FEHİM-İ ARVÂSÎ
Doğu
Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Silsile-i aliyye adı verilen büyük
evliyânın otuz üçüncüsüdür. Osmanlı Devletinin son devirlerinde yaşamıştır.
Seyyiddir. "Hazret-i Şeyh" ve "Allâme" lakapları vardır. "Arvâsî" denmekle
meşhûr olmuştur. Babası, Seyyid Abdülhamîd Arvâsî'dir. Annesi aynı âilenin
Doğubâyezid kolundan Seyyid Hacı İbrâhim Efendinin kızı Seyyide Emine Hanımdır.
1825 (H.1241) senesinde Van'ın Bahçesaray (Müküs) ilçesine bağlı Arvas (Doğanyayla)
köyünde doğdu. 1895 (H.1313) senesinde aynı köyde vefât etti. Kabri oradadır ve
sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
Temiz
ve asîl âilesi Anadolu'nun doğu vilâyetlerinin ilim, irfân ve güzel ahlâk
vasıflarının timsâli (sembolü) idi. Zamanlarının âlimi, fazîlet örneği olan
dedeleri Kâdirî ve Çeştî yollarına mensûb idiler. Babası, Arvas'ın tekke, zâviye
ve medresesinin sevk ve idâresini yürütürdü. Seyyid Fehim, küçük yaşta babası
Seyyid Abdülhamîd Efendiyi kaybetti. Annesi Seyyide Emine Hanım, zâhide, takvâ ve
verâ sâhibi sâlihâ bir hanım idi. Pekçok kadın hizmetçileri olduğu halde ilim
talebesinin elbisesini kendisi eliyle yıkar ve yardım ederdi.
Küçük
yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Seyyid Fehîm, kısa zamanda Kur'ân-ı
kerîmi hatm ve hıfzetti. Sonra dedelerinin kurduğu ve öteden beri ilim yayan
büyük âlimler yetiştiren Arvas Medresesi ile Müküs'teki Mîr Hasan Velî
Medresesinde temel dînî bilgileri ve Arabî âlet ilimlerini okudu. Kısa bir
müddet ilim tahsîline ara verdi.
Sonra
Cizre'ye gidip Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden Şeyh Hâlid-i
Cezerî'nin ders halkasına dâhil oldu. Kısa zamanda emsallerini geçip ilimde
ilerledi. Dînî ilimleri ve zamânın fen bilgilerini öğrendi.
Seyyid
Fehim, Cezire'de ilim tahsîli ile meşgûl olduğu sırada, amcaoğlu Seyyid
Sıbgatullah Efendi de Cezire'ye gelip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin
talebelerinden Şeyh Sâlih Sibkî hazretlerinden ilim öğrendi. Cezire dönüşünde
Van'a uğradı. Van'da bulunduğu günlerde büyük velî Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî
hazretleri de Nehrî'den Van'a gelmişti. Seyyid Tâhâ hazretlerinin en seçkin
eshâbından olan amcası Seyyid Muhammed Efendi, Seyyid Sıbgatullah Efendiye,
Seyyid Tâhâ-yıHakkârî hazretlerine talebe olmasını tavsiye etti. Seyyid Tâhâ'ya
talebe olan Seyyid Sıbgatullah, onun hizmetinde ve sohbetinde bulunarak,
tasavvuf yolunda ilerledi. Kısa zamanda olgunlaşarak insanlara İslâmiyetin emir
ve yasaklarını anlatmak husûsunda icâzet, diploma ve hilâfet aldı. Van vâlisi ve
halkı Van'da kalmasını ısrarla istediler. Fakat o; "Nehri'ye gidiyorum. Seyid
Tâhâ hazretleri uygun görürlerse burada kalırım." buyurdu. Van'da kalmak
istediğini Seyyid Tâhâ hazretlerine arzedince, buyurdu ki: "Yok Molla
Sıbgatullah! Van halkı dûn-himmettir (eksik, kısa himmetlidir). Van'ın fethi
benim ve senin elinde olmaz. Mükâşefe âleminden mâlûmata göre sizin
sülâlenizden, yâni Arvâsî hanedânından, ilim ve irfânı ile tanınmış, Allah bilir
ama onun [Seyyid Fehimi kasdediyor] vâsıtasıyla, Van'ın irşâdı geçici olarak
mümkündür. O zâtın hayatta olup olmadığını bilmiyorum." buyurdu. Seyyid
Sıbgatullah Arvâsî hazretleri; "O zât amcamın oğludur. Cezire'de ilim tahsîli
ile meşgûl, ilim ve irfânla meşhûrdur." dedi. Seyyid Tâhâ; "Bir başka gelişinde
o zâtı muhakkak bana getir." diye emir buyurdu.
Seyyid
Sıbgatullah hazretleri, hocasını ikinci defâ ziyârete gelişinde, genç yaştaki
Seyyid Fehim Arvâsî'yi de Nehri'ye getirdi. Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna
gidip sohbetiyle şereflendiler. Kalma zamânı bitip ayrılacakları sırada, Seyyid
Sıbgatullah ve yanındakiler Seyyid Tâhâ hazretlerinin elini öpüp izin aldıktan
sonra, sıra Seyyid Fehime gelince, Seyyid Sıbgatullah geride kaldığını görüp,
Seyyid Tâhâ hazretlerinden onun için de izin istedi. Fakat Seyyid Tâhâ
hazretleri, Seyyid Fehim'in kalmasını münâsip gördü ve; "O burada kalsın."
buyurdu. Seyyid Tâhâ'nın hizmetinde kalan Seyyid Fehim, kısa sürede kemâle
geldi. Seyyid Tâhâ hazretleri onun hakkında; "Başkalarının altı ayda aldığı
mesâfeyi, Seyyid Fehim yirmi dört saatte aldı." buyurdu.
Seyyid
Tâhâ hazretleri bir gün Câmi-i Şerîfin duvarına dayanarak Seyyid Fehim
hazretlerine
işâret ederek yanına çağırdı. O da yanına gelince; "Çok zekîsin, ilme istekli ve
kâbiliyetlisin. Muhakkak Mutavvel kitabını okumalısın." buyurdu. Seyyid
Fehim hazretleri; "Kitabım yok. Bizim taraflarda Mutavvel okunmaz." diye
arz edince, kendi kitabını hediye etti.Muş'un Bulanık kazâsının Âbirî köyünde
Molla Resûl Sibkî ismindeki büyük âlime gidip okumasını tavsiye buyurdu.
Huzûrundan ayrılırken; "Sen zekî ve tedkik edici bir ilim tâlibisin. Suâllerine
hocalar tatmin edici cevap veremezler ve rahatsız olurlar. Derslerin tâkibi
esnâsında bir zorlukla karşılaşırsan, onları rahatsız etme. Elini göğsüne koy ve
beni hatırla. İnşâallah derhal müşkilini hallederim." buyurdu.
Hocasının elini öpüp duâsını alan Seyyid Fehim Arvâsî,
Mutavvel okumak üzere zamânın Doğu Anadolu'daki en büyük âlimlerinden
olan Molla Resûl Sibkî'nin huzûruna vardı. Molla Resûl; "Ben Arvas âilesinden birisine ders okutmak
arzusundaydım. Çünkü, Arvas'ta Molla Resûl Zekî'den okudum. O âileden gelen bu
zâtta zekâ eseri göremiyorum. Hayret o âilenin fertleri çok zekî olurlardı."
dedi. Seyyid Fehim Arvâsî, Molla Resûl'den ders almaya başladı. Fakat Seyyid
Tâhâ hazretlerinin tavsiyesine uyarak ders esnâsında suâl sormamaya dikkat
ediyordu. Hattâ Molla Resûl, Seyyid Fehim'in talebelerinden Molla Hâlid'e;
"Senin hocan suâl sormuyor. Zekâsız mıdır, yoksa utanıyor mu?" diye sordu. Molla
Hâlid de; "Evet ben başlangıçtan beri bu zâtın yanında okuyordum. Bir zaman
hocalarına çok suâl sorar, hocalar ona cevap vermekten âciz kalırlardı. Fakat
Nehri'den döndükten sonra ne hikmetse suâl sormayı terk etti. İlim öğrenmedeki
kâbiliyetine gelince: "Kusura bakmayın, bendeniz onun sizden yüksek olduğunu
tahmin ederim." diye arz etti.
Bir gün Molla Resûl'den
Mutavvel'i okurken hocasına; "Burayı anlayamadım." dedi. Molla Resûl
tekrar anlattı. Fakat Seyyid Fehim-i Arvâsî yine anlayamadığını söyledi.
Molla Resûl cümleyi birkaç defa okuduktan sonra; "Bugün yoruldum, yarın
anlatırım." dedi.Ertesi gün okudu fakat yine açıklayamadı. O gece Molla Resûl
de, Seyyid Fehim de düşündüler. Üçüncü gün aynı yere gelince, Molla Resûl
oradaki inceliği yine açıklayamadı. O sırada Seyyid Fehim hocası Seyyid Tâhâ
hazretlerinin; "Ders okurken anlayamadığın yer olursa, beni hatırla." sözünü
hatırladı. Molla Resûl dersi mütâlaa etmekle meşgûlken, Seyyid Fehim gözlerini
kapayıp, mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerini
gözünün önüne getirdi. Seyyid Tâhâ elinde bir kitab ile göründü. Kitabı Seyyid
Fehim'in önüne açtı. Mutavvel'in o
sayfasıydı. O satırları açık olarak okudu. Seyyid Fehim merakla dikkat ediyordu.
