|
EBÜSSÜ'ÛD EFENDİ
Osmanlı
âlimlerinin en meşhûrlarından. Büyük velî. On üçüncü Osmanlı Şeyhülislâmı olup,
tefsîr, fıkıh ve diğer ilimlerde büyük
âlim idi. İsmi, Ahmed bin Mustafa'dır. Bağdâtlı İsmâil Paşa, yaptığı inceleme ve
araştırma neticesinde, isminin Mehmed değil Ahmed olduğunu tesbit etmiştir.
İsminin Ahmed olduğu Kâmûs-ul-A'lâm da da yazılıdır. Ebüssü'ûd el-İmâdî
ismiyle meşhûr olup, Hoca Çelebi ismiyle de tanınmıştır. 1492 (H.898) senesinde
doğdu. Bâzı Kaynaklarda İstanbul'da bugün Güngören diye bilinen semtte doğduğu
kaydedilmiş ise de, kendi vakfiyesinde İskilip'de doğduğu yazılıdır. Yine onun
İmâdî nisbetine dayanılarak Kürdistandaki İmâdiye şehrinden olduğunu iddiâ
edenler çıkmışsa da bu görüşlerin tamamen asılsız olduğu bugün meydana
çıkmıştır. 1574 (H.982) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri, Eyyûb Sultan'da
kendi yaptırdığı medresenin yanında, Eyyûb Câmii karşısındadır.
Ebüssü'ûd Efendi, âlimler yetiştiren bir âileye mensub idi. Dedesi, meşhûr âlim
Ali Kuşcu'nun kardeşi Mustafa İmâdî'dir. Dedeleri Türkistanlı olup,
Semerkand'dan Anadolu'ya gelmişlerdir. Ebüssü'ûd Efendinin dedesinin babası
Mehmed Kuşcu, Tîmûr Hân'ın torunu olan Uluğ Beyin yakını ve Doğancıbaşısı idi.
Senelerce Uluğ Beyin hizmetinde bulunup, sevgisini kazanmıştı. Mehmed Kuşcu'nun
oğulları Ali Kuşcu ve Ebüssü'ûd Efendinin dedesi olan Mustafa İmâdî, Uluğ Beyin
elinde yetişip ilim öğrenmişlerdir. Mustafa İmâdî, bilhassa tasavvufta yetişip
ilerlemiştir. Uluğ Beyin vefâtından sonra, Ali Kuşçu ve Mustafa İmâdî, âileleri
ile birlikte Akkoyunlu devleti pâdişâhı Uzun Hasan'ın yanına gittiler. Uzun
Hasan onlara yakın alâka gösterdi. Onlar da, siyâsî ve ilmî faâliyetleriyle
hizmet ettiler. Burada bulundukları sırada Ali Kuşçu, Osmanlı Sultanı Fâtih
Sultan Mehmed Hana uzun Hasan'ın elçisi olarak gitmişti. Ali Kuşçu'ya çok
iltifât eden Fâtih Sultan Mehmed Hân, onun İstanbul'a gelmesini ısrârla istedi.
Uzun Hasan'dan müsâade alan Ali Kuşcu, kardeşi Mustafa İmâdî ile birlikte
İstanbul'a gelip yerleşti. Fâtih Sultan Mehmed Hân, onların Tebrîz'den
İstanbul'a yaptıkları yolculukları için, günlüğü bin akçe olarak hesaplatıp
vermiştir. İstanbul'a geldiklerinde, Fâtih Sultan Mehmed Hân, Ali Kuşçu'yu
Ayasofya Medresesine müderris tâyin etti. Mustafa İmâdî de, ilim öğretmekle
meşgûl olan tasavvuf ehli bir âlim idi. İstanbul'a geldikten sonra, Ali Kuşçu,
kızını kardeşi Mustafa İmâdî'nin oğlu Yavsi Muhyiddîn Mehmed'e nikâhladı. Bu
evlilikten Ebüssü'ûd Efendi doğdu.
Ebüssü'ûd Efendinin babası, hem amcası hem de kayınbabası olan Ali Kuşcu'dan ve
kendi babası Mustafa İmâdî'den ilim öğrendi. Senelerce süren bu tahsîlden sonra,
babası gibi o da tasavvufa yönelip zamânının meşhûr evliyâsından veAkşemseddîn
hazretlerinin halîfesi olan İbrâhim Tennûrî'ye talebe oldu. Onun sohbetlerinde
bulunarak, tasavvufda yetişti. Hocası İbrâhim Tennûrî'nin vefâtından sonra, onun
halîfesi olduğu için yerine geçti ve İstanbul'da insanlara doğru yolu
göstermekle meşgûl oldu. İkinci Bâyezîd Han, ona büyük bir zâviye yaptırdı ve
buraya mülk vakfetti. İkinci Bayezîd Hân, onun sohbetlerinden çok tad alırdı. Bu
sebeble, ekseriyâ berâber bulunurlardı. Zamânının meşhûr devlet adamları ve
âlimleri, "Hünkâr Şeyhi" lakabıyla da anılan Yavsî Muhyîddîn Mehmed İskilîbî'nin
sohbetine gelirler, dergâhı dolup taşardı. Meşhûr târihçi Hoca Sâdeddîn Efendi,
bu hâli şöyle ifâde etmiştir: "Sultanların Şeyhi, Şeyhlerin Sultânı olmuş,
herkesin gönlünü kazanmıştır."
