ahmed-i Nâmıkî Câmî: "YâHâceMevdûd! Bu ne hâldir? Bunlar kimlerdir?" diye
sorunca, Hâce Mevdûd olanları ona anlattı. Bunun üzerine Ahmed-i Nâmıkî Câmî;
"Ben onları affettim. Fakat kurtulmaları için senin de affetmen lâzımdır."
buyurdu. Bunun üzerine HâceMevdûd; "Ben de affettim." dedi. Bu sözden sonra
adamların titremeleri geçti ve tövbe edip sâlih talebelerden oldular.
Ahmed-i Nâmıkî Câmî, Hâce Mevdûd'a ilim tahsilini kuvvetle
tavsiye ettikten sonra: "İlimsiz evliyâlık bir hiçtir. Her ne kadar mârifet
ilimlerini kemâl derecesinde biliyorsan da, zâhir ve bâtının bir olması için,
ilm-i zâhirde de kemâl derecesinde olman lâzımdır." dedi.
Hâce Mevdûd bu nasîhata göre hareket etti. Sonra Mevdûd
Çeştî oradan ayrılıp Çeşt'teki evine dönerken, yolun kenarından bir şahsın, "Yâ
Mevdûd! Yâ Mevdûd!" diye bağırdığını duydu. O şahsın yanına giderek hâlini ve
neden böyle seslendiğini sordu. O kişi de uzun zamandan beri gözlerim görmüyor.
İyileşmem için Allahü teâlâya duâ ediyorum. Hafiften bir ses duydum. "Mevdûd
Çeştî bizim sevgili kulumuzdur. Onu vesîle ederek duâ etmen gerekir. Onun buraya
gelmesiyle gözlerin açılacaktır." diye bir nidâ geldi, dedi. Onun bu sözlerinden
sonra Mevdûd Çeştî, elini o kişinin gözlerine sürdü. O kişinin gözleri derhal
açıldı. Aynı sene zâhirî ilimlere devâm etmek için Belh'e gitti.
Hâce Mevdûd, Belh'e geldiğinde, herkes onu karşılamaya
çıktı. Ona hürmette ve tâzimde çok ileri gittiler. Sohbetleri ile
bereketlendiler. İşleri güçleri hased olan bâzı kimseler, kıskanıp onu imtihan
etmek, zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki derecesini anlamak istediler. Aralarından
dört yüz kişi topladılar. Bir Cumâ günü Belh Câmiinde namazdan sonra, Mevdûd
Çeştî'ye bu dört yüz kişiden her biri, zâhir ilimlerin en zor meselelerinden
çeşitli sorular sordular. Hâce Mevdûd herbirine öyle cevaplar verdi ki,
hiçbirinin konuşacak hâli kalmadı. Bunun üzerine onlar, "Siz bu kadar ilim
sâhibi olduğunuz hâlde kasîde dinliyorsunuz?" diye sordular. O da, "Bizim
hocalarımız, zâhirî ve bâtınî ilimlerin hepsini kendilerinde toplamışlardı.
Onlar dîne muhâlif hiçbir şey yapmadılar ve yapmazlar. Kasîdeyi onlar da
dinlediler. Sonra Evliyânın büyüklerinden İbrâhim binEdhem de kasîde dinler ve
böyle yapanlara da mâni olmazdı. İbrâhim bin Edhem, müctehid, mürşid-i kâmildi.
Aynı zamanda sizin imâmınızdır. Size ne oluyor ki, kasîde dinlemeye karşı
çıkıyorsunuz?" buyurdu.
Bunun üzerine oradaki âlimler, "İbrâhim bin Edhem, aynı
zamanda havada uçardı.Eğer siz de havada uçarsanız, ona tâbi olduğuna, uyduğuna
inanacağız." dediler. Daha sözlerini bitirmeden, Hâce Mevdûd duvarın üzerine
sıçrayarak uçmaya başladı ve gözden kayboldu. Bir müddet sonra geri geldi. Orada
bulunanlar; "Bu yaptığını Cûkî denilen Hind Brehmenleri de yapıyor. Senin bu
yaptığının Rahmânî mi, şeytânî mi olduğunu nasıl anlarız?" diye sordular. Sonra;
"Eğer şu mescidin kenarındaki taş senin isteğinle gelir, sana şâhidlik ederse
kabûl ederiz." dediler. Bunun üzerine Hâce Mevdûd, Allahü teâlâya duâ ederek
taşa işâret etti. Taş yuvarlana yuvarlana yaklaştı ve taştan şöyle bir ses
işitildi: "Ey müslümanlar! Hâce Mevdûd, vilâyet ve kerâmet sâhibidir. Onun
fiilleri dîne uygundur. Onun hâllerinin hepsi Rahmânî'dir." Bu taş, üç defâ aynı
sözleri tekrâr edince, orada bulunanların hepsi Hâce Mevdûd Çeştî'nin
büyüklüğünü anladılar ve tövbe ettiler.