O cümlenin arasında bir atıf vavı (ve harfi) fazla okudu. Seyyid Tâhâ hazretleri
kaybolunca, Seyyid Fehim gözlerini açtı. Molla Resûl'ün o satırları okuyup
düşünmekte olduğunu gördü. Molla Resûl'den izin isteyip, hocasından duyduğu gibi
bir (ve) ekleyerek okudu. Molla Resûl bunu işitince; "Mânâ şimdi anlaşıldı."
dedi. İkisi de iyice anlamıştı. Molla Resûl; "Bu satırları yirmi senedir okudum,
anlattım. Fakat hep anlamadan anlatırdım. Şimdi iyi anladım. Söyle bakalım bunu
doğru okumak senin işin değil. Ben senelerce bunu anlayamadım. Sen nasıl
anladın? Bu (ve)yi okudun, mânâ düzeldi." dedi. Seyyid Fehim, mürşidi Seyyid
Tâhâ hazretlerini hatırlayıp yardım istediğini söyledi. Mürşidinden nasıl
öğrendiğini anlattı. Molla Resûl; "Îmândan sonra küfür yoktur." diyerek kitabı
kapattı. Seyyid Fehim ile birlikte Nehrî'nin yolunu tuttular. Onlar yolda iken
Seyyid Tâhâ hazretleri; "Hazret-i Seyyid Fehim güzel bir hediye ile geliyor."
buyurdu. Kısa bir müddet sonra Seyyid Fehim'le birlikte gelen MollaResûl de
Seyyid Tâhâ hazretlerinin sohbetine kavuşup, talebelerinden oldu. Onun huzûrunda
mânevî olgunluğa erişip, zâhirî ilimlerde olduğu gibi, tasavvuf ilminde de
yetişti. Seyyid Tâhâ hazretleri Molla Resûl'e hilâfet vererek insanlara
İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi.
Hocası
ve mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna tekrar dönen Seyyid Fehim, onun
hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Seyyid Tâhâ hazretlerine olan muhabbet ve
bağlılığı sebebiyle onun yattığı odanın dış tarafında pencereye yüzünü döner ve
sabahlara kadar ayakta durup, onun güneş gibi nûr saçan feyizlerinden istifâdeye
çalışırdı. Hattâ bir defâsında bununla yetinmeyip, soğuk bir gecede şiddetli kar
yağarken, kapının dışında uzandı. Mübârek başını kapının eşiğine koyarak yattı.
Şiddetli yağan kar, mübârek vücûdunu örttü. Fakat muhabbetle yanan kalbi ile kar
altında çeşit çeşit feyz ve bereketlere kavuştu. Seyyid Tâhâ hazretleri teheccüd
namazını kılmak için mescide gitmek üzere kapıyı açtı. Ayağını kapıdan dışarı
atınca, Seyyid Fehim'in sırtına bastı. Seyyid Fehim hemen ayağa kalkıp edeple
mürşidinin karşısında durdu. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Yeter Molla Fehim. Benim
kanâatime göre bugün ilimde bir ummânsınız. Seyyid Şerîf Cürcânî hazretlerinden
sonra ilimde seyyidlerin yüzünü siz güldürdünüz. Bu ilmi bu kadar yere
sermeyiniz." buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri ise; "Bu ilimden bütün istifâdem,
hazretinizin bir nazarıyla olana yetişememiştir. Bendeniz menfaatimi arıyorum."
diye cevap verdi. Bunun üzerine Seyyid Tâhâ hazretleri onu kucakladı, gecenin
karanlığında cihânı aydınlatacak mânevî nûrları ihsân etti. Elini tutarak
berâber mescide gittiler.
Seyyid
Tâhâ hazretlerinin hizmet ve sohbetinde tasavvuf yolunun en yüksek derecelerine
kavuşan Seyyid Fehim "kuddise sirruh" , büyük bir velî oldu. Mutlak hilâfetle
şereflenme zamânı gelince, üstadı Seyyid Tâhâ onu huzûruna çağırdı ve insanlara
İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak, onların dünyâ ve âhirette saâdete,
kurtuluşa kavuşmalarına vesîle olmakla vazîfelendirdi. Fakat Seyyid Fehim; "Bu
bir ağır yüktür. Ben bunu kaldıramam. Hem de buna lâyık değilim." deyip çekingen
davrandı. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Bu bir emr-i ihtiyârî, isteğe bağlı bir iş
değil, emr-i zarûrî olup, mecbûrî iştir." buyurdu. Memleketi olan Arvas'a
gitmesini emretti. Yola çıkacağı zaman tekrar huzûruna çağırdı, kitapların
içindeki mektuplarını kendisine göstererek; "Bu ihlâs ve muhabbet sizin değil
midir? Neden imtinâ ediyorsunuz. Yemin ederim ki sizin hilâfetiniz, Resûl-i
ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz tarafından tasdik buyrulmuş ve bütün
sâdât-ı kirâm büyükler tasdik buyurmuş, ben de tasdik etmek zorundayım. Siz de
kabûl etmek mecbûriyetindesiniz." buyurdu.
Kanâat,
tevekkül, zühd, muhabbet, rızâ ve teslimiyette çok yüksek bir mürşid-i kâmil
olan ve; "Seyyid Tâhâ'yı gördüm, tarîkat ve hakîkatin ne olduğunu öğrendim."
buyuran Seyyid Fehim hazretleri, hocasının emrine uyarak Arvas'a döndü. Arvas
Medresesini yeniden îmâr ederek talebelere ilim öğretti. Ayrıca, Nakşibendiyye
yolunun esaslarını
anlatarak insanların saâdetine çalıştı. İslâmiyetin emir ve yasaklarından kıl
kadar ayrılmaksızın vazîfesine devâm etti. Her zaman âfet kabûl ettiği şöhretten
kaçındı. Arvas Medresesinde en az elli talebeye ders verip Madde-i Kübrâ
adlı eseri okuturdu. Seyyid Muhammed Emin, Seyyid Abdülhakîm,
Halîfe Derviş, Halîfe Ali, Molla Abdülcelîl ve Şeyh Resûl gibi büyükler onun
yetiştirdiği âlim ve velîlerdendir. Ondan ilim tahsîl edip, mezun olanlar Van ve
havâlisinde Reîsü'l-müderrisîn ünvânıyla anıldılar. Seyyid Fehim hazretlerinin
ilim ve mârifetteki üstünlüğü kısa zamanda her tarafa yayıldı.
Seyyid
Fehim hazretleri hocası Seyyid Tâhâ hazretlerini, ders talebesi gibi her yıl,
Arvas'dan Nehrî'ye gelerek, ziyâret ederdi. Vefâtından sonra, yerine geçen
birâderi Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerini de ziyâret edip, sohbetlerinde
bulundu. Zîrâ Seyyid Muhammed Sâlih hazretleri Seyyid Fehim hazretlerinin
sohbette üstâdıydı.
Üstâdının vefâtından sonra daha da tanınan Seyyid Fehim hazretleri, ilim ve
fazîlette iyice meşhûr oldu. Mısır, Irak, Suriye ve bu havâlide halledilemeyen
meseleler ona getirildi.Çözülemez gibi görülen müşkil meseleleri hallederdi.
Onun sohbetinde bulunmak üzere Arvas'a giden kimseler dünyâdan habersiz, nefsin
ve şeytanın şerrinden emniyette olup, muhabbet deryasına daldılar. Ondan feyz
alıp, yüksek derecelere kavuştular. Sohbet ve dersleriyle pek çok insanın doğru
yola kavuşmasına vesîle oldular. Böylece, Doğu Anadolu halkının Sünnî kalmasını,
şiîliğin ve mezheb ayrılığının yöreye girmemesini temin ederek, millî birliğe
çok hizmet etti. Doksanüç Harbinde Ruslara karşı Doğu Bâyezîd Cephesine gidip
büyük kahramanlıklar ve muvaffakiyetler gösterdiler.
Seyyid
Fehim hazretleri hocası Seyyid Tâhâ hazretlerinin vefâtından sonra onun emir ve
tavsiyelerine sıkı sıkıya uydu. Senede iki defâ Van'a teşrif ederek halka
İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Onların dünyâda ve âhirette saâdete,
mutluluğa kavuşmaları için çalıştı. Vâz ve sohbetleriyle Van halkının İslâmiyete
bağlılığı ve bu husustaki şöhreti arttı. "Dünyâda Van, âhirette îmân." sözü
insanlar arasında yaygın olarak söylenmeye başlandı. Seyyid Fehim hazretlerinin
Van'a gelişlerinde büyük bir kalabalık ve izdiham olurdu. Zamânın vâlisi, askerî
ve mülkî erkânı onu ziyâret ederek, sohbetlerinden istifâde ederler, varsa
müşkil meselelerini sorup cevaplarını alırlardı. Maddî ve mânevî bütün emirleri
yerine getirilir, herkes ona saygı ve hürmette kusur etmezdi. Böylece hocası
Seyyid Tâhâ'nın seneler önce buyurduğu; "Van'ın fethi Arvâsî hânedânından, ilim
ve irfânı ile tanınmış bir zâtın vâsıtasıyla muvakkaten (geçici olarak)
mümkündür." sözünün hükmü kerâmet olarak ortaya çıkmıştı.
