|
EŞREFOĞLU RÛMÎ
Anadolu'da yaşayan büyük velîlerden, şâir. İsmi Abdullah olup, babasınınki
Eşref'dir. Babasının ismi ile şöhret buldu. Babası, Mısır'dan İznik'e göç etti.
Eşrefoğlu Rûmî İznik'te doğdu. Doğum târihi belli değildir. 1484 (H. 889)'da
İznik'te vefât etti. Türbesi İznik'tedir. Eşrefzâde-i Rûmî diye de bilinir.
Babasının terbiyesi altında büyüyen Eşrefoğlu Rûmî, önce İznik'te bulunan
medreselerde çeşitli âlimlerden ders aldı. Zamânın zâhirî ilimlerinde üstün
başarılar elde etti. Sonra Bursa'ya giderek Pâdişâh Çelebi Mehmed'in medresesine
girdi. Burada tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimleri üzerinde söz sâhibi olan âlimler
derecesine yükseldi. Buradan mezun olunca, Bursa'da müderrislik yapan hocası
büyük âlim Alâeddîn Ali hazretlerinin yardımcısı oldu. Çelebi Mehmed Han
Medresesinde bir müddet ders veren Eşrefoğlu Rûmî bir sabah vakti medrese
civârında dolaşırken, zamânın velîlerinden olan Ebdal Mehmed'e rastladı.
Kalbinden; "Tasavvuf yolundan bana nasîb var ise bâzı alâmetler görünsün." diye
geçirerek ona yaklaştı. Ebdal Mehmed kendisine bakarak; "Ey medreseli! Bize
köfteli çorba getir." dedi. Bu söz üzerine çarşıya gidip, köfteli çorba aradı.
Fakat bulamadı ve eli boş dönmemek için köftesiz çorba aldı. Ebdal Mehmed'e
gelirken yoldaki çamurdan bir parça alarak, birkaç yuvarlak köfte hâline
getirip, çorbanın içine attı. Ebdal Mehmed çorbayı karıştırıp köfte bulamayınca
Eşrefzâde'ye; "Hani bunun köftesi?" diye sordu. Daha sonra çorbayı iyice
karıştırdı ve Eşrefoğlu'na uzatarak; "Ye bunu!" dedi. Eşrefoğlu büyük bir
teslimiyet ile tereddüd etmeden çorbayı yedi. Çorbanın içine atılan çamur
parçaları köfteye dönmüştü. Bunun üzerine o zât; "Ya sen olmayıp da kim olsa
gerek." şeklinde bir söz söyleyip oradan uzaklaştı. Eşrefoğlu bu sözlerden bir
mânâ çıkaramamasına rağmen, tasavvuf yoluna girmesi hususunda bir işâret
olduğuna inandı.
Nefsini
terbiye etmek, kalp aynasını cilâlamak için kendi kendine uğraşmaya başladı. Bu
yolda bir hoca bulmanın şart olduğunu düşünerek, kitaplarını dağıttı ve Bursa'da
bulunan Emîr Sultan'ın huzûruna gitti. Talebesi olup, hizmetiyle şereflenmek
istediğini bildirdi. Emîr Sultan, Abdullah'ın tasavvuf yolunun aşkıyla yandığını
görünce, onu evliyânın büyüğü Ankara'daki Hacı Bayrâm-ı Velî'ye gönderdi. Sonra,
Ankara'ya gidip, yeni hocasına tam teslim oldu.
Hacı
Bayrâm-ı Velî hazretleri, Abdullah'daki kâbiliyeti keşfederek ona nefsini
terbiye edecek vazîfeler verdi. Yaşı kırkın üzerinde ve büyük bir âlim olduğu
halde, hocasının emîrlerine "Bâşüstüne" diyerek sarıldı. Kendisine verilen helâ
temizleme vazîfesini, bütün gayretiyle yapmaya başladı. Nefsinin isteklerini
terkedip, istemediklerini yapmak için büyük çaba sarfetti. Bu şekilde riyâzet ve
mücâhedeye devâm etti. Hocası Hacı Bayrâm-ı Velî'ye on bir sene hizmet etmekle
şereflendi. Bu kadar zaman zarfında hocasının; "Üstâdın huzûrunda lüzumsuz
konuşmak edebe aykırıdır." sözü üzerine, yanında bir kelime bile konuşmadı.
