|
EMÎR AHMED-İ BUHÂRÎ
İstanbul'un büyük velîlerinden. Buhârâlı olup Peygamber efendimizin
torunlarındandır. Tasavvuf yolunda yükseldi. İstanbul Fâtih'de yıllarca talebe
yetiştirdi. 1516 (H.922) senesinde vefât etti.
Küçük
yaşta Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine talebe oldu. Onun hasta kalplere şifâ
veren sözleriyle yetişti. Hizmetiyle şereflenip, teveccühlerine kavuştu.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onu çok severdi. Nerede görse ayağa kalkar, tâzim
ve ikramda bulunurdu. Seyyid Ahmed, hocasının bu iltifâtlarına çok mahcub
olurdu. Bir gün hocasına; "Muhterem efendim! Bu fakir için gösterdiğiniz hürmet
bizi çok üzmektedir." deyince, Ubeydullah-ı Ahrâr ona; "Size nasıl tâzim, hürmet
etmeyelim ki? Sizi gördüğümüz zaman iki büyüğün azametini müşâhede etmekteyiz.
Biri; sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın neslindensiniz. Diğeri de;
Hâce Mahmûd İncirfagnevî ceddinizdir." buyurdu. Seyyid Ahmed-i Buhârî, daha
sonra hocasının işâretleri üzerine yine hocasının halîfelerinden Simavlı
Abdullah-ı İlâhî ile berâber Anadolu'ya geldi. Yolda Molla Câmî ile görüşüp
sohbet ettiler.
Kütahya'nın Simav kazâsına gelen Abdullah-ı İlâhî hazretleri burada insanlara
doğru yolu göstermeye başladı. Emîr Ahmed-i Buhârî hazretleri de Abdullah-ı
İlâhî'ye tâbi olup, onun hizmetine girdi. Abdullah-ı İlâhî onu çok severdi.
Dâimâ sağ tarafına oturturdu. Böylece Abdullah-ı İlâhî hazretleri, insanların
olgunlaşmasını, îmânının vicdânîleşmesini sağlayan tasavvufta bir yol olan
Nakşibendî tarîkatını Anadolu'ya yaymaya başladı. Etraftan pekçok talebe akın
akın ona koşmaya, feyzlerine kavuşup hasta kalplerine şifâ aramaya başladı. İşte
böyle bir evliyânın terbiyesinde olan Seyyid Ahmed-i Buhârî, beş vakit namazda
imâm olur, arkasında hocası ve diğer talebeler namaz kılarlardı. Abdullah-ı
İlâhî buyurdu ki: "Simav'da altı sene, Emîr Ahmed bize yatsının abdestiyle sabah
namazını kıldırdı." Buradan da anlaşıldığı gibi, Ahmed Buhârî geceleri hiç
uyumazdı. Sâdece kuşluk vaktinde, dağa oduna gittiğinde bir saat kadar uyurdu.
Ahmed Buhârî bu günlerdeki hâlini şöyle anlattı: "Hocamla Simav'da bulunduğumuz
zaman, beş vakit namazda bizi imâmete geçirirdi. Kuşluk namazından sonra,
hocamın merkebini ve katırını alıp dağa çıkardım. Yüklediğim odunları, öğle
namazına yetişecek şekilde eve getirirdim. Öğle namazını kıldırdıktan sonra,
çift sürmeğe giderdim. Yaz geldiğinde ise ekinleri biçer, kaldırırdım. Diğer
zamanlarda sırtımda çalı taşır, bağ ve bahçe duvarını tâmir ederdim. İkindi
namazından sonra da hocamın huzûrunda otururdum." Ahmed Buhârî hazretleri,
geceleri hep ibâdet eder, gündüzleri oruç tutardı. Bid'atlerden şiddetle
kaçınır, sünnet-i seniyyeye uymaya çok dikkat ederdi. Dâimâ Allahü teâlâyı
hatırlar, kalbi devamlı zikrederdi. Dünyâya hiç meyletmez, haramlardan kaçar,
şüpheli korkusuyla mübahları dahî terkederdi. Devamlı Allahü teâlânın huzûrunda
olduğunu düşünür, ona göre hareketlerini düzeltirdi.
