EBÜ'L-HAYR EL-AKTA
Büyük velîlerden. İsmi
Abbâd bin Abdullah, künyesi Ebü'l-Hayr, lakabı el-Akta'dır. Aslen Mağripli olup
doğum târihi bilinmemektedir. Sonradan Şam sâhil beldelerinden Tinat'a yerleşti.
960 (H.349) senesinde Mısır'da vefât etti. Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin yanına
defnedildi. Kabr-i şerîfi Küçük Kurâfe'de Deylemî minâresi yanındadır.
Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Cellâ'nın sohbetlerinde yetişti. Cüneyd-i
Bağdâdî ile diğer evliyâyı gördü. Riyâzette, nefsin isteklerini yapmamakta ve
Allahü teâlâya tevekkül etmede emsalsizdi. Yabânî ve yırtıcı hayvanlar kendisine
zarar vermezdi. Kerâmetleri, menkıbeleri ve kıymetli sözleriyle meşhur oldu.
Ebü'l-Hayr hazretlerinin elinin biri kesilmişti. Bu hâdiseyi kendisi şöyle
anlatır: "Lübnan taraflarında bir yerde bulunuyordum. Sultan gazâdan zaferle
dönmüştü. Kimi gördüyse avucuna bir altın koyuyordu. Birini de bana verdi.
Altını elimin içiyle değil de dış tarafında tutarak aldım. Onu bir arkadaşımın
eteğine fırlattım. Daha sonra oradan ayrıldım. Şehirde bir yerde tesâdüfen
abdestsiz olarak üzerinde âyet-i kerîme yazılı kâğıt parçalarını tutmuş ve
kaldırmış bulundum. Buna çok üzülmüştüm. Pazarda tanıdık birkaç kişi ile
birlikte dolaşırken hırsızlık yapan birkaç kişi kaçıp kalabalığın arasına girdi.
Bütün halkta bir karışıklık başladı. O sırada ben; "Onların reisi benim. Kimse
sesini çıkarmasın." dedim. Nihâyet emniyet görevlileri beni alıp götürdüler ve
bir elimi kestiler. Gelen birisi beni tanıyıp görevlilere; "Siz ne yapıyorsunuz?
Göklerin üzerimize yıkılmasını mı istiyorsunuz? Bu sâlih bir kimsedir. İsmi de
Ebü'l-Hayr Tinâtî'dir." dedi. Bunun üzerine görevliler; "Eyvah mahvolduk."
dediler ve yaptıklarından pişman olup, üzüntülerini dile getirmeye başladılar.
Ben onlara; "Korkulacak, üzülecek bir şey yok. Çünkü elim hâinlik yaptı ve
kesilmeye müstehak oldu." dedim. Bana şaşkınlıkla ne yaptığını sordular. Ben;
"Elim bir şeye değmişti. Halbuki elim ondan daha temizdi ve o şey de gâzilerin
parası idi. Elim bir şeye daha değmişti ama o şey elimden çok çok daha temizdi.
Bu şey de Mushaf-ı şerîfti. Onu abdestsiz tutup kaldırmıştım." dedim. Bana;
"Hakkınızı helâl edin." dediler. Ben de üzülmemeleri için; "Size hakkımı helâl
ettim. Elimi kestiğiniz için sizden bir hak talep etmeyeceğim." dedim ve
ayrıldım."
Ebü'l-Hayr Akta (bu halde) evine dönünce, âile efrâdı feryâd etmişti. Onlara da;
"Ortada ağlanacak, tâziye edilecek bir şey yok, aksine tebrik edilecek bir hal
var. Şâyet elimiz kesilmeseydi, kalbimiz kesilecek, gönlümüz ölüp gidecekti.
Elimizin ne önemi var." diye cevap verdi.
Başka bir rivâyet de
şöyledir: Bir kısım insanlar kendisine; "Elinizin kesilmesine sebep ne oldu?"
diye sordular. O; "Gençliğimde bir günah işledim. O yüzden kestiler." buyurdu.
"Bunun ne zamandan beri olduğunu ve sebebini öğrenmek isteriz." dediler. O; "Ben
Magribli idim. İçimde sefere gitmek arzusu uyandı. İskenderiye'ye gelip on iki
yıl ikâmet ettim."Onlar; "İskenderiye mâmur bir şehirdir. Orada kalmak
mümkündür. Fakat Şitt ve Dimyat arasında mâmur bir yer yoktur." dediler. Ebü'l-Hayr;
"Dimyat'a dökülen ırmak kenarında kamıştan bir ev yapmıştım. O sıralarda birçok
yolcu Dimyat'a gelirdi. Akşam yemekleri yer ve sofralarını kalenin surlarından
dışarıya silkelerlerdi. Dökülen ekmek parçalarına köpeklerle berâber üşüşür ben
de nasîbimi alırdım.