Seyyid
Fehim hazretleri Van'a geldiği zaman umûmiyetle mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin
evinde misâfir olurdu. Bir geceAhmed Beyin evinden çıkıp (Hacı Bekir kışlası
diye hizmet gören bir askerî kışla yaptıran) Hacı Bekir isminde Van'ın ileri
gelenlerinden birinin evine misâfir oldu. Birkaç gün Hacı Bekir'in evinde kaldı.
Hacı Bekir, Allahü teâlânın emriyle kızı Gülizâr Hanımı, Seyyid Fehim
hazretlerine nikahladı. Bir sohbet sırasındaSeyyid Fehim hazretlerine dedi ki:
"Şeyhim size burada bir ev yaptırmam lâzım oldu." Seyyid Fehim hazretleri; "Ey
Hacı Bekir! Bir şeyi noksan söylediniz. Yanında bir de câmi yaptırın." buyurdu.
Hacı Bekir Ağa bu söz üzerine yaptırdığı evin yanına Şâbâniye Câmiini yaptırdı.
Sonraları Seyyid Fehim hazretleri, Van'a teşriflerinde kayınpederinin yaptırdığı
bu evde kalırdı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını Şâbâniye Câmiinde
anlattı. Her sene iki üç ay Van'da kaldığı müddet içinde pekçok kimsenin
hidâyete kavuşmasına vesîle oldu. Sonra bu câminin yanına bir de medrese
yaptırıldı.
Seyyid
Fehim hazretlerinin ders verdiği ve vâz ettiği Şâbâniye Külliyesi, Arvas'a
benzeyen ilim ve irfân yuvası bir makamdı. Bu medresede çok âlim ve velî
yetişmişti. Sofu Baba orada yetişen zâtlardandı. Sonraki devirlerde de ilim ve
irfân kaynağı olmaya devâm eden bu medreseden, Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin
oğlu Ahmed Mekkî Efendi ve kardeşi oğlu Cemâl Efendiler de yetişti. Bu mekanlar
şimdi harâbe halde bulunmaktadır.
İlim,
fazîlet ve güzel ahlâkta zamânının bir tânesi olan Seyyid Fehim hazretleri,
İslâmiyetin emirlerine ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine
titizlikle uyardı. Onu sevenler namazlarını mutlaka câmide cemâatle kılarlardı.
Onun en büyük kerâmeti, İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uyması, kendisinden
sonra vazîfesini devâm ettirecek olan Seyid Abdülhakîm gibi âlim ve velî bir
zâtı yetiştirmesiydi. Bunlardan başka pekçok kerâmetleri görülmüştür.
Seyyid
Fehim hazretleri bir defâsında talebeleriyle Van Gölü kıyısında giderken,
göldeki Ahtamar Adasında bulunan Ermeni kilisesinden bir papaz çıkarak su
üstünde yürümeye başlar. Talebeler bunu görünce, bâzılarının hatırına; "Allah'ın
düşmanı dediğimiz papaz, su üzerinde yürüyor da, evliyânın büyüğü, Allahü
teâlânın sevdiği, seçtiği kulu bildiğimiz, Seyyid hazretleri acabâ neden yürümez
ve kıyıdan dolaşır" diye gelir. Seyyid Fehim, bu düşünceyi anlayıp, mübârek
ayaklarındaki nalınları ellerine alıp, birbirine çarpar. Nalınları çarptıkça
papaz suya batar. Boğazına kadar gelince, bir daha çarpar. Papaz, batar ve
boğulur. Sonra, böyle düşünen talebesine dönerek; "O, sihir yaparak, su üstünde
gidiyor, böylece sizin îmânınızı bozmak istiyordu. Nalınları çarpınca sihri
bozulup battı. Müslümanlar sihir yapmaz. Allahü teâlâdan kerâmet istemekten de
hayâ ederler." buyurdu. Kerâmeti ile papazın sihrini bozdu. Bu kerâmet,
Abdurrahmân Arvâsî hazretleriyle ilgili olarak da anlatılmaktadır.
İstanbul'da, Kağıthâne'de sabun fabrikası olan Rıfat Beyin babası Abdülvehhâb
Efendi 1963'te vefât etti. Vefâtından birkaç sene evvel dedi ki: "Erzurum'da
medrese tahsîlini bitirmiştim. Daha okumak istedim. Aradığım büyük âlimin
Bitlis'te Abdülcelîl Efendi olduğunu söylediler. Bitlis'e gittim. Kendisini
aradım. Van'a gitti, yakında gelir, bekle dediler. Sabredemedim, Van'a gittim.
Sorduğumda; "Müks şeyhi Seyyid Fehim hazretleri Van'a geldi. ŞâbâniyeCâmiinde,
onun yanındadır." dediler. Oraya gittim. Hem de büyük âlim Abdülcelîl Efendi,
kürsüye çıkmış, herkes onu dinleyip istifâde etmektedir, diye düşünüyordum.
Câmiye girdim. Herkes başını eğmiş, edeple oturuyordu. Karşıda nûr gibi, tatlı
bakışlı bir zât vardı. Herkes buna karşı saygı ile dönmüştü. Abdülcelîl Efendi,
her hâlde karşıdaki heybetli, tesirli zâttır, diyordum. Fakat, soracak kimse
yoktu. Herkes, boynunu bükmüş önüne bakıyordu. Ansızın, önüme bir genç geldi.
"Ne arıyorsunuz?" dedi. "Abdülcelîl Efendi hazretlerini arıyorum." dedim. "İşte
budur." diyerek, en geri sırada boynunu bükmüş edeple oturan birini gösterdi.
"İstersen sen de otur." dedi. "Karşıda oturan kimdir?" dedim. "Seyyid Fehim
hazretleridir." dedi. Nice zaman sonra, bu gencin, Seyyid Abdülhakîm Efendi
olduğunu anladım. Biraz sonra ezan okundu. Sünnetler kılındı. Seyyid Fehim
hazretleri imâm oldu. Safları düzelttik. İmâmla birlikte tekbir getirirken,
bütün cemâat, elektrik çarpan kimse gibi titremeye başladık. Şimdi altmış sene
oluyor. İmâmın o tekbir sesi hâtırıma geldikçe, titriyorum. Kalbimde, o gün
olduğu gibi, bir hal oluyor."
Endis
köyünden Hacı Abdullah ismine bir kimse hacca gitmişti. Hac ibâdeti esnâsında
cebindeki paralarını kaybetti. Üç ay müddetle müslümanların yardımıyla idâre
etti. Bir gün, içinde bulunduğu sıkıntılı hâli düşünerek Mekke-i mükerremenin
sokaklarında yürürken, birden meyve ağaçları, çiçekleri, akan suları ve
ortasında çok güzel ve süslü bir câmi bulunan bir makam gördü. Câminin kapısında
güzel simâlı bir zât oturuyordu. Kendi kendine düşündü. "Yâ Rabbî! Mekke-i
mükerremede böyle bağ, bahçe ve akan sular yoktur. Bu gördüğüm hayal midir, rüyâ
mıdır?" deyip, câminin kapısında duran zâta gitti. Selâm verdi. O zât selâmını
aldı ve; "Merhaba, hoş geldin, sefâ geldin ey hacı!" dedi. Hacı Abdullah Efendi
hayretini o zâta bildirdi. O zât; "Burası mânevî bir makamdır. Evliyâya
mahsustur. Cumâ günü ikindi namazlarını bu mübârek mâbedde kılarlar." dedi. Hacı
Abdullah Efendi; "İmâmları kimdir?" diye sordu. O zât; "Herhalde tanırsınız.
Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretleridir." diye cevap verdi.
Hacı
Abdullah Efendi bu söze çok sevindi. Bahçenin bir kenarına çekilip Seyyid Fehim
hazretlerinin gelmesini bekledi. Orada durduğu müddet içinde evliyâ-yı kirâm tek
tek, grup grup geldiler. Câmi tamâmen doldu. Hepsinden sonra Seyyid Fehim
hazretleri büyük bir vekâr ve nâzik bir tavırla geldi. Abdullah Efendi koşup
saygıyla ellerini öptü. Sıkıntılı hâlini arz etti. Seyyid Fehim hazretleri;
"Hayâtımda bu sırrı ifşâ etmemek şartıyla sâdât-ı kirâmın (bu yolun
büyüklerinin) himmet ve bereketleriyle îcâbına bakarız. Eğer sırrı ifşâ
ederseniz, gözlerinizden mahrum olursunuz." buyurdu. Câmiye girince bütün
velîler ayağa kalkıp onu saygıyla karşıladılar. Seyyid Fehim hazretleri mihrâba
geçerek ikindi namazını kıldırdı. Sonra güzel sohbetler oldu. Îzâhı mümkün
olmayan bir muhabbet, vecd ve şevk hâli hâsıl oldu. Evliyâullah câmiden
geldikleri gibi ayrıldılar. En son Seyyid Fehim hazretleri câmiden çıktılar.