Böyle bir zâtın oğlu olan
Ebüssü'ûd Efendi, küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayıp, çocukluk ve gençlik
çağında babasından dersler aldı. Ondan Hâşiye-i Tecrîd'i, Şerh-i
Miftâh'ı bütün hâşiyeleri ile birlikte iki kerre ve Şerh-i Mevâkıf'ı
baştan sona tahkîk ederek, iyice okudu. Miftâh-ül-Ulûm adlı meşhûr eserin
metnini ezberledi. Babası, vefât edinceye kadar
onun yetişmesi için gayret gösterip, ders vererek eğitip terbiye etti ve icâzet
verdi. Babasından sonra; meşhûr Osmanlı âlimlerinden Müeyyedzâde Abdürrahmân
Efendiden, tefsîr ve hadîs ilimlerinde âlim ve kayınbabası olan Mevlânâ Seyyidî
Karamânî'den ve meşhûr Osmanlı âlimi Müftiy-yüs-Sakaleyn İbn-i Kemâl Paşadan
ilim öğrendi. Tahsîlini tamamlayıp, ilimde yetiştikten sonra, zamânının
Şeyhülislâmı olan İbn-i Kemâl Paşanın emri ile Çankırı Medresesine müderris
tâyin edildi. Fakat bu vazîfeye gitmeden, o sırada İnegöl'de İshak Paşa
Medresesi müderrisi Bursalı Şems Çelebi vefât ettiğinden, 1516 senesinde onun
yerine tâyin edildiği sırada yirmi altı yaşlarında idi ve bu zamanda Osmanlı
Devleti, mühim hâdiselerle önemli gelişmelere sahne oldu. Yavuz Sultan Selîm
Han, Çaldıran'da Şah İsmâil'i ve Safevîleri Anadolu'dan çıkararak, Güneydoğu
sınırlarının güvenliğini sağladı. Bir yıl sonra Mısır üzerine yaptığı sefer
neticesinde, halîfelik Osmanlılara geçti.
Ebüssü'ûd Efendi, İnegöl'deki İshak Paşa Medresesindeki müderrislik vazifesinden
1520 senesinde alındı. On ay sonra 1521'de İstanbul'da Dâvûd Paşa Medresesine
müderris tayin edildi. Aynı sene, Sa'dî Efendi yerine Mahmûd Paşa Medresesine,
1524'de İkinci Vezîr Mustafa Paşanın Gebze'de yaptırdığı medreseye tâyin edildi.
1525'de ise, Kireççizâde yerine Bursa Sultâniye Medresesine tâyin edildi. 1527
senesinde Abdüllatîf Efendi yerine Sahn-ı semân Müftî Medresesi müderrisliğine
terfî olundu. Bu vazifesi beş sene sürdü. Çok sayıda ve kıymetli âlimler
yetiştirdi.
Ebüssü'ûd Efendi 1532 senesinde Bursa kâdılığına tâyin edildi. Bursa kâdılığı
önemli mevkîlerden olup, bu vazîfede başarılı olan İstanbul kâdılığına, İstanbul
kâdılığında muvaffak olan da Anadolu kâdıaskerliğine tâyin edilirdi. Bundan
sonra da şeyhülislâmlık makâmına getirilirdi. Ebüssü'ûd Efendi, Bursa'da bir yıl
kâdılık yaptıktan sonra, İstanbul kâdılığına tâyin edildi. Bu vazîfesinde
başarılı hizmetler yaptı. Bu vazîfesinde adlî işlerin tamâmına, belediye
reisliğine, denetleme ve tâkib müesseselerinin tamâmına ve idârî işlerin bir
kısmına bakıyordu. Ebüssü'ûd Efendi, bu vazîfesinde öyle seri ve çok çalışıyor,
işleri öyle yürütüyordu ki, kâtibleri ona yetişemiyorlardı. Bu sebeple
kâtiplerden bir grup günün yarısında, diğer bir grub da günün diğer yarısında
işleri yetiştirmeye çalışıyorlardı. İstanbul kâdılığı, ilmiye sınıfı için önemli
bir mevkî idi.Ebüssü'ûd Efendinin İstanbul kâdılığı vazifesi üç sene sürdü. Bu
zaman içinde fevkalâde başarı ve mehâretle kâdılık yaptı. Bundan sonra, ilmiye
sınıfı için en yüksek makamlardan sayılan kadıaskerlik vazifesine tâyin edildi.
Normalde Anadolu kâdıaskeri, sonra da Rumeli kâdıaskeri olması gerekirken, bir
rütbe atlanarak, 1537 senesinde Rumeli kâdıaskerliğine getirildi. Sekiz sene bu
vazifede bulunarak, büyük hizmetler yaptı. Ebüssü'ûd Efendi, kâdıasker tâyin
edilmeden önce gördüğü bir rüyâyı şöyle anlatmıştır: "Kadıasker olmadan bir
hafta önce, rüyâmda Fâtih Sultan Mehmed Câmiinin mihrâbında benim için bir
seccâde serilmiş olduğunu gördüm. Halka imâm oldum ve sekiz rekat namaz kıldım.
Bu rüyâdan sonra kadıasker oldum. Meğer bu rüyâ, kadıaskerlikte sekiz sene
kalacağıma işâretmiş. Keşke kıldığım o sekiz rekatlık ikindi yerine yatsı namazı
kılmış olsaydım."
Kânûnî Sultan Süleymân Hân
kıymetini ve ilimdeki üstünlüğünü anladığı Ebüssü'ûd Efendiyi çok sever ve değer
verirdi. Onu bütün seferlerinde yanında bulundurdu. 1541 senesinde Budin'in
fethinde, zafer şükrânesi olarak şehrin en büyük kilisesini câmiye çevirten
pâdişâh burada ilk namazı Ebüssü'ûd Efendiye kıldırttı. Yine pâdişâhın emri
üzerine, Budin'in ve Orta Macaristan'ın tapu ve tahrir işlerini yaptı. Mühim
hizmetler yaptığı bu vaifesinden sonra, 1545 senesinde Fenârîzâde Muhyiddîn
Efendinin ihtiyarlığı ve rahatsızlığı sebebi ile şeyhülislamlıktan ayrılması
üzerine bu göreve getirildi. Bu sırada elli beş yaşında bulunuyordu. Otuz sene
şeyhülislâmlık yaparak, dîne ve devlete üstün hizmetler yaptı.