Yaz mevsiminde bütün
azığım buydu. Kış olunca şöyle yaptım. Evimin etrâfında çok saz yetişiyordu.
Onun kökünün beyazını ve tâzesini alarak yerdim. Kurumuşlarını veya yaşlarını
atardım. Azığım buydu.
Bir gün hatırıma; "Ey
Ebü'l-Hayr! Sen halkın azığına ortak olmadığını zannediyorsun ve tevekkül üzere
olduğunu iddiâ ediyorsun." diye geldi. Sonra: "İlâhî! Senin izzetin hakkı için,
bundan böyle elimi yerden biten şeylere uzatmayacağım ve onlardan hiçbir şey
yemeyeceğim. Sâdece bana ihsânın ile göndereceğin şeyleri yiyeceğim." dedim.
Bunun üzerinden on iki gün geçti, namazın farzını, sünnetini ve nâfilelerini edâ
ettim. Sonra nâfileleri kılmaktan âciz kaldım. On iki gün de farzı kıldım. Sonra
kıyamdan da âciz kaldım. On iki gün de oturarak farzları edâ ettim. Sonra
oturmaktan da âciz kaldım. Artık farzları da edâ edemiyordum. Sonra Hak teâlâya
sığındım. Gizlice niyâz edip yalvararak; "İlâhî! Benim üzerime farz ettiğin bir
hizmetten geri kaldım. Kefil olduğun rızkımı göndermeni beklerim; o rızkı bana
ihsân et." dedim. O zaman önümde iki sofra belirdi. O sofralar her gece bana
gelir oldu.
Bir gün meyvelerinin
bâzısı yeşil, bâzısı kızarmış bir ağaç gördüm. Üzerine çiğ düştüğü için
parıldıyordu. Çok hoşuma gitti. Bunlar bana ettiğim yemini unutturdular. Elimi
uzattım ve yemişlerden topladım. Bâzıları ağzımda, bâzıları elimde iken yeminimi
hatırlattılar. Elimde olanları serptim, ağzımda olanları tükürdüm. Kendi
kendime, mihnet ve belâ vakti erişti dedim. Harbemi ve kalkanımı uzağa attım.
Bir yerde oturdum, elimi şakağıma dayadım. Daha tam karar tutmamış iken bir
bölük atlı ve yaya gelip etrâfımı sardılar. Sonra beni alıp deniz kenarına
götürdüler. Orada, oranın emîri (sultânı) atın üstünde duruyordu. Atlılar ve
piyâdeler etrâfına toplanmışlardı. Bir topluluk elleri bağlı duruyordu. Beni de
emirin önüne getirdiler. Bana; "Kimsin, necisin?" dedi. Ben; "Allahü teâlânın
kullarından bir kulum." dedim. Emir, o eli bağlı olanlara; "Bunu tanıyor
musunuz?" diye sordu. Onlar, tanımadıklarını söylediler. Emir; "Bu sizin
büyüğünüzdür. Kendinizi buna fedâ ediyorsunuz." dedi. Sonra kararını verdi. O
cemâatı birer birer götürdüler. Birer el ve birer ayaklarını kestiler. Sıra bana
gelince; "İleri gel ve elini uzat." dediler. Elimi uzattım, kestiler. Ayağımı da
uzatmamı söylediler. Ayağımı da uzattım. Ellerimi göğe kaldırdım ve; "İlâhî!
Elim günah işlemiştir. Ayağım günah işlemedi." dedim. Ansızın onların arasından
atın üzerinde duran birisi kendini yere attı; "Siz ne yapıyorsunuz. Göklerin
üzerimize yıkılmasını mı istiyorsunuz. Bu Ebü'l-Hayr olup, sâlih kişidir." dedi.
O zaman emir atından indi. O kesilmiş elimi yerden kaldırarak öptü. Beni
kucaklayarak ağladı. "Hakkını helâl et." dedi. Ben helâl ettim ve; "Bu günah
işlemiş bir el idi." dedim. Ondan sonra ağladım."
Başka bir rivâyette ise
şöyle anlatılır: Ebü'l-Hayr hazretlerinin eli cüzzam hastalığına tutulmuştu.
Tabibler; "Bu elin mutlaka kesilmesi lâzım." dediler. Ama o buna râzı olmadı.