Hacı Abdullah Efendi tekrar eteklerine yapışıp hâlini arzetti. Seyyid Fehim
hazretleri; "Merak etme. İnşâallah şimdi memleketine gidersin. Paran yoktu,
nasıl geldin diyenlere bir tüccar yardım etti geldim, dersin. Tekrar ediyorum bu
sırrı ifşâ etme." buyurdu ve; "Gözlerini kapa!" diye emretti.
Hacı
Abdullah Efendi gözlerini kapadı. Rüyâda gibi uçtuğunu hissediyordu. Nihâyet
köyünün dışındaki bir çeşmenin başında oturduğunu gördü. Yavaş yavaş köye indi.
Köylüleri ve akrabâları onu karşıladılar. "Hoş geldiniz, haccınız mübârek
olsun." dediler. Evine gidince, köylü, cemâat hâlinde gelip, onun hac
intibâlarını sordular. Bu arada; "Paranızı kaybettiğinizi, Mekke-i mükerremede
perişan olduğunuzu işittik. Para temin edip, yarın Arvas'a gidecek, Seyyid Fehim
hazretlerine arz edip, onların emredecekleri bir vâsıtayla gönderecektik.
Elhamdülillah siz geldiniz. Size yardım eden zâttan Allahü teâlâ râzı olsun."
dediler.
Hacı
Abdullah Efendi o geceyi evinde geçirdikten sonra ertesi gün kalkıp Arvas'a
gitti. Seyyid Fehim hazretlerinin huzûruna vardı. Yanlarında birkaç talebesi
vardı. Selâm verip ellerini öptü. Seyyid Fehim hazretleri; "Bu sene hacca
gittiğinizi duydum. Ne zaman geldiniz?" buyurdu. Abdullah Efendi; "Dün geldim?"
diye arzedince; "Niye bu kadar geç kaldınız, üç ayı geçti." diye sordu. "Paramı
kaybettim, Mekke'de parasız kaldım. Sonra bir tüccar yardım etti, geldim." dedi.
Seyyid Fehim hazretleri; "Allah râzı olsun. Dün eve geldiğinize göre, niye bugün
buraya geldiniz. Müslümanlar sizi ziyârete gelirler." buyurdu. Abdullah Efendi;
"Sizi temiz iken ziyâret etmek istedim efendim." dedi. "Bu gece kal, sabahleyin
durmadan evine git. Sırrın ifşâsı, açıklaması hatâdır, hayâtımda ifşâ etme!"
buyurdular. Abdullah Efendi o gece orada kaldıktan sonra ertesi gün evine döndü.
Bu gördüklerini de Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin vefâtından yıllarca sonra
anlattı.
Diyarbakır'da adliye müfettişi Mustafa Necâti Bey isminde bir kimse vardı.
Vazifeli olarak Van'ın Müküs kazâsına gitti. Bir bayram günü, bayram namazından
sonra kaymakam ve kazânın ileri gelenleri Seyyid Fehim hazretlerini ziyârete
gitmek üzere hazırlandılar. Mustafa Necâti Bey de onlarla birlikte gitmek
istedi. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra yola çıktılar. Yolculuk esnâsında
güzel şeylerden bahsedildi. Arvas'ın yakınındaki Kırmızı Köprüyü geçtikten sonra
hepsi de ayrı bir mânevî havaya girdiler. Mustafa Necâti Bey de o havadan
etkilendi. Fakat kendisi içki içtiği için heybesinde iki şişe içki vardı. Arvas
kabristanının altındaki taşlıkta bu şişeleri kimseden habersiz, bir yere
sakladı. Arvas'a varıp, Seyyid Fehim hazretlerini ziyâret ettiler. Hepsi
sırasıyla saygıyla elini öptüler. Mustafa Necâti Bey de ellerini öpüp, tasavvuf
yolunda talebesi olmak istediğini bildirdi. Seyyid Fehim hazretleri ona; "Şişe
ile tarîkat bir arada olmaz. Git şişeleri kır, dök gel, öyle kabûl edelim."
buyurdu. Mustafa Necâti Bey şişeleri oraya koyduğunu kimsenin görmediğini
düşündü. Fakat Allahü teâlâ velî kullarına kerâmetle bildirir diye düşünerek
gitti. Şişelerden birini kırdı, diğerini de sıkışırsam kullanırım dedi. Seyyid
Fehim hazretlerinin huzûruna gelince; "Git öbürünü de kır gel!" buyurdular.
Mustafa Necâti Bey bu durum keyfî değil, zarûrîdir. O şişeyi oraya isteyerek
bırakmadım. Zarûrî kalırsam içerim, diye bıraktım." dedi. Seyyid Fehim
hazretleri; "Haramda zarûret olmaz." buyurdular. Mustafa Necâti Bey gidip o
şişeyi de kırdı. Sonra ellerini öptü ve talebeleri arasına girdi. Bundan sonra
içki alışkanlığı kalmadı. Mustafa Necâti Bey, Seyyid Fehim hazretleri hakkında;
"Türkiye'yi hemen hemen tamâmen, Arabistan'ın bir kısmını gezdim. Her yerde
meşâyıhtan pek çok kimseyle karşılaştım. Bu zât gibi olgun bir ferd görmedim.
Peygamber efendimizi ve Eshâb-ı kirâmı temsil ediyordu. Onlardaki ilim, hilim,
yumuşaklık, vakar, letâfet ve heybeti hiç kimsede görmedim." diye anlatır ve
ağlardı.
Seyyid
Tâhâ hazretlerinin oğlu Seyyid Ubeydullah Efendi hacca gitmek istiyordu. Van'a
geldi. Kendi kendine; "Arabistan'da babam Tâhâ-yı Hakkârî hazretlerini
tanıyanlar çoktur. İlim sohbetleri olur. Yanımda büyük bir âlimin bulunması
zarûrîdir. Buna lâyık ancak babamın halîfesi Seyyid Fehim hazretleridir." diye
düşünerek onları berâber götürmek üzere Van'a dâvet etti. Seyyid Fehim
hazretleri Van'a gelince; "Üstâdım birlikte hacca gidelim." dedi. Seyyid
Fehim hazretleri özür beyân edip; "Mâlî ve
bedenî durumum müsâid değildir." buyurdu. Seyyid Ubeydullah Efendi; "Mal ve para
işi bana âittir. Bedenî durumunuzla ilgili olarak Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretlerinin Dîvân'ına bakalım, ne çıkacak" dedi. Dîvân'ın bâzı
sayfalarını açtıkları zaman Medîne-i münevvere ile
ilgili beytler çıktı. Bunun üzerine karar verip birlikte hac yolculuğuna
çıktılar. İstanbul'a geçip, Fâtih'teki Reşâdiye Oteline indiler. Onların
İstanbul'a geldiklerini haber alan zamânın padişâhı Sultan İkinci Abdülhamîd
Han, kendilerini saraya dâvet etti. Sarayda misâfir edip, ikrâm ve ihsânlarda
bulundu.
Kendisi
velî olan, âlim ve velîlere çok hürmet eden Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Seyyid
Fehim hazretlerinin sohbetlerinde bulunup, duâsını aldı. On iki gün kadar
İstanbul'da misâfir ettikten sonra, Haydarpaşa'ya kadar merâsimle, törenle
uğurladı.
Seyyid
Fehim hazretleri ve Seyyid Ubeydullah Efendi vapurla Mısır'a gittiler. Oradaki
âlim ve velîler ile görüşüp sohbette bulundular. O devrin önemli ilim
merkezlerinden olan Ezher Medresesinden yetişen âlimler, Seyyid Fehim
hazretlerinin ilim ve fazîletteki üstünlüğünü kabûl ettiler.
Seyyid
Fehim hazretleri, hizmetlerinde bulunan Hacı Ömer Efendiyle birlikte Câmi-ül-Ezher
Medresesine gittiler. Bir odaya girdiler. Bu odada oturan bir âlimin etrâfında
çok sayıda kitaplar ve önünde bir kâğıt olduğu halde oturduğunu gördüler. Âlim,
kitaplara bakıyor fakat önündeki kâğıda bir şey yazamıyordu. Seyyid Fehim
hazretleri kâğıtta olan yazıyı bir defâda okuyup ezberledi. Çünkü bir defâ
okuduğu yazıyı ezberlemek onun husûsiyetlerindendi. Âlim kimse başını kaldırıp;
"Sizin okumanız var mıdır?" diye sordu. Seyyid Fehim hazretleri ilimle bir
mikdâr meşgûl olduğunu bildirdi. Âlim; "Siz bu kâğıttaki yazının mânâsını bilir
misiniz?" dedi. "Evet." cevâbını alınca, hayret etti ve; "Hayret! Câmiü'l-Ezher
Medresesi (Üniversitesi) bütün şûbeleri (fakülteleri) ile bir haftadan beri bu
meselenin halli için tâtil edildi. Reîsü'l-ulemâ başta olmak üzere bütün âlimler
gece-gündüz çalışmaktadır. Bu yazının mânâ ve mefhûmunu anlamaktan âciz kaldı."
dedi.Seyyid Fehim hazretleri; "Basit bir meseledir." buyurunca, âlim daha çok
hayret etti.