Sadece sorulan suâllere kısa ve öz olarak cevap verir, edebe, ziyâde dikkat
ederdi. Eşrefoğlu Abdullah, on bir sene içinde pekçok imtihandan geçti. Yaptığı
güç işlerden hiç şikâyette bulunmadı. Bu sabrı ve hocasına karşı muhabbeti ve
hürmeti üzerine, Hacı Bayrâm-ı Velî kızı Hayrünnisâ'yı ona nikâh ederek
zevceliğe verdi. Bir müddet daha hizmete devâm eden Eşrefoğlu Abdullah,
hocasından izin alarak Allahü teâlânın emîr ve yasaklarını bildirmek üzere
İznik'e gitti. Orada kendi iç âlemiyle başbaşa kaldı. Hocasından ayrılığı onu
yaktı, hasretine fazla dayanamadı ve tekrar Ankara'ya döndü. Hacı Bayrâm-ı Velî,
dâmâdını, tasavvuf yolunda derecelerinin ilerlemesi için tekrar İznik'e
gönderdi. Orada kırk gün nefsini terbiye etmesi için halvete girmesini, sonra
Ankara'ya gelmesini emretti. İznik'e gidip geldikten sonra, hocasının; "Hama
şehrinde Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin torunlarından Şeyh Hüseyin
Hamevî'nin huzûruna gidip, Kâdirî yolunu öğreniniz." buyurdu. Bu emri yerine
getirmek üzere hazırlığa başladı. Hanımını ve biricik kızı Züleyhâ'yı bir
merkebe bindirerek, Hacı Bayrâm-ı Velî ile vedâlaştı. Günlerce zahmetli ve
yorucu yolculuktan sonra, Hama'ya yeni hocasının huzûruna vardı.
O gün
hacdan dönen Hüseyin Hamevî, ilâhî bir ilhâm ile Eşrefzâde'nin gelmekte olduğunu
anlayarak, talebelerine; "Bugün Anadolu'dan bir er geliyor. Gidip karşılayınız."
buyurdu. Karşılamaya çıkan talebeler zahmetli ve zorlu yolculuktan dolayı
elbiseleri eskimiş olduğu için Eşrefoğlu Rûmî yanlarından geçtiği halde,
hocalarının söylediği zâtın o olduğunu anlayamadılar. Dergâhın kapısına varan
Eşrefzâde Rûmî, Hüseyin Hamevî tarafından îtibârla içeri alındı. Hanımı ve
çocuğu ise Hüseyin Hamevî'nin hanımı tarafından kendilerine ayrılan odaya
götürüldü.
Hüseyin
Hamevî, bu yeni talebesinin önce nefsini terbiye etmek üzere kırk gün halvet
için bir hücreye koydu. Eşrefoğlu Abdullah, Hama'da da sıkı bir riyâzet ve
mücâhedeye tâbi tutuldu. Kırk gün içinde Hüseyin Hamevî, Abdullah'a ziyâde
teveccühlerde bulundu. Bir gün bir hizmetçi hücresine yemek götürdü.
Eşrefoğlu'nu hareketsiz görünce, öldü zannedip, telaşlandı ve durumu hocasına
bildirdi. Fakat kırk gün dolmadığı için Hüseyin Hamevî bu duruma aldırış etmedi.
Abdullah kırkıncı günü hücreden çıkartıldığında, büyük bir vecd hâli içinde
kendinden geçmiş, gözleri kapalı ve hareketsiz bir halde görüldü. Kendisini
melekler âlemini seyretmenin lezzetinden ayırdıklarında; "Sultanım bize
kıydınız." diyerek gözlerini açtı. Bu kırk günlük imtihânı başarıyla veren
Abdullah, tasavvufta pek yüce mertebelere çıkmış olarak icâzetnâme aldı. Hüseyin
Hamevî'nin halîfesi olarak Anadolu'da Kâdirî yolunu yaymak üzere
vazîfelendirildi.
"Halk
senin zâhirine de bakar. Onun için kıyâfetini biraz düzeltmen lâzımdır. Şu
hırkayı ve pabuçları al, giy." buyurunca, Eşrefoğlu hırkayı giydi, pabuçları da
başına geçirerek; "Hocamın verdiği pabuç ayağıma değil, başıma olsa gerektir."
dedi.
