|
EMÂNULLAH LÂHORÎ
Hindistan'da yetişen âlimlerin ve velîlerin büyüklerinden. İsmi Mevlânâ Emânullah,
nisbeti Lâhorî'dir. Doğum ve vefât tarihleri belli değildir. On yedinci asrın
ortalarında vefât ettiği bilinmektedir.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin huzûr ve sohbetlerinde kemâle gelen Emânullah Lâhorî,
icâzet almakla ve o yüce imâmın talebelerinin büyüklerinden olmakla şereflendi.
Üstün hâller, kerâmetler ve yüksek dereceler sâhibi idi. Hocası İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin, rûhlara hayat veren teveccüh ve himmetleriyle yetişerek,
evliyâlık yolunda çok ilerlemişti. Kendisi de bu yolda çok talebe yetiştirdi.
Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur.
İmâm-ı
Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî hazretleri bu yüksek talebesine yazdığı
mektublardan birinde buyurdu ki:
"Bismillâhirrahmânirrahîm.
Allahü teâlâ, sana doğru yolu göstersin!İyi bil ki, Allah yolunda bulunmak
isteyene, önce lâzım olan şey, îtikâdını düzeltmektir. Doğru îtikâd; Ehl-i
sünnet âlimlerinin Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve Eshâb-ı kirâmdan
öğrendikleri, anladıkları îtikâddır. Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin
mânâsını doğru anlayan, doğru yolun âlimleridir. Bunlar da, Ehl-i sünnet ve
cemâat âlimleridir. Bunların anladığı, bildirdiği mânâlara uymayan her şeye;
akla, fikre, hayâle iyi gelse de ve tasavvuf yolunda keşf ve ilhâm ile anlaşılsa
da, hiç kıymet verilmemelidir. Bu büyüklerin anladığına uymayan bilgilerden,
buluşlardan Allahü teâlâya sığınmalıdır. Demek ki, tasavvuf yolcularının
keşflerinin, buluşlarının doğru olup olmadıkları, Ehl-i sünnet âlimlerinin
bildirdikleri doğru mânâlara uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Bu yolculara
ilhâm olunan bilgilerin doğruluğu, ancak, o doğru mânâlara uymaları ile belli
olur. Çünkü onların bildirdiği mânâlara uymıyan her mânâ, her buluş kıymetsiz ve
yanlıştır. Çünkü her sapık her bozuk kimse, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere
uyduğunu sanır ve iddiâ eder. Yarım aklı ve kısa görüşü ile, bu kaynaklardan
yanlış mânâlar çıkarır. Doğru yoldan kayar, felâkete gider.
Ehl-i
sünnet âlimlerinin anladıkları mânâlar doğrudur, kıymetlidir. Bunlara uymayanlar
kıymetsizdir. Çünkü bu mânâları, Eshâb-ı kirâmın ve Selef-i sâlihînin eserlerini
inceleyerek elde etmişlerdir. O hidâyet yıldızlarının ışıkları ile
parlamışlardır. Bunun için, ebedî kurtuluş bunlara mahsus oldu. Sonsuz saâdete
bunlar kavuşdu. Allah yolunda giden kâfile bunlar oldu. Kurtuluş, ancak Allah
yolunda bulunanlar içindir.
Îtikâdı
bunlara uygun olan din âlimlerinden biri, İslâmiyete yapışmakta gevşek
davranırsa, kusurlu olursa, buna bakarak, bütün âlimleri kötülemek yersiz olur.
İnâdcılık olur. Onların doğru bilgilerini inkâr etmek, kötülemek olur. Çünkü,
doğru bilgileri bizlere ulaştıran onlardır. Kurtuluş yolunu, bozuklarından,
sapıklarından ayıran onlardır. Onların hidâyet ışıkları olmasaydı bizler doğru
yolu bulamazdık. Doğruyu bozuk olanlardan ayırmasalardı, bizler, taşkınlık ve
azgınlık uçurumlarına düşerdik. İslâmiyeti bozulmaktan koruyan, her yere yayan,
onların çalışmasıdır. İnsanları kurtuluş yoluna kavuşturan onlardır. Onlara uyan
kurtulur, saâdete kavuşur. Onların yolundan ayrılan, sapıtır, herkesi de
saptırır.