Bunun üzerine talebeleri tabiblere; "Namaza durana kadar sabrediniz. Çünkü o
namazda iken kendinden geçer ve bunun eleminden haberi olmaz." dediler. Böyle
yapıldı. Namazını tamamladığında elini kesilmiş buldu. Bu sebeple Ebü'l-Hayr
hazretleri, Akta, eli kesik lakabıyla tanındı.
Ebü'l-Hayr hazretlerini çekemeyenler; "Onun yeri kilisedir." dediler. Bunun
üzerine bu sözleri söyleyenleri yalancı çıkarmamak için kiliseye gitti.
Kilisenin duvarlarında Îsâ aleyhisselâm ve hazret-i Meryem'in resimleri diye
yapılmış tablolar vardı. Hıristiyanlar kendisini kilisede
görünce sevinerek hürmet gösterip, etrafını çevirdiler. Ebü'l-Hayr hazretleri
duvardaki resimlere bakıp; "Allah'tan başka, beni ve annemi iki mâbud edinin
sözünü insanlara sen mi söyledin?" (Mâide sûresi: 116) meâlindeki âyet-i
kerîmeyi okudu. Sonra; "Eğer Muhammed aleyhisselâmın dîni hak ise, şu anda
şu iki resim secde etsinler." dedi. O anda, duvardaki iki resim yere düştü.
Yüzleri kıbleye karşı, secde eder bir hal aldılar. Bu hâli gören ve orada
bulunan kırk kadar hıristiyan müslüman oldu.
Bir zaman talebelerine
şöyle anlattı: "Sakın Allahü teâlâdan sabır istemeyin. Lütfunu isteyin. Lütuf,
sabır acılığını tatmaktan iyidir. Çünkü sabır, bizim gibilere güç gelir." Bundan
sonra hazret-i Zekeriyyâ'nın kıssasını anlattı: "Zekeriyyâ aleyhisselâm
yahûdîlerden kaçarken, bir ağacın yanından geçti. Ağaç dile gelip, gel yâ
Zekeriyyâ dedi. Zekeriyyâ aleyhisselâm ağaca yaklaştı. Ağaç açıldı, içine
saklandı. Sonra ağaç, onu arayan düşmanlar geçerken dile gelerek, hazret-i
Zekeriyyâ'nın kendi içinde saklı olduğunu söyledi. Birisi gelip ağaca bakınca; "İşteZekeriyyâ
buradadır." dedi. Testereyi çıkarıp ağaçla birlikte onu da biçtiler. Testere,
hazret-i Zekeriyyâ'nın başına geldiği zaman bir defâ; "Ah!" dedi. Bunun üzerine
Hak teâlâ ona; "Bir defâ ah dedin. Eğer ikinci defâ ah deseydin, izzetim ve
celâlim hakkı için seni Peygamberlik dîvânından silerdim." diye vahy gönderdi.
Zekeriyyâ aleyhisselâm hâline sabretti. Testereyle vücûdunu ikiye böldüler."
buyurdu.
Ebü'l-Hüseyin-i Karâfî anlatır: "Ebü'l-Hayr Tinâtî'nin ziyâretine gitmiştim.
Ayrılacağım sırada mescidin kapısına kadar gelerek bana; "Biliyorum ki, Ebü'l-Hüseyin
bir şey saklamaz. Fakat bu iki elmayı al, berâberinde götür." dedi. Onları alıp
yola çıktım. Yolda, o iki elmadan birini çıkarıp yedim. Bir süre sonra ötekini
de çıkarıp yemek istedim. Baktım ki, o iki elma olduğu gibi yerinde duruyordu.
Musul'a kadar hangi elmayı yedimse hiç eksilmedi. Musul'da aklıma, bu elmalar
bende kaldığı süre içinde, Allahü teâlâya tevekkülümün eksik olduğu geldi.
Onları çıkardığım sırada, yaşlı bir kimsenin; "Ben elma istiyorum." diye
söylendiğini duydum. Bunun üzerine elmaları ona verdim. Sonra kalbimden; "Demek
ki o elmaları, Ebü'l-Hayr Tinâtî bu dervişe göndermiş." diye geçirdim. Dönüp o
zâtı aradım, fakat bulamadım."