Hocasının emri üzerine yola çıkmak üzere hazırlık yaptığı sırada, Hüseyin
Hamevî'nin eski talebeleri aralarında; "Biz bu kadar zamandan beri hocamızın
hizmetindeyiz. Bize himmet verilmedi. Bu Rûmî denilen ve Anadolu'dan gelen
kimseye kırk günde hem himmet, hem de icâzet verildi. Bu nasıl iştir?" diye
konuşuyorlardı. Hüseyin Hamevî, Allahü teâlânın izniyle bu duruma vâkıf oldu.
Talebelerini toplayıp bir konuşma sırasında; "Yâ Rûmî! Bu kadar misâfirimiz
oldun. Sana bir ziyâfet veremedik. Bir ziyâfette bulunalım. İnşâallah ondan
sonra gidersin." dedi. Yemekler hazırlanıp, talebeleri ile yeşillik bir yere
gittiler. Hüseyin Hamevî suyu bulunmayan bir yerde oturulmasını emretti.
Talebeleri; "Sultanım, burada su yoktur, namaz zamânı abdest almak îcâb
ettiğinde sıkıntı çekeriz." demelerine rağmen Hüseyin Hamevî oturulmasını
istedi. Talebeler hocalarının emri üzerine oturdular. Namaz vakti girince abdest
almak îcâb etti. Hüseyin Hamevî, Eşrefoğlu hâriç bütün talebelerine su
aramalarını söyledi. Talebelerin; "Sultanım burada su yoktur." demelerine
rağmen; "Hele siz bir arayın belki vardır." buyurdu. Talebeler aramalarına
rağmen bulamadılar. Bunun üzerine Hüseyin Hamevî; "Rûmî! Gerçi sen misâfirsin.
Misâfire hizmet ettirmek doğru değildir. Bir de sen ara. Belki su bulursun."
deyince, Eşrefoğlu; "Emriniz başım üstüne." diyerek hemen aramaya başladı. Bir
ağacın yanına gidip, teyemmüm etti ve secdeye varıp Allahü teâlâya şöyle
yalvardı: "Yâ Rabbî! Hocam su istiyor. Lutfet, su ihsân eyle." Daha sonra başını
secdeden kaldırdı. Secde ettiği yerden bir pınarın kaynadığını gördü. Hemen tası
doldurup hocasına götürdü. Hüseyin Hamevî talebelerine dönerek; "Su olmadığını
iddiâ ediyordunuz. Bakın Rûmî nasıl bulmuş!" dedi. Talebeler hemen suyun
bulunduğu yere gittiler. Suyun daha yeni çıkıp akmaya başladığını görünce,
hocalarının Eşrefoğlu'na himmet etmesinin sebebini anladılar.
Hüseyin
Hamevî, Abdullah'ı Anadolu'ya uğurladıktan bir müddet sonra, arkasından baktı
ve; "Abdullah-ı Rûmî koca bir deniz imiş. Bizde bulunan her şeyi çekip sînesine
aldı." buyurdu. Çocukları ile birlikte Ankara'ya giden Abdullah-ı Rûmî,
kayınpederi Hacı Bayrâm-ı Velî'nin yanında bir müddet daha kaldıktan sonra
İznik'e gitti.
İznik'te önceleri münzevî, yalnız bir hayat yaşayan Eşrefoğlu, şan ve şöhretten
hiç hoşlanmazdı. Kimsenin dikkatini çekmeden fakirâne bir hayat yaşadı ve
insanlardan uzak kalmaya çalıştı. İznik'e Hama'dan bir zâtın gelmesi ile durum
değişti. O zât herkese Eşrefoğlu'nun menkıbelerini anlatmaya başlayınca, İznik
halkı kendisine hürmet ve îtibâr göstermeye başladı. Bundan rahatsız olan
Eşrefoğlu Rûmî dağlara çekildi, tekrar uzlet hayâtına başladı. Dağlarda
dolaşırken bir köylü onu gördü ve suçlu sanarak yakaladı. Gâyesi onu teslim edip
mükâfât almaktı. Fakat onun şöhretini duyan köylünün annesi, kendisini tanıyınca
mesele anlaşıldı, köylü ve annesi de Eşrefoğlu'na talebe oldu. Bunun üzerine
İznik'e dönen Eşrefoğlu asıl vazîfesi olan insanlara doğru yolu anlatmaya
başladı. İlk talebesi olan ve kendisini yakalayan köylü onun için Pınarbaşı
denilen yerde bir dergâh yaptırdı. Eşrefoğlu Rûmî burada talebelerine ders
vermeye, Kâdirî yolunu yaymak için çalışmalara başladı. Talebelerinin nefsini
terbiye etmek için, riyâzet ve mücâhedeler yaptırmaya, gurur, kibir, ucb gibi
kalp hastalıklarından kurtarmaya büyük gayret gösterdi.