Kânûnî Sultan Süleymân Hân
ve İkinci Sultan Selîm'in saltanatları zamânında 30 sene şeyhülislâmlık yaptı.
Osmanlı şeyhülislâmları arasında en çok bu makamda kalıp hizmeti geçen Ebüssü'ûd
Efendidir. Bu vazifede bulunduğu sırada çok mühim hizmetler yapmıştır. Kânûnî
Sultan Süleymân Hân, Ebüssü'ûd Efendiyi çok sever ve her önemli işinde onun
fetvâsına mürâcaat ederdi. Süleymâniye Câmiinin temel atma merâsiminde, mihrâbın
temel taşını Ebüssü'ûd Efendiye koydurtmuştur. Devrinde âlimler arasında bir
mesele hakkında farklı hüküm ortaya çıksa, Kânûnî Sultan Süleymân Hân, Ebüssü'ûd
Efendinin tarafını tercih ederdi. Ebüssü'ûd Efendi, o devirde, devlet
kânunlarını dînin hükümlerine uygun bir şekilde düzenlemiştir. Tımar ve
zeâmetlere dâir mevzûlarda verilen kararlar, genellikle Ebüssü'ûd Efendinin
fetvâlarına dayanmıştır. Mülâzemet usûlü de onun kadıaskerliği zamanında
kurulmuştur. Kânûnî, arâzi kânunnâmesini de Ebüssü'ûd Efendiye yaptırmıştır.
Kânûnî Sultan Süleymân Hân
1566 (H.974) senesinde vefât edince, cenâze namazını Ebüssü'ûd Efendi kıldırdı.
Kılınan cenâze namazından sonra Kânûnî'nin hayatta iken yaptırdığı Süleymâniye
Câmii bahçesindeki türbesine gelindi. Cenâze kabre konuldu. Bu sırada bir
çekmece getirilip kabre konulmak istendi. Şeyhülislâm Ebüssü'ûd Efendi müdâhale
etti. Çekmecenin niçin konulduğunu, dînimizde kıymetli bir şeyin cenâzeyle
gömülmesinin mümkün olmadığını söyledi. Sultan Süleymân Hanın, vefâtından bir
gün önce vasiyet edip bu çekmecenin kendisi ile gömülmesini istediğini
bildirdiler. Ebüssü'ûd Efendi, mutlaka içindekilerin görülmesi gerektiğini,
kıymetli bir şey varsa gömülemeyeceğini söyledi. Çekmece Ebüssü'ûd Efendiye
verilirken, elden kayıp düştü ve içindekiler döküldü. Kâğıtların her birinde bir
fetvâ ve altında şeyhülislâmın imzâsı vardı. Ebüssü'ûd Efendi, yazıların altında
kendi imzâsını görünce; "Ey Süleymân! Sen kendini kurtardın ama, biz ne
yapacağız?" diyerek ağlamaya başladı. Kânûnî Sultan Süleymân Han, yapacağı her
işi şeyhülislâma sormuş ve aldığı fetvâya göre hareket etmişti. Delîl olarak da,
aldığı fetvâların yanında gömülmesini vasiyet etmişti.
Ebüssü'ûd Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Hana hayatta iken bir vesîle ile şu
meâlde bir kıt'a yazmıştı; "Asıl gerçek, gerçeği gören cihân pâdişâhının
görüşüdür. Onun fikri ve görüşü şeriatin senedi, dînin ise direğidir." O,
sultanın kaybından duyduğu büyük üzüntü ve acıyı ifâde etmek üzere Arapça olarak
şu mânâda bir şiir söylemiştir:
"Yıldırım gürültüsü mü, yoksa İsrâfil Sur'u mu?
Ki böyle
doldu kıyâmet sayhalarıyla yeryüzü
Bundan
her tarafa büyük bir korku isâbet etti,
Bundan
bütün insanlar Tûr'daki helâk hâdisesini tattı."
Ebüssü'ûd Efendi, sekiz sene de Sultan İkinci Selîm Hân zamânında şeyhülislâmlık
yaptı. Sultan İkinci Selîm Hân, Ebüssü'ûd Efendiye çok hürmet edip, onu
incitecek hareketlerden sakınırdı. Bu dönemde de pek mühim hizmetler yaptı. En
mühim hizmetlerinden biri, Kıbrıs'ın fethi için fetvâ vermesi ve Kıbrıs'ın
fethini sağlamasıdır. Bu ada, İslâmiyetin ilk zamanlarında Eshâb-ı kirâm
tarafından fethedilmişti. Osmanlı Devletinin Kıbrıs üzerinde târihî bir hakka
sâhib olması ve bir de o zaman Kıbrıs'a hâkim olan Venediklilerin, yapılan
anlaşmayı bozarak deniz yollarına tecâvüz etmeleri sebebiyle, Kıbrıs'ın fethine
fetvâ verdi.
Kuruluşundan beri durmadan gelişen Osmanlı Devleti büyüdükçe, geniş arâzileri ve
değişik kabîleleri içine almıştı. Bütün bunların idâresinde, her devrin âlimleri
pâdişâha yardımcı olmuşlar, aldıkları mühim vazifeler ile hizmet etmişlerdir.
Ebüssü'ûd Efendi, bu âlimlerin en başta gelenlerindendi. Zamânında en parlak
dönemine ulaşan Osmanlı Devletinin bu başarısına büyük katkıları olmuştur.
Ebüssü'ûd Efendi, dînine bağlı, haramlardan ve şüpheli şeylerden son derece
sakınan, Allah korkusu çok olan bir âlimdi. Güler yüzlü, tatlı dilli olup,
latîfeden hoşlanırdı. Etrâfında bulunanlara yumuşaklıkla muâmele ederdi. Çok
ibâdet eder ve zâhidâne, dünyâya gönül vermeden yaşardı. Gâyet temiz ve sâde
giyinirdi. Heybetinden meclisinde kimse konuşmaz, onun konuşması hürmetle
dinlenirdi. Devlet işlerini ve hizmetlerini mükemmel bir şekilde yürütmesi
yanında, talebe yetiştirmek ve kıymetli eserler hazırlamakla da vakit geçirirdi.