Seyyid
Fehim hazretleri anlaşılamayan meseleyi îzâh etmeye başladı. Hayretler vâdisinde
dolaşan âlim, saygıyla kalkıp elini öptükten sonra, hemen kâğıt kalem alıp
Fehim-i Arvâsî hazretlerinin îzâhını yazdı. Adresini alarak tekrar ellerini öptü
ve ayrıldı. Seyyid Fehim hazretleri de Hacı Ömer Efendiyle birlikte
kirâladıkları eve döndü.
Bir
müddet sonra Câmiu'l-Ezher Medresesi Reîsü'l-ulemâsının (rektörü) gönderdiği
dört âlim çıkageldi. Reîsü'l-ulemâ tarafından Câmiü'l-Ezhere dâvet edildiğini
ifâde ettiler. Seyyid Fehim hazretleri dâveti kabûl buyurup, gitti. Büyük bir
salonda Reîsü'l-ulemâ başta olmak üzere beş yüze yakın âlim büyük bir saygı ile
kendisini karşıladılar. Seyyid Fehim hazretleriyle Reîsü'l-ulemâ yanyana
oturdular. Sohbet başladı.Reîsü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerine; "Efendi
hazretleri! Tam istenen şekilde açıkladığınız mesele, Câmiü'l-Ezherce müşkil ve
mânâsı anlaşılamayan bir mesele hâline gelmişti. Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla bu
müşkilâttan bizleri kurtardınız. Câmiü'l-Ezher size sonsuz şükrân borçludur."
dedi.
Birçok
müşkil meselelerin halledildiği suâlli cevaplı sohbet, saatlerce devâm etti. Bu
sırada Seyyid Fehim hazretleri, yanındaki Hacı Ömer Efendiden tütün çubuğunu
doldurmasını ve yakmasını istedi. Hacı Ömer Efendinin hazırladığı çubuktan
birkaç nefes çekip yerine koydu. Reîsü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerinden
müsâde isteyip; "Birkaç nefes de ben çekebilir miyim?" dedi. Seyyid Fehim
hazretleri müsâde ettikten sonra birkaç nefes deReîsü'l-ulemâ çekti. Fakat bu
sırada salondaki âlimler arasında fısıltılar başladı. İki âlim gelerek Reîsü'l-ulemâ'ya;
"Efendim tütün içmenin kesin haram olduğuna dâir dört fetvâ vermiştiniz. Şimdi
içiyorsunuz, hikmeti nedir?" diye sordular. Reîsü'l-ulemâ cevâben; "Yemin ederim
ki bizim ilmimiz bu zâtın ilmi yanında denizde bir damla gibidir. Verâ ve
takvâmız da bu zâtın verâ ve takvâsı yanında yok gibidir. Bu zâta uyarak
bugünden sonra tütün içeceğim. Demek ki yanılmışım. Haram değilmiş. Haram ve
günah olsaydı, bu zât ağzına koyar mıydı? Siz serbestsiniz. Benden haram
olduğunu duyan herkese haram olmadığını duyurunuz." dedi.
Şöhret
sâhibi olmaktan kaçınan Seyyid Fehim hazretleri bir an evvel Mısır'dan ayrılmak
istedi. Ancak âlimlerin ve Seyyid Ubeydullah Efendinin ısrarlı istekleri üzerine
Mısır âlimlerinin ve halkının müşkil meselelerini halletmek üzere bir müddet
daha kaldı. Orada bulunduğu süre içinde ilim meclislerinde ve sohbetlerinde
İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Daha sonra Mısır'dan ayrılarak hac
ibâdetini yerine getirmek üzere yanındakilerle birlikte Mekke-i mükerremeye
gitti. Mekke-i mükerremede bulunduğu
sırada pek çok âlim ve velî ile görüşüp sohbette bulundu. Şâfiî mezhebi fıkhına
dâir İânetü't-Tâlibîn adlı kitabı te'lif
eden Şeyh Seyyid Ebû Bekr (rahmetullahi aleyh) birçok müşkil meselelerini Seyyid
Fehim hazretlerine sorup cevâbını aldı. Seyyid Ebû Bekr; "Bu mübârek beldede
bulunduğunuz müddetçe teşrif edin, sizden istifâde edelim." dedi. Bir gün Hacı
Ömer Efendiye gizlice; "Belki Mısır Reîsü'l-ulemâsı bu zâtın derecesinde
olabilir. Ondan başka yeryüzünde bu zât gibi bir âlim bulunduğuna inanmam."
dedi. Hacı Ömer Efendi Mısır Reîsü'l-ulemâsı ile olan görüşmeyi anlatınca,
Seyyid Ebû Bekr; "Allahü teâlâ ona uzun ömür vermekle bizi nîmetlendirsin. Onun
ilminden doğruluğundan, takvâsından ve himmetinden bizleri nasîblendirsin." diye
duâ etti.
Seyyid
Fehim hazretleri Mekke'de bulunduğu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
torunlarından Ahmed Saîd'in oğlu Muhammed Mazhâr Müceddîdî ile görüştü. Bu
sebeple oğullarının birinin ismini Mazhar koydu.
Hac
vazîfesini îfâ ettikten sonra Medîne-i münevvereye giden Seyyid Fehim-i Arvâsî
hazretleri, sevgili Peygamberimizin mübârek kabrini ziyâret edip, feyzlerine
kavuştu. Sonra tekrar Arvas'a dönüp irşada devâm etti.
Hayâtında cemâatsiz namaz kılmadı. On iki yaşından beri gece teheccüd namazını
kaçırmamıştır. Talebelerinden Molla Abdülhakîm veya Molla Şâbân bulundukları
zaman onlara uyar, bulunmadıkları zaman kendisi imâm olurdu. Mihrâba geçip
tekbir aldığında elektrik cereyânı gibi kalplere tesir ederdi. Ramazân-ı şerîfte
teravih namazını hatimle kılarlar, yâni her rekatte bir sayfa Kur'ân-ı kerîm
okunurdu. Terâvih ve duâ biter sahur sofrası hazırlanırdı. Sahurdan sonra sabah
ezânı okunur, namazdan sonra, zikir ve murâkabe ile meşgûl olunurdu. Güneş
yükseldikten sonra kuşluk, namazı kılınır, kaylûle vaktinde iki saat kadar
uyurlardı.
Seyyid
Fehim hazretlerinin sohbet ve hizmetinde bulunanlar, kendilerini dünyâdan
uzaklaşmış görürlerdi. Arapça, Farsça, Türkçe ile diğer mahalli dilleri bilirdi.
Her dildeki mahâreti emsâlinden üstündü. Arapça konuştuğu zaman Mısır Câmiü'l-Ezherinde
yetiştiği sanılırdı. Maddî ve mânevî bütün ilimlerde derin âlim, fesâhat ve
belâgatları hârikaydı. Seyyid Abdülhakîm hazretleri onun vasıflarını
şu şekilde anlatırdı: "O, her ilimde bir okyanustu. Derinliğine kimse inemedi.
Ancak oğlu ve halifesi Seyyid Muhammed Emin azıcık anlıyordu. Hattâ Şeyh Sa'dî
Şîrâzî'nin Gülistan'ından bir
beyt okudular ve îzâh buyurdular. Bir mikdârını anlayabildim.
Seyyid Muhammed Emin de bir mikdar daha anladı. Sonra o da anlayamadı. Hülâsa
hakîkat ve inceliklerini kimse hakkıyla idrâk edemedi.
Seyyid
Fehim hazretleri insanlara İslâmiyeti anlattığı gibi, cin tâifesine de
anlatırdı. Cinlerden dört binden fazla talebesi vardı.
Seyyid
Fehim hazretleri bir gece rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Resûlullah
efendimiz ona; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurdu. Bu emir
üzerine Abdülhakîm Efendinin terbiyesine daha çok ihtimâm gösterip, onu
tasavvuftaki vilâyet-i Ahmediyye derecesine ulaştırdı.
Seyyid
Fehim hazretlerinin önde gelen talebesi Seyyid Abdülhakîm Efendi, onun
sohbetlerinden çok istifâde etmişti. Bir gece benzeri olmayan bir sohbet oldu.
Seyyid Abdülhakîm bu sohbette dinlediklerini kendisi için yeterli görerek; "Bu
sohbet bana yeter, alabileceğim her şeyi bu gece aldım." diye düşündü. Sabah
olunca üstâdı kendisinden ibriğini istedi. Abdülhakîm Efendi ibriği bir elma
ağacının altında bulunan hocasına götürdü. Bu sırada hazret-i Seyyid; "Abdülhakîm!
Bu ağaç ne ağacıdır?" diye sordu. "Elma ağacıdır efendim." diye cevap alınca;
"Bu ağacın bir gövdesi, dalları, dallarında da meyveleri vardır. Şimdi bir
elmanın içindeki çekirdeği yiyen bir kurt, ben bütün elmayı ve elma ağacını
yedim, onda olanları aldım dese, doğru olur mu?" buyurdu. Böylece Seyyid
Abdülhakîm Efendiye akşamki düşüncelerinin yanlış olduğunu bildirip, daha çok
gayret etmesi gerektiğini işâret buyurdu.