Ahmed
Buhârî, Simav'da bir müddet kaldıktan sonra, hocasından izin alarak hacca
gitmeye karar verdi. Hocası ona on akçe yol harçlığı, binek olarak da eşeğini
verdi. Yolda okumak üzere bir Kur'ân-ı kerîm ve Mesnevî aldı. Akşam namazını kıldırdıktan sonra, hocası
ve arkadaşlarıyla vedâlaşarak yola koyuldu. Yolda, bir kimsenin çok ısrârı
üzerine Mesnevî'yi ona verdi. O kimse de hediye olarak
iki yüz akçe vermek istedi. Almamak için çok uğraştı ise de, sonunda kabûl etmek
mecbûriyetinde kaldı. Bir müddet daha gittikten sonra, bir konakta Kur'ân-ı
kerîmini çaldılar. Kudüs'e kadar parası kendisine yetişti. Ahmed Buhârî
hazretleri bundan sonrasını şöyle nakletmektedir:
"Kudüs-i şerîfte idim. Mescid-i Aksâ imâmı bize muhabbet edip, Kudüs
Medreselerinin birinde bir oda ayırdı ve orada günlerimi geçirmeğe başladım.
Medresenin kayyımı, hizmetlisi bize iki ekmek getirirdi. Bir gün dedi ki: "Bu
ekmek, odanın hissesidir." O zaman içime bir sıkıntı düştü. Vakıf ekmeğini
yemeyi kabûl etmeyip; "İhtiyâcım yoktur, istemiyorum." dedim. Kayyım da; "Öyle
söylüyorsun ama, görenler seni zengin zannederler ve odadan çıkarırlar. Ekmeği
al, yemezsen bir başkasına verirsin." dedi. Ben de; "Senin olsun." dedim. Ondan
sonra hatırıma; "Bir kazanç yolu olsa da ondan günde bir akçe gelir olsa ve
onunla nafakamı temin etsem." düşüncesi geldi. O anda içeri bir köylü girdi.
Bana; "Efendim! Yazı yazmayı bilir misin?" dedi. "Biraz okumuşluğumuz var."
dedim. Bir kitap göstererek; "Bunu yazarsan, her yaprağına bir akçe vereceğim.
İstediğin kadar yazabilirsin. Hepsi de kabûlümdür." dedi. Kalem, kağıt ve
mürekkep de getirdi. O kitaptan hergün bir yaprak yazardım ve bir akçe alır, onu
nafakamda kullanırdım. Hiç kimseden sadaka almazdım. Bey gibi geçinip giderdim.
Sonra artan paralarla hac yolculuğuna devâm ettim. Mekke-i mükerremeye
gittiğimde, hergün yedi defâ tavâf yedi defâ da sa'y yapacağıma nezr etmiştim.
Sayı olarak kırk dokuz sa'y ediyordu. Gece yarılarına kadar devâm ederdim. Gece
yarısı harem-i şerîfe karşı ayakta durarak duâ ederdim. Bâzan da oturarak duâda
bulunurdum. Sonra tavâfa devâm ederdim. Hiçbir gün yatıp uyuduğumu
hatırlamıyorum." Seyyid Emîr Ahmed-i Buhârî, bir sene kadar Kudüs-i şerîfte, bir
sene de Mekke-i mükerremede kaldı. Hocası Abdullah-i İlâhî, Simav'dan hacca
gidenlere tenbih ederek, Ahmed'in artık gelmesini buyurdu. Haberi alan Ahmed; "Başüstüne!"
diyerek, o sene hacılarla berâber Simav'a geldi.