Meşgûliyetinin çokluğuna rağmen, talebelerine zamânında ve aksatmadan derslerini
verirdi. Zeyrek civârındaki Çırçır'da bulunan konağında oturur, müslümanların
işlerine bakardı. Belli zamanlarda Topkapı sarayına giderek pâdişâhı ziyâret
ederdi. Bu ziyâretlerine giderken devamlı bugün Ebüssü'ûd Caddesi denilen
caddeden gittiği, bu sebeple onun ismine izâfeten bu caddeye Ebüssü'ûd Caddesi
denildiği bâzı Kaynaklarda kaydedilmiştir.
Osmanlı Devletinde
yetişmiş en büyük şeyhülislâmlardan birisi idi. Cinlere de fetvâ vermesiyle
meşhûrdur. Eyyûb Sultan'da Yazılı Medrese olarak bilinen medresede bulunduğu
sırada, bir defâsında cinler kendisinden fetvâ sormak üzere gelmişlerdi.
İçlerinden bâzısı suâl sorarken, diğerleri de medresenin duvarlarına birşeyler
yazmışlardı. Cinlerin bu duvarlara yazı yazmaları sebebiyle, o medreseye "Yazılı
Medrese" ismi verilmiştir. Bu yazılar daha sonra üzerlerine badana çekilmek
sûretiyle kapatılmıştır.
Ebüssü'ûd Efendi, kendisine sorulan suâllere gâyet yerinde ve faydalı cevaplar
verirdi. Şeyhülislâmlığı dönemindeki fetvâlarının herbiri, bir kânun maddesi
mâhiyetindeydi. Bu fetvâları,
Fetâvâ-i Ebüssü'ûd adlı bir kitapta toplanmıştır. Sorulan suâl manzûm
ise, cevâbı da kâfiye ve vezin bakımından suâle uygun olarak verilirdi. Sorulan
suâl nesir ve secîli ise, cevâbı da öyle olurdu. Suâl Arabca ise cevabı Arabca,
Farsça ise Farsça, Türkçe ise Türkçe olurdu. Çoğu gün binden fazla fetvâ
verirdi. İki defa işlerin çokluğu sebebiyle, sabah namazından sonra sorulan
suâllere cevap vermeye başlayıp, ikindi namazında bitirmiştir. Birinde 1412,
diğerinde 1413 fetvâ verdiği tesbit edilmiştir.
Ebüssü'ûd Efendi, Yavuz Sultan Selîm ile Kânûnî Sultan Süleymân Hanın fevkalâde
sevgi ve iltifâtını kazandı. Kânûnî Sultan Süleymân Hanın Ebüssü'ûd Efendiye
gönderdiği şu mektup, ona karşı beslediği hâlisâne duyguları dile getirmektedir.
Mektup özetle şöyledir:
"Halde hâldaşım, sinde
sindaşım (yaşta yaşdaşım), âhiret karındaşım, Molla Ebüssü'ûd Efendi
hazretlerine, sonsuz duâlarımı bildirdikten sonra, hâl ve hâtırını suâl ederim.
Hazret-i Hak, gizli hazînelerinden tam bir kuvvet ve dâimî selâmet müyesser
eylesin! Allahü teâlânın ihsânı ile, lütuflarınızdan niyâz olunur ki, mübârek
vakitlerde, muhlislerinizi şerefli kalbinizden çıkarmayınız. Bizim için duâ
buyurunuz ki, yere batasıca kâfirler hezîmete uğrayıp, bütün İslâm orduları
mensûr ve muzaffer olup, Allahü teâlânın rızâsına kavuşalar... Duâlarınızı, yine
duâlarınızı bekleyen, Hak teâlânın kulu Süleymân-ı bî riyâ."
Ebüssü'ûd Efendi, başta muhteşem bir hükümdâr olan Kânûnî Sultan Süleymân Hân,
ilimde Zenbilli Ali Efendi ve İbn-i Kemâl Paşa, İmâm-ı Birgivî gibi âlimlerin,
edebiyatta Fuzûlî ve Bâki gibi şâirlerin, mîmârîde Mîmar Sinân, tarihte
Selânikli Mustafa ve Âlî, Nişancı Mehmed, coğrafyada Pîrî Reis, denizcilikte
Barbaros ve Turgut Reis gibi meşhûr kimselerin bulunduğu bir devirde bulunmuş ve
o da ilimdeki yüksek derecesi ve mahâretiyle şeyhülislâmlık makâmında hizmet
etmiştir. Bu devir, Osmanlı Devletinin en parlak dönemlerindendir. İlimde,
sanatta ve diğer birçok husûslarda en meşhûr kimseler bu devrede bir araya
gelmiştir. Osmanlı Devleti, o devirde dünyânın yarısına hükmeden muazzam bir
devlet idi. Devletin bu hâle gelmesinde, diğer Osmanlı âlimleri gibi, Ebüssü'ûd
Efendinin de büyük emeği geçti. Hattâ en çok emeği ve hizmeti geçen
âlimlerdendir. Ömrü boyunca Osmanlı Devletinde adâletin yerleşmesinde ve
yaygınlaşmasında her türlü çalışmayı yapmış ve pek üstün gayretler göstermiştir.
Ebüssü'ûd Efendi, bütün bu meziyet ve üstünlükleri yanında, edebiyât ve şiir
sâhasında da yâdigâr eserler bırakmıştır. Zamânının şâir ve edîbleri, yazdıkları
nefîs kasîdelerle onu övmüşler, şânını dile getirmeğe çalışmışlardır. Kendisinin
Türkçe, Arabca ve Farsça şiirleri vardır. Arabca şiirlerinden Kasîde-i Mîmiyye
en meşhûrudur. Sorulan bâzı suâllere şiirle cevap verdiği de olurdu. Şiirlerinde
daha ziyâde fikir hâkim olup, âlimâne ve hâkimâne yazardı.