Hazret-i Seyyid talebelerinin en üstünü olan Seyyid Abdülhakîm Efendiye
hilâfetnâme vermeden beş yıl önce, kardeşlerine yazdığı mektupta buyurdu ki:
"Sevdiğim, kıymetli Seyyid İbrâhim ve Seyyid Tâhâ. Allahü teâlâ ikinize de
selâmet versin. Size çok duâ ettikten ve selâm eyledikten sonra, bildiğiniz gibi
kardeşiniz Seyyid Molla Abdülhakîm geçen sonbaharda buraya gelmiş, ders okumaya
başlamıştı. Bu fakir de onun dersini gâyet dikkatle ve tahkik ederek anlattım. O
da gerek derste, gerek kendi çalışmalarında öylece dikkat ve tahkik eyledi.
İlimden başka bir şeye bakmasına vakit bırakmadım. Şimdi, zamânımızdaki usûle
göre kitapları bitirdi. Bu fakir, âlet ilimlerini, fıkıh ve hadîs ilimlerini
okutmak için, üstadlarımdan nasıl mezun olduysam, onu da öyle mezun eyledim.
Sizler artık ona kardeş gözüyle bakmayınız. İlmin şerefini gözetmek için ona
karşı çok tevâzû gösteriniz. Bunları sizin iyiliğiniz ve yükselmeniz için
yazıyorum. Bundan başka ilme tevâzû göstermek, Allahü teâlâya tevâzû etmek
demektir. Bu kısa yazımdan çok şeyler anlayınız! Esseyyid Fehim."
Hazret-i Seyyid Abdülhakîm Efendiye 1882 (H.1300) senesinde zâhirî ilimlerde
icâzet, diploma verdiği gibi, 1888 (H.1305) senesinde tasavvufta Nakşibendiyye,
Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Çeştiyye ve Kübreviyye yollarından hilâfet de verdi.
İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi. Seyyid
Abdülhakîm'e yazdığı bir mektupta buyurdu ki: "Sevgili oğlum, gözümün nûru
Seyyid Molla Abdülhakîm! Size, sonsuz duâlarımı bildirdikten sonra arz edeyim
ki, uzun zamandan beri, sizden haber almadığım için, gönlüm çok üzülüyor. Allahü
teâlâ her gizli şeyleri bilir. O şâhiddir ki, kalbim hemen her zaman seninledir
diyebilirim. Beni bu üzüntüden kurtarmak için, görünür görünmez hallerinizi sık
sık bildirmelisiniz! Böylece sevgi bağları oynatılmış olur. Eğer o, gözümün nûru
buradaki fakirlerden soracak olursa, Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun!
Bedenimizin ve etrâfımızın râhatı ve selâmeti günden güne artmaktadır. Hak teâlâ,
biz fakirlerin ve bütün kardeşlerimizin kalplerine selâmet ihsân buyursun! Âmin.
Şeyh Abdülhamîd'e ve Şeyh Hasan'a ve Seyyid İbrâhim'e bu fakîrin duâlarını
bildiriniz! Tâhâ Efendiye ve Mazhar Efendiye duâ ederim. Her kime uygun
görürseniz, bu fakîrin duâlarını bildirmek için, vekilimsiniz. Bundan başka,
Nehri'de olanların, doğru eğri hepsinin hallerini yazınız. Ayrıca, Nastûrîlerin
taşkınlık yaptıklarını, dört yüz müslüman öldürdüklerini işittik. Bunların neler
yaptıklarını ve ne için yaptıklarını da bildirmenizi istiyorum. Vesselâm.
Duâcınız günâhkâr Seyyid Fehim."
Ömrünü
İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle geçiren Seyyid Fehim hazretleri vefâtından
altı ay öncesinden îtibâren sefer hazırlığına başlamıştı. Sohbetlerinde her
zamankinden daha çok ölümden bahsediyordu. Şimdi medfûn bulunduğu kabr-i şerîfin
yerine bakarak, Arvas kabristanına defnedilenlerin îmanlı olduğu takdirde bütün
günâhlarının affedileceğini beyân buyururlardı.
Ömrünün
son günlerine doğru rahatsızlığı fazlalaştı. Bir Cumâ günü hasta haliyle câmiye
gitti. O gün halîfesi ve oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendi beliğ ve hazîn bir
hutbe okudu. Câminin arkasındaki çeşmeye kadar saflar bağlamış olan cemâat bu
hutbenin tesiriyle mahzûn olup, ağladı. Seyyid Fehim hazretleri Cumâ namazını
oturarak kıldı. Sonra da Seyyid Abdülhakîm Efendi, Seyyid Muhammed Emîn Efendi,
Halîfe Derviş ve Halîfe Ali adlı dört halîfesini huzûruna dâvet buyurarak
vasiyetlerini şöyle bildirdi:
"...Muhammed Emin yerime ikâme edilmiştir. Yâni benim vazîfemi yürütecektir.
İnce kalplidir. Bize karşı sevgisi çok kuvvetli olduğu için benden sonra fazla
yaşayacağını zannetmiyorum. Ondan sonra Seyyid Abdülhakîm mutlak olarak yerime
ikâme buyrulmuştur. Kendisi, Arvas'ta olsun, Başkale'de olsun, İstanbul'da olsun
ona itâat ediniz. Onun rızâsı benim rızâmdır. Ona muhâlefet bana muhâlefettir."
buyurarak SeyyidAbdülhakîm Efendinin zamanla İstanbul'a geleceğini işâret etti.
Dört halîfesinden başka bâzı talebelerinin de bulunduğu sırada vasiyetine devâm
ederek buyurdu ki:
"Kitaplarımı Arvas Kütüphânesine vakfettim. Benim bildiğim kimseye borcum
yoktur. İhtiyâten îlân edin. Şâyet alacaklılar çıkarsa, ne kadar iddiâ
ederlerse, Muhammed Emin tereddütsüz versin. İlmin ve Nakşibendiyye yolunun
yayılmasına ihtimâm gösteriniz. Seyyidim ve senedim Seyyid Büzürk (Seyyid Tâhâ-yı
Hakkârî) hazretlerinin, her sene asgarî bir defâ Van'a gidip halkı irşâd için
fakîre olan emirlerini yerine getiriniz. Hüseyin'in annesinin genç olmasına
rağmen çocuklarını bırakıp gideceğine kâni değilim. Bununla berâber himâye etmek
lâzımdır." buyurdu. O sırada on yaşında olan Hüseyin Efendi orada oynuyordu. Bir
ara; "Can fedâ babacığım. Misâfir çoktur. Dışarıda hep sizi bekliyorlar. Niye
yatıyorsunuz. Kalkın misâfire bakın." deyince, çocuğun sözlerine tebessüm
ederek; "Bu çocuk sâlihtir." buyurdu.
Vasiyetine devâm ederek; "Benden sonra çok fitne çıkacak, kadınlardan hayâ
perdesi kalkıp, çarşı pazarlarda dolaşacaklar. İslâm, Abdülhamîd Hanla kâimdir."
buyurdu. Bir ara Seyyid Abdülhakîm Efendiye dönerek; "Cenâb-ı Hak sizi muhâfaza
edecektir." buyurdu ve İbrâhim aleyhisselâmın ateşte yanmadığı kıssasını
anlattı. "Nakşibendiyye yolunun yayılması için elimden geldiğince, kıl kadar
ayrılmamak üzere hizmet ettim. İnşâallah mes'ûl değilim. Tam tedkîk etmeden
fetvâ vermeyiniz. Ruhsatlarla yetinmeyiniz. İmkân oldukça azîmetleri esas kabûl
ediniz." buyurduktan sonra bir müddet kimseyi yanlarına kabûl buyurmadılar.
Allahü teâlâyı anmakla ve ibâdetle meşgûl oldular. Bir ara karpuz istediler.
Fakat o mevsimde Müküs'de karpuz yoktu. Çatak'a gidip getirdiler. Fakat karpuzu
yemeden vefât ettiler.
Fehim-iArvâsî
hazretlerinin hastalığını duyanlar uzak yakın her taraftan gelip ziyâret
ettiler. Tedâvî için doktorlar getirdiler. Vefât ettiği günün ikindi namazını
oturarak kılan Seyyid Fehim hazretlerinin mübârek vücudları secdeden mübârek
başını kaldırmayacak derecede zayıflamıştı. Oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendinin
yardımıyla başını secdeden kaldırabiliyordu. Bu sırada hüzün ve üzüntü Arvas
ve etrâfını kaplamış, evin etrâfında yüzlerce seveni ve talebesi onun iyileşmesi
haberini bekliyordu. O sırada renk renk, çeşit çeşit kuşlar geldiler, havada
sıra sıra durarak herkesin hissettiği şekilde hüzünlerini
izhâr ettiler. Yüzbinlerce kuş, Arvas üzerinde şemsiye gibi gölge ettiler. O
arada gaybdan bir ses; "Yâ eyyetühennefsü'l-mutmeinneh..." âyet-i kerîmesini sonuna kadar okudu.