Bir
gece Eşrefoğlu Rûmî dergâhında ibâdet ediyordu. Bu sırada bir ışık peydâ oldu. O
ışıktan şöyle bir hitap duyuldu: "Ey kul!Dile benden ne dilersen. Bütün haram
olan şeyleri sana helâl kıldım." Eşrefoğlu bir anda Allahü teâlânın izni ile
sesin sâhibi olan şeytanı yakaladı. Avucunun içinde sıkmaya başladı. O anda
şeytan; "Yâ şeyh! Ne yapıyorsun? Allah bana kıyâmete kadar mühlet vermiştir. Sen
ise beni öldürmek istiyorsun." deyince, Eşrefoğlu; "Ey mel'ûn! Sen benim
talebelerimin ve dostlarımın îmânlarına kasdetmeyeceğine dâir söz verirsen,
salarım." dedi. Şeytan da; "Onların îmânlarına kasdetmeyeceğime söz veriyorum."
dedi. Bunun üzerine Eşrefoğlu Rûmî; "Ey mel'ûn! Allahü teâlâ ile olan ahdine
vefâ etmedin. Benimle olan ahdine mi vefâ edeceksin. Bildiğin şeyden geri
kalma." dedi ve saldı. Talebeleri; "Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?"
diye sorunca; "Bütün haramları sana helâl kıldım, deyince anladım. Çünkü Allahü
teâlânın haram ettiği şeyler zâta mahsus değildir. Kıyâmete kadar bâkidir."
buyurdu.
Eşrefoğlu'nun gayretli çalışmaları ve büyüklüğü çevreden işitilmeye başlandı.
Bursa'dan, İstanbul'dan ve diğer vilâyetlerden akın akın gelip talebesi olmakla
şereflenmek isteyenler çoğaldı. Hattâ Sadrâzam Mahmûd Paşa, onun talebesi olmak
isteğinde bulundu. Onun yoluna girdi. Abdullah-ı Rûmî hazretleri, talebeleri
arasında en ileri olan Abdürrahîm-i Tırsî'yi yerine halîfe, vekil bıraktı ve
kızı Züleyhâ ile nikahladı. Abdürrahîm-i Tırsî, hocası ve kayınpederi Abdullah-ı
Rûmî'ye çok bağlı idi.
Abdullah-ı Rûmî, Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul'u fethinden önce Müzekkin-Nüfûs isimli bir kitap
yazdı. Bu kitabını okuyan herkes çok beğendi. Bundan ayrı olarak Tarîkatnâme,
Delâlil-ün-Nübüvve, Fütüvvetnâme, İbretnâme, Mâzeretnâme, Elestnâme,
Nasîhatnâme, Hayretnâme, Münâcaatnâme, Cinân-ül-Cenân, Tâcnâme, Esrâr-ut-Tâlibîn
gibi eserleri vardır. Dîvânında pek güzel şiirler, kasîdeler bulunmaktadır.
Yûnus Emre'nin şiirleri tipinde şiirler söylemiştir. Şiirlerinde,
"Eşrefoğlu Rûmî" mahlasını kullanan Abdullah-ı Rûmî daha çok öğüt tarafındadır.
Halk arasında en çok söylenen ve en meşhur şiiri tövbeye geldir.
Abdullah-ı Rûmî, bir sohbetinde Ebülleys-i Semerkandî'den naklen şöyle anlattı:
Bir
târihte Bağdât'ta, zenginler hacca gidiyorlardı. Peygamber efendimizin aşkıyla
yanan bir fakîr de, o sene hacca gitmeye niyet etti ve hac kâfilesiyle yola
çıktı. Kâfile hareket etmeden önce, herkes eşi-dostu ile helâllaştı. Şehir
dışına çıkıldığında, zenginlerden biri bir fakîrin de hacca gittiğini görünce;
"Bineğin yok, azığın yok. Sen hacca nasıl gideceksin? Bâri cebinde birkaç bin
altının var mıdır?" diye alay etti. Fakîr, bu zenginin alaylı sorusuna çok
üzüldü ve; "Allahü teâlâ ne güzel vekîldir. Mahlûkâtın rızkını o vermektedir.