Hac
dönüşü bir müddet daha Simav'da hocasının hizmetinde bulunan Ahmed-i Buhârî, bir
gün hocasına; "Efendim! İstanbul evliyâsını merâk eder dururum. Müsâade
ederseniz, gitmek istiyorum." dedi. Hocası da; "Bizi de sık sık İstanbul'a dâvet
ediyorlar. Vezîr, kâdıasker Manisalı Çelebi, hediyeler ve haberciler göndermiş,
gelmemi istemişler. Sen önce git, bize oradan haberler gönder. Durum nedir
öğrenelim." buyurdu. Ahmed-i Buhârî hemen yola çıktı ve İstanbul'a geldi.
Emîr
Ahmed-i Buhârî hazretleri bu yolculuktan sonra hâlini şöyle anlatır: "İstanbul'a
geldim. Fakat ne bir kimse beni tanırdı, ne de ben bir kimseyi. Vefâ'ya gittim.
Şeyh Vefâ hazretlerinin câmiine vardım. İkindi namazını bir köşede kıldıktan
sonra, beklemeye başladım. Şeyh Vefâ, mihrâb içindeki kapıyı açıp girdi.
Talebelerine imâm oldu. Namazdan sonra, talebeleriyle Allahü teâlâyı zikre
başladılar. Sessizce, herkes kendi hâlinde cenâb-ı Hakk'ın ismini anıyordu.
Onları uzaktan seyre daldım. Hocaları Vefâ hazretlerine bakmak isteyince, o da
başını kaldırıp bana doğru bakıyordu. Zikrleri bitince, yerimden kalkıp,
hocaları ile müsâfeha etmek istedim. Şeyh de yerinden kalkıp, bana doğru geldi
ve beni kucaklayıp bağrına bastı. Epey zaman konuşmadan oturdum. Sonra
talebelerine dönerek; "Seyyid Ahmed, bizim misâfirimizdir. Hak ve hukûkuna
riâyet ediniz." diyerek ayrıldı. O gece rüyâmda Vefâ hazretlerinin câmiinin
direklerinden birinde bir kandil yanıyor gördüm. Fakat alevi parlak değildi.
Benim de elimde bir mum vardı. Mumu o kandilden yakmak istedim ve uzattım. O
anda kandil ortadan kayboldu. Yerime geldim. Oturdum. Direğe baktığımda, kandil
yine orada duruyor, sönük bir vaziyette yanıyordu. Tekrâr mumu yakmak için
gittim, yine kayboldu. Bu şekilde üç defâ tekrar ettim. Mumu yakmaya muvaffak
olamadım. Ertesi gün Vefâ hazretlerinin sohbetlerine katıldım. Bir gün daha
orada kalıp, izin alarak ayrıldım. İstanbul'un durumunu bildirir bir mektup
yazarak, hocam Abdullah-i İlâhî'ye gönderdim. İstanbul'un durumunu bildiren
mektupta;
Burada
kişi gönül rahatlığında ama, gerçekte
Dostun
eteklerine yapışmış sohbeti özlemekte
diyerek
hocasına hasretini bildirmekte ve dâvet etmekteydi.
Abdullah-i İlâhî hazretleri, bu mektuptan bir müddet sonra İstanbul'a geldi. O
sırada pâdişâh İkinci Bâyezîd idi. Vezîr Manisavîzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi,
Abdullah-i İlâhî ve talebeleri için yer tahsîs etti. Fakat bunu kabûl etmeyip,
Zeyrek Câmiinin boş ve virân hâle gelmiş medresesine yerleşti. Âlimler ve diğer
insanlar, onun câna cân katan sohbetlerine koştular. Ondan feyz aldılar.
Abdullah-i İlâhî, Seyyid Ahmed'i Buhârî'ye burada icâzet, diploma verdi. Evranos
Beyin oğlu Ahmed Bey, Rumeli'de Vardar Yenicesi'ne Abdullah-i İlâhî'yi dâvet
etti. Abdullah-i İlâhî, yerine Seyyid Ahmed-i Buhârî hazretlerini vekil
bırakarak Vardar Yenicesi'ne gitti ve orada vefât etti.