Meselâ;
"Eşk-i
pür-hûn ser-be-ser tutdı cihân eknâfını,
Sîne-i
sûzânım içre âteş-i hasret gibi."
Ve aynı kasîdesinde;
"Âleme
beyhûde bakma, eyle im'ân-ı nazar,
Sun'i
üstâd-ı ezelde, nâzır-ı ibret gibi.
Her biri
zerrât-ı ekvânın lisân-ı hâl ile,
Keşfeder sırr-ı cihânı hâtik-i hikmet gibi."
Ebüssü'ûd Efendi, benzeri az yetişen bir âlimdi. Arabcaya ve Arab edebiyâtına
vukûfiyetini ve bu husûstaki ihtisâsını zamânın âlimleri ve Arab şâirleri tasdîk
etmişlerdir. Arabcayı gâyet güzel yazar ve güzel konuşurdu. Şemsi Paşanın
yazdığı beş yüz beytlik manzûm Vikâye'nin incelemesini yapıp,
yanlışlarını göstererek nâzik ve zarîf tarzda bir yazı ile iâde etmesi meşhûrdur.
Sorulan nükteli ve garip suâllere aynı tarzda ve aynı uslûpta cevaplar verirdi.
Nüktedan birinin hazîne mânâsına gelen "Hızânetü" ve çanak mânâsına gelen "Kas'atü"
kelimesinin fetha ile mi yoksa kesre ile mi okunur diye sorduğu soruya; "Lâ
teftah-ül-hızânete velâ teksırul-kas'ate" diye cevap verdi. Burada, "hızâne"yi
feth etme, yâni "fetha" ile okuma, Kas'ayı da kesr etme, "kesre" ile okuma
derken, "fetha" kelimesini açma mânâsında, "kesre" kelimesini de kırma mânâsında
kullanarak; "Hazîneyi açma, çanağı da kırma" diyerek, sanatlı bir ifâde
kullanmıştır.
Tefsîr ilminde de büyük
bir âlim olduğu için, "Müfessirlerin hatîbi" ünvânı verilmiştir. Yine fıkıh
ilmindeki yüksek derecesinden dolayı, âlimler arasında "Nu'mân-üs-sânî (İkinci
Ebû Hanîfe)" lakabıyla ve "Müftiy-yüs-sekaleyn (cinlerin ve insanların müftîsi)"
ve İbn-i Kemâl Paşadan sonra "Muallim-i sânî" lakabıyla tanınmıştır. Bütün
ilimlerde mâhir olup, bilhassa tefsîr, fıkıh ve Arabî ilimlerde mütehassıs idi.
Asrında İslâm âleminde onun derecesinde bir âlim yetişmemiştir. Zamânında Hanefî
mezhebinin reisliği onda idi. İslâm hukûkunda, usûl ve fürû' meselelerinde tam
bir selâhiyete sâhipti. Dört mezhebin fıkıh bilgilerine vâkıf idi.
Bütün bu üstün
vasıflarıyla devletine ve milletine pekçok hizmetlerde bulunan Ebüssü'ûd Efendi,
25 Ağustos 1574 (H.982) târihinde 84 yaşında iken vefât etti. İslâm âleminde çok
tanınmış olduğundan, duyulduğu zaman büyük bir üzüntü ile karşılandı. Cenâze
namazını Kadıasker Muhşî Sinan Efendi, Fâtih Câmiinde kıldırdı. Cenâze namazı
için o devrin âlimleri, vezîrler, dîvân erkânı ve halk, büyük bir kalabalık
hâlinde toplandı. Cenâzesi Eyüp semtinde kendisinin yaptırdığı medresenin
bahçesine defnedildi. Yine Mekke ve Medîne âlimleri vefât haberini aldıkları
zaman büyük bir üzüntü içerisinde Ebüssü'ûd Efendi için gâib cenâze namazı
kılmışlardır. Sultan İkinci Selîm Hân, Ebüssü'ûd Efendinin vefâtından dolayı pek
ziyâde üzülmüştür. 58 sene müddetle müderrislik, kâdılık ve şeyhülislâmlık
vazifeleri ile, millete ve devlete çok hizmeti geçmiş, pâdişâhlar ve halk
tarafından çok sevilmiş müstesnâ bir âlim idi. Yetiştirdiği âlimler, yaptığı
mühim hizmetler ve yazdığı eserleri ile hem yaşadığı, hem de sonraki asırlarda
şükran ve rahmetle yâd edilen ve benzeri az yetişen bir İslâm âlimi idi.
Ebüssü'ûd Efendinin talebelerinden ve o devrin en meşhûr şâirlerinden olan Bâki
Efendi, Ebüssü'ûd Efendiyi metheden şu şiiri yazmıştır:
"Şer-i
efâdıl-âfâk müftî-i âlem.
Sipihr-i fazl-u-kemâl, âfitâb câh-ü-celâl.
İmâm-ı
saff-ı efâdıl, emîr-i hayl-i kirâm.
Emîn-i
dîn-ü-düvel, hâce-i hûceste hısâl,
Ebû
Hânîfe-i sânî Ebüssü'ûd ol kim,
Fezâil
içre olupdur efâdıl ona ıyâl."
Ün yapmış üstün ilim
adamlarının başı ve kâinât müftüsü, kemal ve fazîletin semâsı, güneş mertebeli
ve güneş otoriteli. / Âlimlerin önderi, cömertler zümresinin başı. / Din ve
devletin emniyeti, güzel huyların nümûnesi. / İkinci Ebû Hanîfe denilen o
Ebüssü'ûd ki, / Tam bir fazîlet timsâli, diğer âlimler onun çocukları).
