CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

FÂTIMA BİNTİ MÜSENNÂ

Endülüs'ün İşbîliyye şehrinde yetişen hanım velîlerden. İsmi, Fâtıma binti Müsennâ'dır. On ikinci asırda yaşamıştır.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri Rûh-ül-Kuds isimli eserinde şöyle anlatıyor:

Ben, Fâtıma binti Müsennâ'ya yetiştim. On sene sohbetlerine devâm ettim. Dikkat ettim, hiçbir şey yemiyordu. İnsanlar yemek olarak kapısının önüne bir şey koyarlarsa, onlardan ölmeyecek kadar yerdi. Ben yanına oturduğumda, yüzüne bakmaya utanır, hayâ ederdim. 90 yaşının üzerinde olduğu hâlde, kendisini gören çok genç zannederdi. Kendi hâlinde yaşardı. Dünyâ ile alâkası yoktu. Kimseden bir şey istemezdi. Bir ihtiyâcı olsa, görülmesi icâb eden bir işi meydana çıksa Fâtiha-i şerîfeyi okur, Allahü teâlânın izni ile o şey hemen hallolurdu. Onun kalması için, kendi elimle hurma dallarından bir ev yaptım. Orada kalırdı. Huzûruna benden başka kimsenin girmesine müsâade etmezdi. "Niçin sâdece ona izin veriyorsunuz da başkalarına müsâade etmiyorsunuz?" diye suâl edildiğinde, cevâben; "Başkaları yanıma geldikleri zaman yarım olarak gelirler. Yâni kendileri gelirler, fakat kalpleri işlerinin, dünyâlıklarının, evlerinin, âilelerinin yanında kalıyor. Ancak Muhammed ibni Arabî benim evlâdımdır. Gözümün nûrudur." buyurdu. Yanıma geldiği zaman, tam gelir. Oturduğu zaman tam oturur. Diğerleri gibi, geride bir şey bırakmaz. Düşünceleri, kalbi geride olmaz." buyurdu.

Fâtıma binti Müsennâ hazretleri, her an Allahü teâlâyı düşünürdü. Hep O'nu hatırlardı. "Ente, ente (Sensin, sensin), senden başka her şey boştur." derdi. Onun hâlini ve durumunu anlayamayanlar, kendisine ahmak derlerdi. Hakkında böyle uygunsuz şeyler söylendiğini haber alınca; "Asıl ahmak, Rabbini tanımayanlardır." buyururdu. Fâtıma binti Müsennâ o zamanda bulunanlar için, Allahü teâlânın bir rahmetiydi.

Bir Ramazân-ı şerîf bayramı akşamı, Fâtıma binti Müsennâ, bulunduğu beldedeki câminin önünden geçiyordu. Câminin müezzini Ebû Âmir isminde bir kimseydi. Elindeki sopayla Fâtıma binti Müsennâ'ya vurunca, dönüp müezzine baktı ve bir şey söylemeden ayrılıp gitti. Gönlü incinmişti. Kırık gönülle evinde ibâdet ve tâatine devâm etti. Kendisine sopa ile vuran müezzin sabah ezanını okumaya başlayınca, Fâtıma binti Müsennâ, o müezzin için Allahü teâlâya duâ etmeye başladı. Allahü teâlânın bir velî kulunu inciten kimseyi, mutlakâ cezâlandıracağını biliyordu. Müezzinin başına bir belâ gelmesinin yakın olduğunu bildiği ve belâya düçâr olmaması için şöyle duâ etti:

"Ya Rabbî! Şu gecenin son vaktinde, herkes uyurken kalkıp senin ismini, Kelime-i şehâdeti, Kelime-i tevhîdi söyleyen, senin ve habîbinin ismini zikreden, senin dâvetini, emrini, senin kullarına bildiren şu kimseyi, bana yaptığı sebebiyle cezâlandırma!Onu affet. Beni kırmış olduğu için ona cezâ verme! Âmin!"

O gün (Ramazan bayramı günü), fıkıh âlimleri toplanarak vâli ile bayramlaşmaya gittiler. Ebû Âmir ismindeki o müezzin de, dünyâlık bâzı menfaatler temin etmek niyetiyle âlimlerle berâber vâlinin yanına gitti. Vâli onun kim olduğunu sordu. "Câminin müezzinidir." dediler. "Sizinle berâber buraya gelmesi için ona kim izin verdi?" dedi. Bunun maksadını anlamıştı, hemen kendisini dışarı attırdı. Daha sonra âlimler bunun içeri alınması için şefâat ettiler, nihâyet içeri alındı.

Bu hâl, Fâtıma binti Müsennâ'ya anlatıldığında, o da akşamki hâdiseyi ve sabah ezânı okunurken yaptığı duâyı anlattı ve; "Ben onda olan hakkımdan vazgeçtim. Yâni hakkımı ona helâl ettim. Allahü teâlâya duâ ettiğim için o, bu kadarlık bir kovulma ile işi atlatmış oldu. Ben hakkımdan vazgeçmemiş olsaydım, o müezzin mutlakâ öldürülürdü." buyurdu.

Muhyiddîn-i Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye kitabında şöyle anlatıyor:  "Bir gün Fâtıma hazretlerinin yanında oturuyorduk. Bir kadın gelerek; "Ey kardeşim! Benim kocam, Endülüs'te Şeriş (yâhut Şerş) beldesinde bulunuyor. Haber aldım ki, orada birisi ile evlenmiş. Siz bu hâle ne dersiniz?" dedi. Ben de o kadına; "Siz ona kavuşmak (ulaşmak) istiyorsunuz değil mi?" dedim. Kadın; "Evet." dedi. Bunun üzerine Fâtıma hazretlerine dönerek; "Ey anacığım! Bu kadıncağızın söylediklerini duydunuz. Ne dersiniz?" "Ey evlâdım! Bu kadının arzusu, ihtiyâcı nedir?" dedi."Kocasının gelmesi." dedim. Fâtiha-i şerîfe ve başka şeyler okudu. Ben de onunla berâber okudum. "Fâtiha-i şerîfeden, bu kadının kocasını getirmesini istedim." buyurdu. Okuduğu Fâtiha, Allahü teâlânın izniyle insan sûretine (şekline) geldi. Ona; "Ey Fâtiha-ul-kitâb! (Fâtiha sûresi) Şeriş şehrine git! Bu kadının kocasını getir! Gelmek istemezse bile sen bırakma! Mutlaka getir!" dedi.

Aradaki mesâfe çok uzun olmasına rağmen, Allahü teâlânın izniyle o kadının kocası bir anda evine geldi. Çoluk çocuğu çok sevindiler. Böylece, Fâtıma hazretlerinin bir kerâmetine daha şâhid olduk."

 

KAYNAKLAR

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.232

2) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.703

3) Meşâhir-ün-Nisâ

4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.289