Bundan
sonra Emîr Ahmed-i Buhârî, İstanbulluları irşâda, yetiştirmeğe başladı. Her
taraftan talebeler huzûruna koşuyordu. Bereketli sohbetleriyle, talebelerin
dünyâya meyilleri azalıyor, hidâyete kavuşarak, âhirete yöneliyorlardı.
Talebeleri çoğalınca, Fâtih Câmiinin batısında bir yere mescid ve talebelerin
kalacağı bir ev yaptırdı. Orada ders vermeye başladı. Talebesi daha da
çoğalınca, Balat'a yakın bir yerde, Galata'ya karşı birçok odalar yaptırdı.
Talebeler, orada ikâmet ederek derslerine devâm ettiler.
Talebeleri, huzûrunda çok edepli otururlardı. Dâimâ gösterişten uzak durur,
kalben Allahü teâlâyı zikrederlerdi. Seyyid hazretleri, sohbetlerinde hiç dünyâ
kelâmı konuşmazdı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarından, Resûlullah efendimizin
mübârek sözlerinden, âlimlerin hallerinden başka şey anlatmazdı. İnsanların
kalbinden geçenleri, evliyâlık nûru ile keşfederdi. Çok kimse arzusunu
söylemeden cevaplarını alır, tatmin olur giderlerdi.
Seyyid
Emîr Buhârî hazretleri, talebelerine, yollarının esaslarını şöyle bildirdi: "1)
Ruhsatlardan sakınarak, nefse zor gelenleri yapmak, 2) Dinde Peygamber efendimiz
ve dört büyük halîfe devrinde olmadığı halde sonradan çıkarılmış âdet ve
uygulamaları, bid'atleri terketmek, 3) Sünnet-i seniyyeye sıkı sarılmak, 4)
Gösterişten uzak olmak, 5) İnsanlarla ihtiyacı kadar görüşmek, 6) Az konuşmak,
az yemek, az uyumak, 7) Geceleri ibâdet etmek, 8) Gündüzleri oruç tutmak."
Seyyid
Emîr Ahmed-i Buhârî, 1516 senesi Cemâzil-âhir ayının bir Pazartesi günü, kuşluk
vaktinde talebelerine vasiyetini yaptı. Vasiyetlerinden biri de; "Mezarımı,
mescidimin güneyindeki duvarın dibine kazınız. Yanındaki defne ağacını
kesmeyiniz." şeklindeydi. Talebeleriyle vedâlaştı ve onlara son nasîhatlarını
yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.
Mahmûd
Çelebi anlattı: Hocamız Seyyid Buhârî hazretleri vefât edince, mübârek bedenini
bu fakîr yıkadım. Bir talebe arkadaşım da su döküyordu. Yıkama esnâsında, üç
defâ mübârek gözlerini açıp, hayattaki gibi baktılar. Mezara indirip toprak
üstüne koyunca, kıbleye doğru sağ yanı üzerine döndü. Orada olanlar hayret
ederek salevât getirmeye başladılar. Mezarı kapandıktan sonra, talebe
arkadaşlarım üzerini örtmek istediler. Bunun için de ağacı kesmeyi onunla
mezarın üzerini örtmeyi uygun gördüler. Ben müsâade etmedim. Onlar çok ısrâr
ettiler. Ben de; "Ben gideyim, siz bildiğiniz gibi yaparsınız." dedim ve oradan
ayrıldım. Gittikten sonra ağacı kesmişler. Kabrin etrâfını duvar yapıp üzerini
örtmüşler. Fakat bir müddet sonra, o taşların arasından aynı ağaç çıkıp,
büyümeye başladı."