Ebüssü'ûd Efendi; uzun boylu, yanakları çukurca, buğday benizli, ak sakallı,
nûrânî yüzlü, vakûr ve heybetli idi. Gösterişten uzak bir şekilde giyinir, yiyip
içmede, giyim ve kuşamda Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin yolundan ayrılmazdı.
İstanbul ve memleketi olan İskilip'te yaptırmış olduğu pek çok hayrâtı vardır.
İskilip'te, babası Muhyiddîn Mehmed İskilîbî'nin ve annesinin medfun bulunduğu
türbenin yanında bir câmi ve bir medrese, o civarda bir de köprü yaptırmıştır.
İstanbul Eyyûb'de bir medrese yaptırdı. Yine İstanbul'da Şehremini ve Mâcuncu
semtlerinde birer çeşme ve hamam yaptırmıştır. Mâcuncu'da bir konağı ve
Sütlüce'de bahçeli bir yalısı vardı. Tefsîrini bu yalıda yazmıştır.
Ebüssü'ûd Efendi Osmanlı sultanlarından İkinci Selîm, Üçüncü Murâd veÜçüncü
Mehmed'in zamanlarında yetişen ilim adamlarının çoğunun hocasıdır. Bunlardan
bâzıları şu zâtlardır: Mâlûlzâde Seyyîd Mehmed, Abdülkâdir Şeyhî, Hoca Sa'deddîn,
Bostanzâde Mehmed Sun'ullah Efendi, Bostanzâde Mustafa, meşhûr şâir Bâki Efendi,
Hâce-i sultan Atâullah, Kınalızâde Hasan ve Ali Cemâlî Efendinin oğluFudayl
Efendi.
Ebüssü'ûd Efendi, kendi oğullarını da ilimde yetiştirmiştir. Dört oğlu iki kızı
vardı. Oğullarından Mehmed Çelebi, ilimde yetişip, çeşitli medreselerde
müderrislik, Şam vâliliği ve Haleb kadılığı yaptı. "Meylî" mahlası ile meşhûr
olup, hattatlığı ve şâirliği ile de tanındı. Farsçada ve şiirde mehâretli idi.
Farsça gazelleri vardır. Bu oğlu, kırk yaşında iken vefât etmiştir.
İkinci Oğlu Şemseddîn
Ahmed Çelebi, Taşköprüzâde Ahmed, Efendiden ve babasından ilim öğrendi. Babasına
muîd, yardımcı ve asistan oldu. Daha on yedi yaşında iken, Rüstem Paşa
Medresesine müderris oldu. Sahn-ı semân ve Şehzâde Medresesinde de müderrislik
yaptı. Bu oğlu da otuz yaşlarında vefât etti.
En
küçük oğlu Mustafa Efendiyi kendisi ilimde yetiştirip, icâzet verdi. Önce Sahn
Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. Edirne Selimiye Medresesinde de
müderrislik yaptı. Selânik Galata, Bursa,Edirne ve İstanbul kadılığı yaptı.
Bundan sonra Anadolu, bir sene sonra
da Rumeli kadıaskerliği yaptı. Hat sanatında mâhir, fıkıh ve usûl-i fıkıh
ilminde âlim idi. Meşhûr fıkıh kitabı Dürer'e hâşiye yazmıştır. Bu oğlu
da 43 yaşında vefât etmiştir. Oğullarından Mustafa Çelebi hâriç, diğerleri
kendisinden önce vefât etmişlerdir. Kızlarından biri, şeyhülislâm Müeyyedzâde
Abdülkâdir Şeyhî'nin hanımı idi. Bu zât, Ebüssü'ûd Efendinin kız kardeşinin
oğludur. Diğer kızı, yine şeyhülislâm olan Ma'lûlzâde Mehmed Efendinin hanımı
idi. Bâzı Kaynaklarda bir kızının daha olduğu, onun da Ali Cemâlî Efendinin oğlu
Fudayl Efendinin hanımı olduğu kaydına rastlanmıştır. Ebüssü'ûd Efendinin
kardeşi Şeyh Nasrüddîn de âlim ve ehl-i tasavvuf bir zât idi. Önce İskilib,
sonra İstanbul'da insanlara rehberlik ederek irşâd vazifesi yapmıştır.
Ebüssü'ûd Efendi, tefsîr, fıkıh ve diğer ilimlerde pekçok eser
yazmıştır. Eserlerinden en meşhuru, İrşâdü Akl-is-Selîm isimli tefsîri
olup pek kıymetlidir. Ebüssü'ûd Efendi yazdığı bu tefsîrde, Keşşaf Tefsîri
ile, müfessirlerin baştâcı olan İmâm-ı Beydâvî'nin Envâr-üt-Tenzîl'ini
kaynak olarak almıştır. Bu tefsîrlerden aldığı bilgiler yanına, yeni inceleme ve
mütâlaalar da ilâve etmiştir. Evliyâ Çelebi, bu tefsîrden, Seyahatnâme
adlı eserinde şöyle bahsetmiştir: "Üç bin ulemâdan ve bin yedi yüz kadar mûteber
tefsîrden istifâde etmek, feyz almak sûretiyle yazdığı tefsîr, hâlen âlimler
arasında makbûl ve medhedilen bir tefsîrdir. Ona denk bir tefsîr yoktur."
Mir'ât-ı Kâinât müellifi Nişancızâde de bu tefsîr için; "Yazdığı güzel
tefsîr-i şerîfi dünyânın en güzel tefsîrlerindendir." demiştir.
Ebüssü'ûd Efendi, bu tefsîrini nasıl yazdığı hakkında yaptığı
açıklamanın bir bölümünde Keşşaf Tefsîri'nin ve İmâm-ı Beydâvî'nin
Envâr-üt-Tenzîl adlı tefsîrinin, yazılmış tefsîrlerin en meşhûru ve seçilmiş
tefsîrler olduğunu belirttikten sonra şöyle demektedir: "Önceden bu iki kitabı
okuyup incelemekle meşgûl olurken, bunların ihtivâ ettiği cevherlere, kıymetli
bilgilere, diğer kitaplarda bulduklarımı da ilâve etmek sûretiyle, güzel bir
uslûb ile tertib etmek ve Allahü teâlânın lütfu olarak kalbime doğan şeyleri de,
Kur'ân-ı kerîmin şânına uygun bir şekilde ilâve edip, Sultan Süleymân'ın
hazîne-i şâhânesine hediye etmeyi düşündüm. Lâkin seyahatlerim azmime mâni oldu.