Secdeden başını kaldırıp "Er-Refîku'l-a'lâ." dedikten sonra sesli bir kelime-i
tevhidden sonra 1895 (H.1313) senesi Şevval ayının on beşinci Salı günü rûhunu
teslim etti. Vefât haberi duyulunca, başta sevenleri olmak üzere bütün halk ve
yabânî hayvanlar bile üzüldüler.
Seyyid
Fehim-i Arvâsî hazretleri, teçhiz ve tekfinden sonra sevenlerinin gözyaşları
arasında Arvas kabristanında daha önceden işâret ettiği yerde defnedildi.
Seyyid
Fehim-i Arvâsî hazretlerinin Arvas'ta bulunan kabri, sevenleri tarafından
ziyâret edilmekte ve bereketlerinden faydalanılmaktadır. Vesîle edilerek yapılan
duâlar kabûl olmaktadır. Çocuğu olmayanlar çocuğa sâhib olmakta, hasta olanlar
şifâya kavuşmaktadırlar. Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı Karkar Deresi köyünden
çocukları olmayan karı-koca Arvas'a gelip Seyyid Fehim hazretlerinin kabrini
ziyâret ettiler. Çocukları olması için, Seyyid Fehim hazretlerinin rûhâniyetini
vesîle ederek duâ ettiler. Sonra ikiz çocukları oldu. 1980 senesi sonbaharında
tekrar Arvas'a gelen karı-koca kabr-i şerîfi ziyâret ettikten sonra üç defâ ikiz
çocuklarının olduğunu bildirdiler. Hasta olup şifâ bulanlar da anlatılmaktadır.
Seyyid
FehimArvâsî hazretlerinin vazîfesini bir müddet oğlu ve halîfesi Seyyid Muhammed
Emîn Efendi devâm ettirdi. Onun vefâtından sonra da mutlak halîfesi Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî hazretleri devâm ettirdi.
Hazret-i Seyyidin, Güster Hanım, Emetullah, Nâhiye ve Esmâ hanım isimlerinde
kızlarından başka on oğlu vardır.
1-
Seyyid Muhammed Reşîd Efendi: Genç yaşta Gevaş'ın Tıgnız köyünde vefât etti.
Kabri Zeve köyü kabristanında SultanZübeyr hazretlerinin türbesi yanındadır.
2-
Seyyid Muhammed Emin Efendi: 1867 (H.1284) senesinde Arvas'ta doğdu. Babasının
halîfelerindendir. 1900 (H.1317) senesinde, hac dönüşünde Tûr-i Sinâ'da vefât
etti.
3-
Seyyid MuhammedMazhar Efendi: Genç yaşta vefât etmiştir. Kabri Arvas'tadır.
4-
Seyyid Muhammed Mâsûm Efendi: 1879 (H.1296)da Arvas'ta doğdu. 1942'de yine
Arvas'ta vefât etti. Kabri, babasının bitişiğindedir.
5-
Seyyid MuhammedSıddîk Efendi: 1879 (H.1296) senesinde Arvas'ta doğdu. 1916
(H.1334) senesinde Gürpınar'da dere kenarında abdest alırken ermenilerce şehîd
edildi. Kabri, Van'ın Gürpınar ilçesine bağlı Mejıngir (Yukarı Kaymaz) köyünde
olup, ziyâret edilmektedir. Seyyid Abdülhakim Efendinin halîfesi idi.
6-
Seyyid HasanMedenî Efendi: Van müftüsüyken Hicaz'a gidip, yirmi sene Medîne-i
münevverede kaldı. 1968 (H. 1388) senesi Berât gecesinde vefât etti.Cennetü'l-Bakî'
kabristanında defnedildi.
7-
Seyyid Hüseyin Efendi: 1887 (H.1304) senesinde doğdu. 1962 (H.1382) senesinde
vefât edip, Gevaş'ın Hacı Zive köyünde büyük birâderi MollaMuhammed Reşid'in
yanında defnedildi.
8-
Seyyid Muhammed Sâlih Efendi: 1949 (H.1369) senesinde hacca gidip, Medîne-i
münevverede vefât etti. Cennetü'l-Bakî'de defnolundu.
9-
Seyyid Nizâmeddîn Efendi: Van'da Akköprü kabristanında medfundur.
10-
Seyyid Şemseddîn: Küçük yaşta vefât etmiş olup, Arvas'ta medfûndur.
Seyyid
Fehim Arvâsî hazretlerinin oğullarından ve kızlarından meydana gelen torunlarıyla
nesli devâm etmektedir.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
EFENDİMİZ
SÜSLENMEYE BAŞLAMIŞ
Seyyid
Fehim hazretlerinin ilim tahsîline ara verdiği günlerdeydi. Bir bayram günü
Şırnak'ta îmâl edilen meşhûr tiftik yününden yapılmış bir elbise giymişti. Kendi
güzelliğiyle, elbisenin hoşluğu birbirine eklenmiş, fevkalâde bir güzellikle
dikkatleri üzerine çekiyordu. Arvas'a yakın bir köyde oturan, akıllı ve olgun,
Arvâsîlere çok bağlı Şeyhu diye anılan bir zât, Arvas Câmiinin karşısındaki
damda duruyordu. Onu görünce; "Bir zamanlar Arvas'tan meşhur âlimler çıkardı.
Şimdi ise güzel ve yakışıklı gençler çıkıyor. Ah, "çok yazık" diye inledi. Bu
sözü işiten Seyyid Fehim; "Bu sözü niçin söyledin?" diye sorunca; "Hiç, içimden
öyle geldi." dedi. Seyyid Fehim; "Bu sözü söylemenizin bir sebebi vardır
muhakkak, söyleyiniz." dedi. Şeyhu; "Medrese âlimsiz, müderrissiz kaldı. Biz
inşâallah filan efendimiz yetişir diyorduk. Şimdi bakıyorum da, o efendimiz
giyinmeye, süslenmeye başlamış." cevâbını verdi. Bu sözlerin kendisine
söylendiğini anlayan Seyyid Fehim hemen eve gidip güzel elbiselerini çıkardı.
Kitaplarını çantasına yerleştirip gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra yeniden
ilim tahsîline çıktı.
GECE EVDEN
NİÇİN AYRILDILAR?
Seyyid
Fehim hazretleri her sene Van'a gelişinde bir müddet kalırdı. Âşıkları toplanır,
feyz alırlardı. Genellikle kendisini çok seven mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin
evinde misâfir olurdu. Bir seneAhmed Bey hacca gitmişti. Van'a bir gelişinde
yine onun evinde kaldı. Bir gece yarısı yakınlarından birini çağırdı ve;
"Arkadaşlarını uyandır! Şimdi buradan çıkıp, falan eve gideceğiz." buyurdu. O
kimse; "Efendim gece yarısı gitmek ayıp olur. Yarın gitsek olmaz mı?" dedi.
"Hayır şimdi gideceğiz. Hem Ahmed Beyin oğullarına da haber ver." buyurdu.
Durumu öğrenen Ahmed Beyin oğulları gelip yalvardılar. "Efendim bir kusur
yaptıksa af buyurun. Bizden ayrılmayın. Babamız işitirse üzülür. Biz ona ne
cevap vereceğiz, lutfediniz, ihsân ediniz! Kabahatimizi bağışlayınız." dediler.
Çok göz yaşı döktüler. Seyyid Fehim hazretleri; "Hayır sizden çok râzıyım, bize
her hizmeti fazlası ile yapıyorsunuz. Sizlere duâ etmekteyim. Fakat şimdi
gitmemiz lâzım." buyurdu. Ahmed Beyin oğulları; "Emir buyurduğunuz gibi olsun."
dediler. Gece yarısı sevdiklerinden bir başkasının evine gittiler.
Ertesi
gün oğlu Muhammed Emin Efendi, Ahmed Beyin oğullarının pekçok üzüldüklerini
söyledi ve; "Babacığım o evde sabaha kadar kalsaydık ne olurdu?" diye sorunca,
Seyyid Fehim hazretleri; "Oğlum! Şimdi kimseye söyleme. Bu gece Ahmed Bey Mekke-i
mükerremede vefât etti. Ev yetim evi oldu. Mal mîrâsçılara kaldı. Evvelce her
şeyi kullanıyor, yiyip içiyorduk. Çünkü Ahmed Beyin seve seve helâl edeceğini
biliyordum. Şimdi ise tanışmadığımız mîrâsçılarının hakkı olduğundan bir şeyi
kullanmak câiz olmaz. Kul hakkından kaçınmak için acele ayrıldım." buyurdu.Bir
ay sonra hacılar döndü. Herkes geldi. Ahmed Bey gelmedi. "Bir gece yarısı
Mekke'de vefât etti." dediler. Hesâb ettiler, Seyyid Fehim hazretlerinin evden
ayrıldığı geceye rastlıyordu. Onun kerâmeti olduğunu anladılar.