Hepimiz O'nun verdiklerini yiyoruz." diyerek, zenginin bulunduğu yerden mahzûn
bir şekilde ayrıldı. Hac vazîfelerini yapana kadar da o zengine hiç görünmedi.
Herkes Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye yola çıktıkları zaman, o
zengin, fakîri sağ sâlim tekrar karşısında görünce hayret etti ve; "Komşu, sen
de buraya kadar gelip hac vazîfeni yapabildin mi?" diye sormaktan kendini
alamadı. Fakîr de; "Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar olsun. Yüzümüzün
karasına bakmayıp, bu mübârek makâmı ziyâret etmeyi nasîb etti. Geldim, Beyt-i
şerîfi tavaf ettim. Sağ sâlim dönüyorum." dedi. Zengin; "Hacı efendi! Acabâ sana
da berât verdiler mi?" diye sordu. Fakîr; "Bu ne berâtıdır ki?" dedi. Zengin; "Beyt-i
şerîfi ziyâret edenlere, Cehennem'den âzâd olduğuna dâir berât kâğıdı verilir."
diyerek, koynundan herhangi bir kağıt çıkarıp fakîri aldattı. Fakîr, berât
kâğıdının kendisine verilmediğine çok üzüldü. Derhal geriye dönüp Harem-i şerîfe
geldi. İki gözü iki çeşme hâlinde, kanlı yaşlar akıtarak çok inledi. Allahü
teâlâya kırık bir gönülle duâlar etmeye, yalvarmaya başladı: "Ey âlemleri
yaratan yüce Rabbim! Sen herşeye kâdirsin, ganî bir pâdişâhsın. İhsânların bütün
kullarına her ân yağmaktadır. Cehennem'den âzâd olup orada incinmemeleri için
kullarının bâzısına berat vermişsin. Bu fakîr kuluna berât verilmedi. Yoksa bu
garîb kulun âzâd olmadı mı?" deyip bayıldı. Baygın hâlde iken, mânâ âleminden
yanına bir kimse gelip; "Ey fakîr! Başını kaldır ve şu berâtını alıp
arkadaşlarına yetiş!" diyerek elindekini ona verdi. O ânda fakîr kendine gelerek
ayıldı. Elinde, dünyâ kâğıtlarına hiç benzemeyen, yeşil renkli nûrdan yazıları
olan ve misk gibi kokan bir berât kâğıdı vardı. Kâğıdı defâlarca öpüp başına
koyan fakîrin sevincinden neredeyse aklı gidecekti. Şükür secdesine kapandı.
Ömründe hiç görmediği o berâtı, yüzüne ve gözüne sürdü, bağrına bastı ve koynuna
sokarak arkadaşlarına yetişmek için hızlı adımlarla yürümeğe başladı.
Arkadaşları, geriden fakîrin geldiğini görünce gülüşmeğe başladılar. Yanlarına
soluk soluğa gelen fakîre alayla; "Cehennem'den âzâd olma berâtını alabildin
mi?" diye sordular. Fakîr de koynundan berâtını çıkararak; "İşte! Rabbimizin
ihsânı olan berâtım!" diyerek, misk kokulu berâtını zengine sunuverdi. Herkes
yerinde donakalmıştı. Berâtı alan zengin, nûrdan yazılarla fakîrin Cehennem'den
âzâd olduğunu okuyunca, aklı başından gidip, atından düştü. Bir süre yerde
baygın yatan zengini zor ayılttılar. Kendine gelen zengin, kâğıdı öpmeye, misk
kokusunu koklamağa başladı. Kendi kendine de; "Vâh, vâh benim boşa geçen ömrüme!
Keşke ben de bu fakîr gibi sâdık bir fakîr olsa idim. Onun kavuştuğu bu saâdete
ben de kavuşsaydım. Bu fakîr, sadâkati sebebiyle bu mertebelere ulaştı. Ben ise
zenginliğim sebebiyle gurûra kapıldım ve bundan mahrûm oldum. Bütün malımı
versem, bu kâğıttakilerin bir noktasını alamam" diyerek âh eyledi. Gözlerinden
kanlı yaşlar döktü. Fakîr; "Hacı efendi! Berâtım sende kalsın. Sakla. Ben
öldüğüm zaman kefenimin arasına koyun da kabrimde suâl meleklerine onu
göstereyim." dedi. Hacı efendi berâtı büyük bir îtinâ ile koynuna koydu. Uzun
yolculuktan sonra evlerine ulaştılar. Zengin olan hacı, berâtı sandığına koydu.