Tasavvuf yolcusunun, işin iç yüzüne varmadan önce, kendi keşf ve ilhâmına uymasa
da, Ehl-i sünnet âlimlerine tâbi olması lâzımdır. Âlimleri haklı ve doğru bilip,
kendini yanlış bilmelidir. Çünkü, âlimler bilgilerini, peygamberlerden
aleyhimüssalevâtü vetteslîmat almışlardır. Bu bilgiler, vahy ile gelmiş olup
sağlamdır. Yanlışlıktan, şaşırmaktan korunmuştur. Bu bilgilere uymayan kendi
keşf ve ilhâmı ise, yanlıştır ve bozuktur. Bunun için kendi keşfini, âlimlerin
sözünün üstünde tutmak, vahy ile inmiş sağlam bilgilerin üstünde tutmak olur. Bu
ise sapıklığın tâ kendisidir, zarar ve ziyandan başka bir şey değildir.
Kitab
ve sünnete, yâni Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun îtikâd lâzım olduğu
gibi, müctehidlerin kitab ve sünnetden çıkardıkları ahkâma, yâni İslâmiyete
uygun işleri yapmak da lâzımdır. Bu ahkâm; helâl, haram, farz, vâcib, sünnet,
müstehâb, mekrûh ve şüpheli olan işler demektir. Bu ahkâmı öğrenmek de lâzımdır.
Îtikâdı
ve ameli doğrulttuktan, bu iki kanadı ele geçirdikten sonra, Allahü teâlâya
yaklaştıran yolda, ilerlemek sırası gelir. Zulmânî ve nûrânî konakları aşmağa
başlanabilir. Fakat şunu iyi bilmelidir ki, böyle konakları aşarak
yükselebilmek; ancak, yolu bilen, yolu gören, yol gösteren, kâmil yetişmiş ve
mükemmil yetiştirebilen bir rehberin teveccühü ve tasarrufu yâni idâre etmesi
ile olabilir. Bunun bakışları, kalb hastalıklarına şifâ verir. Onun teveccühü,
yâni kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü ve çirkin huyları insandan siler,
süpürür.
Tasavvuf yolcusunun, bu yolda gözetilmesi lâzım olan şartları da öğrenmesi ve
bunlara riâyet etmesi lâzımdır. Bu şartların en başta geleni, nefse uymamaktır.
Bu da, verâ ve takvâ ile olur. Verâ ve takvâ, şüphelilerden ve haramlardan
sakınmak demektir. Haramlardan sakınabilmek için, mübahların lüzûmundan
fazlasını terk etmelidir. Çünkü mübahları, yâni yasak olmayan şeyleri,
alabildiğine yapan kimse, şüphelileri işlemeğe başlar. Bunlar ise, harama
yakındır, yâni haram işlemek ihtimâli çok olur. Uçurum kenarında yürüyen, içine
düşebilir. Demek ki haramdan sakınabilmek için, mübahların fazlasından kaçmak
lâzımdır. Bu yolda ilerlemek için verâ sâhibi olmak şarttır dedik. Çünkü insanın
işleri, iki şeyden biridir. Ya emr edilen şeydir, yâhut yasak edilmiş
şeylerdendir. Melekler de, emr edilen şeyleri yapmaktadır. Bunu yapmak insanı
ilerletseydi, melekler de terakkî ederdi. Meleklerde, yasak edilen şeyden
sakınmak yoktur. Çünkü onlar, yasakları yapmıyacak şekilde yaratılmıştır.
Yasakları işleyemezler. Onun için meleklere bir şey yasak edilmemiştir. Demek
ki, terakkî etmek, yasaklardan sakınmakla olabilmektedir.
Bu
sakınmak ise, nefse uymamak demektir. Allahü teâlâ dinleri, nefsî isteklerden
kurtarmak, karanlık ve kötü âdetleri yok etmek için gönderdi. Çünkü nefs, hep
haram işlemek veya mübahları lüzûmundan fazla yaparak, böylece harama kavuşmak
ister. Demek ki, haramlardan ve mübahların fazlasından sakınmak, nefse uymamak
demektir. (1. cild. 286 mektûb)
KAYNAKLAR
1)
Berekât-ı Ahmediyye; s.388
2)
Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî; c.1, 286. mektûb.
3)
Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî; s.349
4)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.239
|
|