ŞEYHİN SENİ
ÖLDÜRTMEZ
Van'ın
Gürpınar Muhammed Pîrân aşîretinden Ali isminde bir zât gelerek Seyyid Fehim
hazretlerine talebe oldu. Bir yolculuk sırasında vaktiyle hasmı olan bir kimse
yolunu kesti. Ali ismindeki zâtı öldürmek üzere silâhına sarıldı. Nişan aldığı
sırada Ali ismindeki zât; "Beni öldürme! Hazret-i Şeyhe (Seyyid Fehim) talebe
oldum. Bütün dünyâ düşüncelerinden sıyrıldım." diyerek, hasmını iknâ etmeye
çalıştı. Fakat silâhlı kimse onu dinlemeyip silâhının tetiğine bastı. Beş tane
fişeği vardı. Hepsini attı fakat hiç ses duyulmadığı gibi, Ali Efendiye de
herhangi bir şey olmadı. Silâhlı kimse, fişek yuvasına baktı, fişekleri
göremedi. Olanlar karşısında şaşırıp kaldı. "Şeyhin seni öldürtmez." diyerek
ayrılıp gitti.
Ali
Efendi bir müddet sonra Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretlerini ziyâret etmek üzere
Arvas'a gitti. Ziyâret esnâsında Seyyid Fehim hazretleri ona; "Köyün tepesinde
çok korktunuz mu?" diye sordu. Ali Efendi; "Evet efendim." dedi. Seyyid Fehim
hazretleri oturduğu postun altından beş adet fişeği çıkararak Ali Efendiye verdi
ve; "Kul hakkıdır. Üzerimizde kalmasın." buyurup fişekleri sâhibine vermeyi
emretti. Ali Efendi bu fişekleri sâhibine götürüp verdi. Hâdise sırasında zâten
hayret içinde kalmış olan silâhlı kimse, yaptıklarına pişman oldu. Tövbe edip,
Arvas'a gitti ve Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu.
BEYİTLER
SOFU BABA'NIN
AŞKI
Seyyid
Fehîm her sene, Van'a gidip bir defâ
Güzel
sohbetleriyle, nûr saçardı etrafa.
Mevsim
yaz olduğundan, hava bir sıcaktı ki,
İnsanlar harâretten, kavruluyordu sanki.
Gençten
bir kimse vardı, hem de Fehîm isminde,
Yaşardı
o zamanlar, günah işler içinde.
Bu
genç, dağdan bir tabak, kar temin edip bir gün,
Getirip
huzûruna, arz etti o büyüğün.
Seyyid
Fehîm o gence, buyurdu: "İsmin nedir?"
O gâyet
sıkılarak, dedi: "İsmim Fehîm'dir."
Bir
makbûl olmuştu ki, getirdiği soğuk kar,
Şefkatle etti ona, bir teveccüh ve nazar.
Bu,
öyle bir teveccüh, öyle nazardı ki hem,
Kalbi,
Seyyid Fehîm'in, aşkıyla doldu o dem.
Öyle
bir muhabbetle, bağlandı ki o zâta,
Onun
muhabbetiyle yanar oldu âdetâ.
Sonradan Seyyid Fehîm, Arvas'a etti avdet,
O sene
kış mevsimi, şiddetli geçti gâyet.
Ve
lâkin yanıyordu, o aşkla onun gönlü,
Onun
ayrılığına, yoktu hiç tahammülü.
En son
dayanamayıp, dedi ki: "Anneciğim,
Heybemi
hazır et ki, Arvas'a gideceğim."
Dedi:
"Gitme evladım, bir baksana şu kışa,
Çıkarsan yem olursun, dağlarda kurda kuşa."
Lâkin
o, kararını, vermiş idi pek kat'i,
Zîrâ
onun aşkından, kalmamıştı tâkati.
Heybesini alarak, düştü Arvas yoluna,
Ona
kavuşmak için, bir mâni yoktu ona.
Her an
ölüm saçarken, aç kurtlar, soğuk ve kar
O, dağ
dere demeyip, gidiyordu bir karar.
Zîrâ
onu götüren, bir sevgiydi, bir aşktı.
Çünkü
Seyyid Fehîm'e, varıp kavuşacaktı.
Bir
dağın tepesinde, tam bu aşkla giderken,
Baktı
ki karşısına, bir adam çıktı birden.
Ve
sordu ki: "Nereye, gidiyorsun ey Fehîm?
Eğer
arzû edersen, sana yardım edeyim."
Lâkin
o, cevap bile, vermiyerek hiç ona,
Yine
aynı aşk ile, devam etti yoluna.
Çünkü
Seyyid Fehîm'le, berâberdi o zâten,
Ve onun
aşkı ile, gidiyordu esâsen.
Ve bir
akşam, Arvas'ta, ezân okundu, fakat,
Namaz
için mihrâba, geçmedi o büyük zât.
Herkes
merak ederken, niçin beklediğini,
Seyyid
Fehîm bildirdi, bu işin hikmetini.
Buyurdu: "Bir yolcumuz, geliyor, yolda şu an,
Hem de
donmak üzere, neredeyse soğuktan."
Biraz
sonra genç Fehîm, bir kardan adam gibi,
Kavuştu
ma'şûkuna, dinlemeyip kar tipi.
Buyurdu
ki: "Ey Fehîm, o yolda rast geldiğin,
Hızır'dı, niçin ondan, bir yardım istemedin?"
Dedi
ki: "Beraberdim, o anda sizin ile,
Çok
kolay geliyordum, sizin himmetinizle.
Siz de
geliyordunuz, o yolda yanım sıra,
Sizinle
beraberken, bakar mıyım Hızır'a.
Ben
sizin aşkınızla, dağları aşıyordum.
Her
adımda daha çok, size yaklaşıyordum."
Sofu
Baba derler ki, ona Van civârında,
Ziyâret
etmektedir, sevenler, mezarında.
KIR O ŞİŞELERİ
Necâti
Bey isminde, var idi ki bir kişi,
Vaktiyle Adliye'de, müfettişlikti işi.
İşte bu
Necâti Bey, vazîfeyle bir sene,
Bir
Arefe gününde, gitti "Müks" ilçesine,
Kendisi
anlatır ki: Müks'e vardığımda ben,
Bayram
namazı için, câmiye gittik hemen.
Kaymakam ve ilçenin, bâzı mühim zâtları,
Baktım,
namazdan sonra, çıkardılar atları.
Tahmîn
ettim, bir yere, gidiliyordu derhâl,
"Bir
yere yolculuk mu, var?" diye ettim suâl.
Dediler: "Bayramlarda, şudur ki âdetimiz,
Namazı
müteâkip, Arvas'a gideriz biz.
Orada
Seyyid Fehîm, diye var bir evliyâ,
Onu
ziyâret edip, alırız hayır duâ."
Dedim
ki: "Vaziyetim, değilse de pek iyi,
Beni
dahî götürün, göreyim o velîyi."
"Olur"
deyip bana da, hazırladılar bir at,
Yola
düştük ise de, bir hoş oldum ben fakat.
Çünkü
benim aslında, din ile yoktu ilgim,
İslâmî
husûslarda, yok idi hiç bir bilgim.
Ayrıca
da mâlesef, mübtelâydım içkiye,
Şimdiyse gidiyorduk, bir evliyâ kişiye.
Vaktâ
ki sınırından, duhûl ettik Arvas'ın,
Sanki
başka bir âlem, zuhur etti ansızın.
Ömrümde
hiç böyle şey, görmemiştim doğrusu,
Girince
sardı bizi, sanki "Cennet koku"su.
Alışkın
olduğumdan, içkiye ve lâkin ben,
Heybeme"iki şişe", koymuştum ihtiyâten.
Zîrâ
mübtelâ idim, içmeden edemezdim,
İçmediğim zamanlar, kararırdı gözlerim.
Varınca
biraz sonra, Arvas kabristanına,
Sakladım şişeleri, taşların arasına.
Kimseye
sezdirmeden, yapmıştım ben bu işi,
Yol
arkadaşlarımdan, görmedi hiç bir kişi.
Orada
"Fâtiha"lar, okuyarak mevtâya,
Sonra
gittik hepimiz, o büyük evliyâya.
Huzûruna girip de, görür görmez o zâtı,
Düşündüm ki "Var bunda, sanki melek sıfatı.
Önce
görmüş olduğum, insanlardan değildir,
Bu çok
büyük bir insan, bu mürşid-i kâmildir,"
Kendisine gönülden teslîm oldum bin aşkla,
Ellerine sarılıp, öptüm bir iştiyâkla.
Büyük
bir arzû ile, arz ettim ki: "Efendim,
Bu
tasavvuf yoluna, ben de girmek isterim."
Gülerek
buyurdu ki: "Bu, böyle olmaz fakat,
Olur mu
bir arada, şişe ile bu hayat?
Gidip
kabristandaki, kır o iki şişeyi,
Ondan
sonra gel bizden, talep eyle bu şeyi."
"Peki
efendim" deyip, birini kırıp attım,
Her
ihtimâle karşı, öbürünü bıraktım.
Huzûruna gelince, buyurdu: "Ey müfettiş,
Git,
öbür şişeyi de, kır gel ki, bitsin bu iş."
"Peki"
dedim ve gidip, kırdım öbürünü de,
Gelip
tövbe eyledim, o büyüğün önünde.
Çok
memleket dolaştım, çok âlim gördüm, fakat,
Görmedim hiç bir yerde, onun gibi büyük zât.
KAYNAKLAR
1) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1077,1142
2)
Eshâb-ı Kirâm (14. Baskı); s.158-162
3)
İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.2, s.771-817
|