Aradan günler geçti. Zengin, ticâret için başka memlekete gittiğinde, fakir
vefât etti. Yıkayıp kefenlediler, fakat berâtını bulup kefenin içine
koyamadılar. Fakîrin cenâzesini kabre defnettiler. Ancak birkaç ay geçtikten
sonra, zengin ticâretinden döndü. Fakîri sorduğunda; "Sizlere ömür! Sen
gittikten sonra vefât etti." dediler.
Zenginin sanki dünyâsı başına yıkıldı. Çok ağladı ve; "O zavallının bende pek
kıymetli bir emâneti vardı. Onu yerine getiremedim. Böylece vasiyetini yapamamış
oldum. O âhirete göçtü, berâtı ise bende kaldı. Berâtını yanına koyamadım."
dedi. Hemen sandığın yanına varıp ağzını açtı. Fakat berâtı koyduğu yerde
bulamadı. Tekrar tekrar aramasına rağmen yine bulamadı. "Kabrine gidip bakayım.
Belki, birisi beratı alıp ona vermiştir." dedi.
Kazma
kürek alarak kabre gitti. Mezarını açmak istedi. O anda; "Kabri açma! Biz ona o
berâtı verdik, dışarıda bırakmadık!" diyen bir ses işitti. Nereden geldiği belli
olmayan bu ses karşısında zengin, düşüp bayıldı. Mânâ âleminde fakîri gördü.
Fakîr; "Ey hacı efendi! Allahü teâlâ sana selâmet versin. O berât bana verildi.
Hamdolsun. Münker ve Nekîr meleklerine gösterdim. Onu görünce sorgu suâl bile
etmediler. Bu berâtı almama hacdan dönerken sen sebeb olmuştun. Cenâb-ı Hak
senden râzı olsun." deyip kayboldu. Zengin ayıldığında, doğru evine gidip, fakir
için hatimler okuttu. Yemekler pişirtip, yetimleri, fakirleri doyurdu."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
TESBİH EDEN
MENEKŞELER
Vakit
ilk bahar olduğu için çiçekler yeni açmıştı. Abdest alıp namaz kıldıktan bir
süre sonra Hüseyin Hamevî talebelerine; "Biraz menekşe toplayıp, getirin."
buyurdu. Talebelerin herbiri bir tarafa dağıldı. Demet demet menekşe toplayıp,
hocalarına getirdiler, Eşrefoğlu ise hocasının huzûruna elindeki bir menekşe ile
vardı. Hüseyin Hamevî; "Rûmî, misâfir olduğun için menekşenin yerini bulamadın
herhalde." deyince, o; "Sultanım hangi menekşeyi koparmak istedimse; "Allah
rızâsı için beni koparma, zikir ve ibâdetimden ayırma." diye söyledi. Ben de
dolaştım. Bir yerde ibâdeti bitmiş bir menekşe gördüm. Onu koparıp getirdim."
dedi. Bu sözleri işiten diğer talebeler onun üstünlüğünü bir kere daha anlamış
oldular ve düşüncelerinden tövbe ettiler.
DÜNYÂ
DEDİKLERİ
Eşrefzâde Rûmî bir vâzında şöyle buyurdu: Ey müslümanlar! Dünyâ dedikleri bir
hiçten ibârettir. Hiç olduğu şuradan anlaşılıyor ki, sonucu hiçtir. Hiç olan
dünyâya gönül veren, yolunda ömrünü çürüten ve hiç olan şeyi isteyenler de bir
hiçten ibâret kalacaklardır. Amma hiçi hiç sayan âriftir.
Azîzim!
Sen o sultanları gözünün önüne getir ki, onlar dünyâya geldiler. Lâkin dünyâya
îtibâr etmediler. Dünyânın arkasına düşüp hırsla dünyâlık toplamaya
çalışmadılar. Âhiret amelleriyle meşgûl oldular. Onlar, bu dünyânın âhiret
yolunun üzerinde bir yol uğrağı olduğunu anladılar. Buna aldanmak olur mu? Yol
tedârikinde bulunup kâfileden ayrılmadılar. Bu dünyâya gönül verip aldanmadılar.