Yapılacak işin büyüklüğü beni tereddüde düşürdü. Aradan aylar ve yıllar geçti.
Meşgûliyetin çokluğu, muhârebelerde, seferlerde, beldelerde dolaşmam bu işe mâni
oldu. Baktım ki fırsat elden gidiyor, ecel yaklaşıyor, hayat güneşi batmak,
sönmek üzere, artık meşgalemin çokluğuna bakmadan arzu ettiğim kitabı yazmaya
karar verdim. Allahü teâlâya sığınarak işe başladım."
Ebüssü'ûd Efendi, Sâd sûresine geldiği zaman Kânûnî Sultan Süleymân Hân tefsiri
görmek istedi. Yazılan kısım takdim edilince, büyük bir hürmetle karşıladı.
Ebüssü'ûd Efendinin o zaman iki yüz akçe olan meşihât yevmiyesini beş yüz akçeye
çıkardı. Büyük ihsân ve ikrâmlarda bulunup, hil'at (elbise) giydirdi. Bu tefsîr
1566 senesinde yazılıp tamamlanınca, Ebüssü'ûd Efendinin yevmiyesi, yüz akçe
daha ilâve edilerek altı yüz akçeye çıkarıldı. Tefsîr yazılıp tamamlandıktan
sonra, Mekke'ye ve Medîne'ye iki nüsha gönderilip, o zaman ilim öğrenmekte olan
talebelerin istinsâh edip, yazarak çoğaltmalarına izin verildi. Bu tefsîrin
İstanbul ve Anadolu'nun muhtelif kütüphânelerinde bulunan çok sayıda nüshaları vardır.
İlk baskısı 1858-1868 seneleri arasında, Bulak'ta müstakil olarak yapılmıştır.
Yine Bulak'ta 1872 senesinde İmâm-ı Râzî'nin Tefsîr-i Kebîr'i Mefâtîh-ül-Gayb
kenarında ikinci baskısı yapıldı. Daha sonra 1889-1890 senelerinde,
Kâhire'de müstakil olarak üçüncü baskısı yapıldı. Aynı yıllarda İstanbul'da
Dâr-üt-tabâat-il-âmire matbaasında, yine İmâm-ıRâzî'nin tefsîri kenarında
dördüncü baskısı yapıldı. 1952 senesinde, Mısır'da beş cild hâlinde beşinci
baskısı yapıldı. Ebüssü'ûd Efendinin bu tefsîri üzerine şerh ve ta'likler,
incelemeler yazıldı. Bu tefsîr, Mısır'da Câmi'ul-Ezher'de yıllarca ders olarak
okutulmuştur.
Ebüssü'ûd Efendinin diğer önemli eserleri ise şunlardır:
1) Ma'rûzât, 2) Hasm-ül-Hilâf,
fil-Meshi Alel-Hıfâf, 3) Tehâfüt-ül-Emcâd fî Evveli Kitâb-il-Cihâd, 4) Meâkıd-üt-Taraf
fî Evveli Tefsîri Sûret-il-Fethi min-el-Keşşâf, 5) Ğamezât-ül-Melîh fî Evveli
Mebâhıs-il-Kasr-ıl-âm Minet-Telvîh, 6) Tevâkıb-ül-Enzâr fî Evveli Menâr-ül-Envâr,
7) Ta'likâtün alel-Hidâye; 8) Fetvâlar:
Ebüssü'ûd Efendinin fetvâları, Bostanzâde Muhammed bin Ahmed Efendi
tarafından toplanmıştır. Bâblara ve fasıllara ayrılmıştır. 9) Kânunnâmeler:
Ebüssü'ûd Efendinin fetvâ şeklinde tertib ettiği kısımları ihtivâ eden bir
eserdir. 10) Risâletü Vakfinnukûd, 11) Galatât-ül-Avâm, 12) Tescîl-ül-Vakf,
13) Kânûn-ül-Muâmelât, 14) Risâle-i Mesh, 15) Münşeât, 16) Kıssa-i Hârût ve
Mârût, 17) Tuhfet-üt-Tullâb fil-Münâzarât, 18) Risâletün fil-Ed'iyyet-il-Me'sûre,
19) Mektupları, 20) Şiirleri; Arabça, Farsça ve Türkçe şiirleri olup,
Kasîde-i Mîmiyye'si meşhûrdur.
Ebüssü'ûd Efendinin vermiş olduğu binlerce fetvâdan bir kısmı ise şu şekildedir.
"Bir tavuk boğazlanıp, içi
ve gursağı çıkarılmadan, kaynar suda haşlasalar, yolsalar, yemesi helâl olmaz,
haramdır. Kesip içi ve gursağı çıkarılıp, içi yıkandıktan sonra haşlanırsa,
tüylerine necâset bulaşmamış ise, yemesi helâl olur."
"İmâm, amel-i kesîr
oluncaya kadar tegannî ederse, yâhut üç harf ziyâde ederse, namazı fâsid olur.
Tegannî, ırlamaktır, sesini hançeresinde terdîd edip, yâni tekrarlayıp türlü
sesler çıkarmaktır."
"Bir köyde veya mahallede
mescid olmayıp, cemâatle namaz kılmasalar, hükûmet bunlara zorla mescid
yaptırmalıdır. Cemâati ihmâl edenleri tâzir etmelidir.
Suâl: Namazda otururken
şehâdet parmağı kaldırmak mı kaldırmamak mı daha iyidir?