Hâce Mevdûd, Belh'den talebeleriyle Buhârâ'ya doğru yola
çıktı. Bir nehir kenarına geldiler. Bu nehirde bir kayık çalışıyor, yolcuları
ücretle karşıya geçiriyordu. Hâce Mevdûd ve talebelerinin yanında hiç para
yoktu. Kayık sâhibi onlara, "Para almadan sizi karşıya geçirmem." dedi. Bunun
üzerine kayık ile geçilmeyeceğini anlayan Hâce Mevdûd, Besmele çekerek nehre
yürüdü ve talebelerinin de kendisini tâkib etmelerini istedi. Onlar da Hâce
Mevdûd'un peşini tâkib ettiler. Göz açıp kapayıncaya kadar selâmetle karşı
kıyıya geçtiler. Bunu gören kayık sâhibi pişman olup, özür diledi ve
talebelerinden oldu.
Buhârâ'ya varan Hâce Mevdûd, orada ilim tahsili ile meşgûl
olmaya devâm etti. Daha çok Necmeddîn Ömer'in derslerine devâm etti. Ondan fıkıh
ilmini öğrendi. Necmeddîn Ömer de ona şefkat ve merhamet gösterdi. Bu dersleri
dinlemeye binlerce cin de gelirdi. Bu esnâda cinlerle aralarında dostluk peydâ
oldu. Cinler, Hâce Mevdûd soyundan gelenlere bu dostlukdan dolayı kötülük
yapmamaktadır."
Mevdûd Çeştî, ölüm döşeğinde hastalığı iyice artınca, sık
sık yatağından başını kaldırıp kapıya bakıyordu. O esnâda nûrânî yüzlü, temiz
elbiseli bir zât içeriye girdi. Selâm vererek, üzerinde birkaç satır yeşil yazı
bulunan bir ipek parçasını Mevdûd Çeştî'ye verdi. O da yazıya biraz baktıktan
sonra, onu gözlerinin üzerine koyarak 1133 (H. 527) senesinde Çeşt şehrinde 97
yaşındayken vefât etti.
Cenâzesi yıkanıp, kefenlenip, musalla taşına kondu. Tam
cenâze namazı kılınacağı zaman, müthiş bir ses duyuldu. Sesi duyanların büyük
bir kısmı oradan kaçtı. Bunun üzerine, birçok velînin ruhları ve binlerce cinnî
onun namazını kıldılar. Bunlar her ne kadar görülmüyorsa da duâ ve sesleri orada
bulunanlar tarafından duyuldu. Daha sonra talebeleri ile halk, cenâze namazını
kıldı. Namazdan sonra tâbut, Allahü teâlânın izni ile kendi kendine hareket
ederek kabre kadar gitti. Bu kerâmeti gören binlerce gayr-i müslimden birçoğu
müslüman olmakla şereflendiler.
Mevdûd Çeştî, Minhâc-ül-Ârifîn ve
Hülâsa-i Şerîat isimli iki eser yazmıştır.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
BÜYÜK KÜÇÜĞE SELÂM VERİR
Mevdûd Çeştî, herkese tevâzu ve hürmet gösterirdi. Büyük
küçük herkes istifâde etmek için onu ziyâret ederdi. O da gelenlerle, büyük,
küçük, hizmetçi demeden ilgilenir, dertlerini dinlerdi. Huzûruna gelenlere önce
selâm verir, ayağa kalkardı. Kendisine: "Yâ Hâce! Büyük ve küçükten ilk defâ
selâm verecek kimdir?" diye suâl edildi. Buyurdu ki: "Büyük, küçüğe selâm verir.
Allahü teâlâ da, Peygamber efendimize mîrâcda önce selâm verdi ve "Es-selâmü aleyke eyyühennebiyyü"
buyurdu. Peygamber efendimiz de, karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm
verirdi. Peygamber efendimiz böyle yaparken, biz, nasıl olur da O'na muhâlefet
ederiz. Sonra Resûlullah'a uymak, bize farz-ı ayndır."
KAYNAKLAR
1) Hadîkat-ül-Evliyâ;
kısım-2, s. 146
2) Nefehât-ül-Üns; s.364
3) Siyer-ül-Aktâb; s.77
4) Nesâyim-ül-Mehâbbe; s.206
5) Sefînet-ül-Evliyâ; s.90
6) İslâm Âlimleri
Ansiklopedisi; c.7, s.91
7) Tam İlmihâl Seâdet-i
Ebediyye; (49. Baskı) s.1111 |
|