Azîz
kardeşim! Temiz ve pak erler ile aziz canları gör. Onlar bu dünyâya
aldanmadılar. Allahü teâlâ kendilerine ne verdi ise nefislerinden kestiler.
Kendi nefislerine vermeyip fakirlere dağıttılar. Açları doyurup, çıplakları
giydirdiler. Muhtaçları arayıp buldular. Kapılarına gelenleri mahrum etmediler.
Darda kalanların gönüllerini ferahlattılar, işlerini gördüler. Şu hadîs-i şerîfi
kendilerine düstûr edindiler: "Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse,
Allahü teâlâ da onun işini kolaylaştırır. Bir kimse, bir müslümanın sıkıntısını
giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntılı zamanlarında Allahü
teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır."
Akıllılar bu dünyâda şu üç şey ile meşgul olurlar. Böylece onlar herkesin
üzüldüğü gün, bayram ederler: 1) Dünyâ seni terk etmeden sen dünyâyı terk
edesin. 2) Her şeyden kurtulasın. 3) Rabbinle buluşmadan, Rabbin senden râzı
olsun. Bunlara riâyet eden kimse, Allahü teâlâ ile görüşüp kabrine öyle gider.
TÖVBEYE GEL
Ey
hevâsına tapan,
Tövbeye
gel, tövbeye,
Hakka
tap, Haktan utan,
Tövbeye
gel, tövbeye.
Nice
nefse uyasın,
Nice
dünyâ kovasın,
Vakt
ola usanasın,
Tövbeye
gel, tövbeye.
Nice
beslersin teni,
Yılan
çıyan yer anı,
Ko
teni, besle cânı,
Tövbeye
gel, tövbeye.
Sen
dünyâ-perest oldun,
Nefsin
ile dost oldun,
Sanma
dirisin, öldün,
Tövbeye
gel, tövbeye.
Sen
teni, sandın seni,
Bilmedin senden teni,
Odlara
yaktın cânı,
Tövbeye
gel, tövbeye.
Gör bu
müvekkelleri,
Yazarlar hayrı, şerri,
Günâhtan gel sen beri,
Tövbeye
gel, tövbeye.
Ey
miskin Âdemoğlu,
Usan
tutma âlemi,
Esmeden
ölüm yeli,
Tövbeye
gel, tövbeye
Ölüm
gelecek nâçar,
Dilin
tadını şeşer,
Erken
işini başar,
Tövbeye
gel, tövbeye.
Göçer
bu dünyâ kalmaz.
Ömür
pâyidâr olmaz,
Son
pişman, assı kılmaz
Tövbeye
gel, tövbeye.
Tövbe
suyuyla arın,
Deme
gel bugün yârın,
Göresin
Hak dîdârın,
Tövbeye
gel, tövbeye.
Eşrefoğlu Rûmî sen,
Tövbe
kıl erken uyan,
Olma
yolunda yayan,
Tövbeye
gel, tövbeye.
GELSİN
Bu
dervişlik yoluna
Sıdk
ile gelen gelsin
Hak'tan
özge ne ki var
Gönlünden silen gelsin.
Dervişlik dedikleri
Nihâyetsiz denizdir
Bu
pâyânsız denizin
Mevcini
duyan gelsin.
Derviş
dili nûr doğar
Her
lahza göğe ağar
Ben
diyem doğru haber
Canına
kıyan gelsin.
Dervişin gözü açuk
Dün ü
güni uyanuk
Bu söze
Rabbim tanuk
Bakmadan gören gelsin.
Dervişin kulağı sak
Hak'tan
alır ol sebak
Deprenmeden dil dudak
Sözü
işiden gelsin.
Dervişler Hakk'ın dostu
Canları
ezel mesti
Aşk
şem'ini yaktılar
Pervâne
olan gelsin.
Bu
Eşrefoğlu Rûmî
Dervişliğe geleli
Nefsindendir çektiği
Nefsin
öldüren gelsin.
KAYNAKLAR
1)
Osmanlı Müellifleri; c.1, s.17
2)
Müzekkin Nüfûs
3)
Menâkıb-il-Eşrefiye
4) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.1074
5) Tâc-üt-Tevârih;
c.5, s.179
6)
Güldeste-i Riyâz-i İrfan; s.180, 182, 317
7)
Sefînet-ül-Evliyâ; c.1, s.98
8)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.374
|
|