Cevap: Her ikisi de iyi
demişlerdir. Fakat parmağı kaldırmamak daha iyi olduğu meydandadır.
Suâl: Bir dilenci gelip:
"Allah aşkına, Peygamber aşkına; Allah'ı seversen, Peygamber'i seversen bana bir
akçe ver" dese; o dilenciye: "Allah versin!" tarzında cevap verilse veya hiç bir
yardımda bulunulmasa günaha girmiş olunur mu?
Cevap: Sevmek, vermeyi
gerektirmez... Vermemesi sevmemesine bağlı değilse, hiçbir hatâ ve günah yoktur.
Suâl: Karacaahmet
tekkesine hasta götüren ve orada kurban kesen kimseler: "Hasta oraya varınca
şifâ bulur" diye inansalar" dînen onlara ne gerekir?
Cevap: Eğer şifâ verenin
Allahü teâlâ olduğunu bilirler ve Karacaahmed'i de sâlih bir kişi olarak
tanırlarsa bir şey gerekmez.
Suâl: Cenâb-ı Hak
hazretleri mekan mefhumundan münezzehtir. Böyle olduğu halde "Allah göklerdedir"
tarzında mı veya bir başka şekilde mi inanmak gerekir?..
Cevap: "Allahü teâlâ bütün
mekanlardan münezzehtir. Gökler, yerler onun idâresindedir. İlmi ve gücüyle
onlara hâkimdir" tarzında îtikâd etmek gerekir. Duâ ânında elleri yukarı
kaldırmak, üst cihetin, semânın, duânın kıblesi kabul edilmesinden dolayıdır.
Suâl: Bir mescide imâm
olmak mı yoksa marangozluk mu daha iyidir?
Cevap: Bir sanatı, namazı
hiç terketmeden yürütmek, Allah katında makbul ameldir.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
MÜFTÎ OLSA
GEREKTİR
Ebüssü'ûd Efendi, şeyhülislâm olmasıyla ilgili bir rüyâsını şöyle anlatmıştır:
"Henüz daha medresede talebe iken, bir gece rüyâmda ZeyrekCâmiine girdim. Câmi
çok kalabalık idi. "Bu topluluk nedir?" dedim. "Resûl-i ekrem efendimizin
dîvân-ı seâdetleridir, toplantılarıdır" denildi. Hürmetle bir köşede durdum.
Önümde de, o devrin müftîsi İbn-i Kemâl Paşa oturuyordu. Peygamber efendimiz
mihrâbda bulunuyordu. Sağ ve solunda Eshâb-ı kirâm efendilerimiz edeble ayakta
duruyorlardı. Resûlullah efendimizin huzûrunda da bir zât vardı. Kıyâfetinden
onu Arab zannetmiştim. Peygamber efendimiz ile dizdize denilecek bir hâlde
oturuyor ve konuşuyordu. Acabâ bu zât kimdir ki, Eshâb-ı kirâm efendilerimiz
ayakta oldukları hâlde, o, Resûlullah'ın huzûrunda oturuyor? diyerek hayret
ettim. Konuşmalarını dinledim; Peygamber efendimiz Arabca konuşuyorlar, o zât
ise Farsça söylüyordu. Peygamber efendimiz ona; "Yâ Mevlânâ Câmî, ben Arabca
konuşuyorum, sen de Arabca konuş" buyurunca, Arab zannettiğim o zâtın Mevlânâ
Abdürrahmân Câmî olduğunu anladım. Mevlânâ Câmî, Peygamberimize; "Yâ Resûlallah!
Bir hatâmdan dolayı sizden özür dilemiştim. Acabâ özrüm makbûl olmadı mı?" dedi.
Peygamber efendimiz; "Ne yolla îtirâz etmiştin?" buyurunca, şöyle dedi: "Sizi
methetmek için yazdığım bir kasîdemde; "Onun sırrına eremiyorum, O Arabdır, ben
ise Acemim..." demiştim" dedi. Peygamber efendimiz; "Beis yok, Farsça konuşman
da makbûldür" buyurdu. Sonra Peygamberimiz, Mevlânâ Câmî'ye hitâben; "Şu oturan
kimseyi bilir misin?" diyerek İbn-i Kemâl Paşayı gösterdiler. Mevlânâ Câmî;
"Bilmem yâ Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz; "O, İbn-i Kemâl Paşadır ve
hâlen ümmetimin müftîsidir." buyurdu. Sonra da beni göstererek; "Ya onun
arkasında oturan şu kimseyi bilir misin?" buyurdu. Mevlânâ Câmî yine; "Hayır Yâ
Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz; "O, Ebüssü'ûd bin Yavsî'dir. O da
ümmetimin müftîsi olsa gerektir." buyurdu. Bu sâdık rüyâdan tam otuz yıl sonra,
bu âcize fetvâ işleri vazifesi verildi.
KAYNAKLAR
1)
Mu'cem-ül-Müellifîn; c.11, s.301
2) Şezerât-üz-Zeheb; c.8,
s.398
3) Tam İlmihâl Seâdet-i
Ebediyye (49. Baskı); s.1072
4) Şakâyik-ı Nu'mâniyye
Zeyli (Atâî); s.183
5)
Peçevî Târihi; c.1, s.52
6)
Brockelmann Sup-2; s.651
7)
Fevâid-ül-Behiyye; s.81
8) Devhât-ül-Meşâyıh; s.23
9) Mir'ât-ı Kâinât; c.2,
s.131
10) Ikd-ül-Manzûm (Vefeyât
kenarında); c.2, s.282
11)
Kâmûs-ul-A'lâm; c.1, s.722
12) Menâkıb-ı Ebüssü'ûd (Menâkıb
Mecmûası), Süleymâniye Kütüphânesi, Es'ad Efendi kısmı, No: 3622
13) Keşf-üz-Zünûn; c.1,
s.65, 247, 898, c.2, s.1219, 1481, 2036
14) İslâm Âlimleri
Ansiklopedisi; c.14, s.12-23
|
|