Mezarı,
Fâtih Câmiinin batısındaki Emir Buhârî Câmiinin kenarındadır. Yol tarafına
pencere açıldı. Ziyâret edenler, onun feyz ve bereketlerinden istifâde
etmektedirler.
Anadolu
kâdıaskeri Ahmed Paşanın oğlu Hızır Bey Çelebi, kaplıca müderrisi iken vazîfeden
ayrılıp, Emîr Ahmed-i Buhârî hazretlerinin talebesi olmuştu. Hızır Bey Çelebi,
hocasının vefât târihini şöyle düşürdü:
Zorlu
imiş ayrılığın, pek zor, âh Şeyh. Nere gitti bilmem ki, Hakka eren Şeyh. Bu
ayrılık, hasret, keder ve hâlete.
Gönlüme
dedim de târih. Dedi: "Vâh Şeyh."
Lâmiî
Çelebi de şöyle söyledi:
Hani o
hakîkat güneşi, Hakkın lütfu, ihsânı.
Tarîkat
yolunun kutbu, pâdişâhların mürşidi.
Işık
salmıştı Buhârâ'dan doğarak Rûm üstüne,
İftihârıydı ecdâdımın, şâh idi din mülküne.
Ahbâbın
yıldız gibi koydu, ay misâli batınca,
Gam
bulutlarıyla dolu, yeryüzü olur kapkara.
Çünkü
bu sevdâ buharı can dimağını kapladı.
Dil
dedi târih: "Ey Seyyid Ahmed-i Buhârî âh-vâh."
Emîr
Ahmed Buhârî hazretlerinin en büyük halîfeleri Bursalı Mahmûd Lâmii Çelebi, tıb
sâhasındaki mahâreti ve Hakîm Çelebi adıyla meşhur olan Şeyh Mahmud bin Seyyid
Ahmed ile dâmâdı Şeyh Mahmûd Çelebi idi. Emir Ahmed hazretleri, Halîfe-i
Hâmidî'yi Eğridir ve havâlisinde, Lâmiî Çelebi'yi Bursa ve çevresinde, dâmâdı
Mahmûd Çelebiyi de Edirnekapısı dışındaki zâviyede şeyhliğe tâyin etmek
sûretiyle pekçok talebe yetiştirmelerine sebeb olmuştur.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
İYİLEŞEN HASTA
Seyyid
Ahmed-i Buhârî'nin dâmâdı Mahmûd Çelebi anlattı: "Oğlum Necmi Çelebi, şiddetli
hastalığa yakalandı. Öyle ki, şehrin doktorları ilaç bulmaktan âciz kaldılar.
Artık iyi olacağından ümidi kesmiştik. Yakınlarımızdan biri, Ahmed-i Buhârî
hazretlerine duâ etmeleri için haber vermiş. Hemen gelip, hastanın yanına
oturdular. Hastanın nabzı çok hafif atıyor, ölü gibi yatıyordu. Gözleri de
kapalıydı. Seyyid Ahmed-i Buhârî, hastaya teveccüh etmeye, Kur'ân-ı kerîm
okumaya başladı. Sonra duâ etti. O anda hasta, gözlerini açtı. Emîr Buhârî'yi
görünce, hemen doğrulup ellerini öptü. O da hastaya bir tesbîh verip, istigfâr
ve tövbe etmesi için emir buyurdu. Hasta bir-iki günden sonra tam olarak
sıhhatine kavuştu."
KAYNAKLAR
1)
Nefehât-ül-Üns; s.465
2)
Sicilli Osmânî; c.1, s.195
3)
Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.362
4) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1156
5) Tâc-üt-Tevârih;
c.2, s.587
6)
Mir'ât-ı Kâinât; c.3, s.101
7)
Hadîkat-ül-Cevâmî; c.1, s.42
8)
Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.31
9)
Menâkıb-ı Emîr Ahmed Buhârî (Esad Efendi, No: 3622)
10)
Hadâikü'l-Verdiyye; s.707
11)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi;c.14, s.33
|
|