İbn-i Şefik ise şöyle
anlatır: "Bir gün, Ebü'l-Hayr Tinâtî hazretlerinin ziyâretine gitmek üzere yola
çıkmıştım. Yolda yırtıcı bir hayvanın beklediğini gördüm. Korkarak yanına
yaklaştığımda bana; "Ben Ebü'l-Hayr'ın bineğiyim. Sırtıma bin de seni onun
yanına götüreyim." dedi. Fakat korktuğum için binmedim ve yaya olarak yoluma
devâm ettim. Evinin önüne vardığımda o hayvanı orada gördüm. Huzûruna varınca;
"O bizim sözümüzü dinler." buyurdu.
İbrâhim Râkî anlatır: "Ebü'l-Hayr'ın
yanına gittim. Arkasında akşam namazını kıldım. Fâtiha-i şerîfeyi yüksek bir
sesle, hâfızların okuduğu gibi okuyamadı. Kendi kendime; "Boşuna gelip
yorulmuşum." dedim. Daha sonra ihtiyâcımı görmek için dışarı çıktığım sırada,
yırtıcı bir hayvan saldırdı. Hemen içeriye kaçtım. Ebü'l-Hayr'a; "Gâlibâ bir
arslanın saldırısına uğradım." deyince, o hemen dışarı çıkıp arslana; "Ben sana
misâfirlerime dokunma demedim mi?" dedi. Arslan kaçıp gitti. Ben dışarı çıkıp
ihtiyâcımı giderip, abdest aldım ve içeriye girdim. Ebü'l-Hayr bana dönerek;
"Siz dışınızı düzene koymakla meşgûl olduğunuz için, arslanı görünce korktunuz.
Biz ise, kalbimizi düzeltmekle meşgûlüz. Bunun için arslan bizden korkuyor."
dedi.
Bir gün, Bağdât'tan yanına
bir grup misâfir geldi. Herbiri kendi hâlini ve mânevî üstünlüğünü anlatmak
istiyordu. Ebü'l-Hayr bu konuşmalardan sıkıldı ve dışarı çıktı. Biraz sonra
içeri bir arslan girdi. Orada bulunanların hepsi korkup, bir köşeye sığındılar
ve sustular. Önceki anlattıkları şeyleri unuttular. Ebü'l-Hayr içeriye girdi ve;
"Ey kardeşim! Deminki iddiâlarınız nerede kaldı? Demek onların hepsi boşmuş."
buyurdu ve arslanı dışarı çıkarıp, onları korkudan kurtardı.
Münâvî hazretleri anlatır:
"Bir gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Bana; "Yâ Münâvî! Kim Ebü'l-Hayr'ın
yanındaki mescidde iki rekat namaz kılar ve birinci rekatta Fâtiha ve Tebâreke,
ikinci rekatta Fâtiha ve Hel'etâ (İnsan) sûrelerini okuyup, sonra da hâceti için
duâ etse, Allahü teâlâ bu duâyı kabûl edip, hâcetini giderir." buyurdular.
İnsanları sû-i zan ve gıybetten sakındırır, kendinden misâl verirdi.
"Birisi yanına su ve
yolculukta lâzım olacak erzakı, yiyeceği almadan yola çıkmıştı. Hatırımdan;
"Şunun hâline bak." diye geçti. Bunun üzerine bana; "Gıybet haramdır." dedi.
Onun sözünden bayıldım. Kendime geldiğimde tövbe ettim. O derviş bana bakarak
Allahü teâlânın;
"Kullarından tövbeyi kabûl eden O'dur. O günahları affeder." (Şûrâ
sûresi: 25) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve oradan ayrıldı."
Ebü'l-Hayr-ı Aktâ hazretleri hikmetli sözleriyle insanları irşâd etti, hak yolu
gösterdi. Buyurdu ki: "Allahü teâlâyı zikreden, O'ndan bir karşılık
beklememelidir. Kim zikrine karşılık Allahü teâlâdan bir şey bekler ve o
beklediği şey olursa, karşılığında maddî bir şey aldığı için, zikrin bir mânâsı
kalmaz."
Kendisine; "Kalbin îmân ile dolu olmasına alâmet nedir?" diye soruldu. O; "Bütün
müslümanlara şefkat etmek, onların dertleri ile dertlenmek, işlerinde onlara
yardımcı olmaktır. Nifakla dolu olan kalbin alâmeti; kin, hased ve
düşmanlıktır." buyurdu.
İnsanları gösterişten sakındırır, ve; "Yaptıkları ibâdetleri herkese gösterme
arzusunda olan, gösteriş yapmış olur. Her durumunu, bulunduğu her hâlini,
insanlara göstermek isteyen de, gösteriş yapmış demektir." buyururdu.
"Kalp; niyetleri
düzeltmek, yaptıklarımızı sırf Allah için yapmakla, riyâ ve gösteriş kirlerinden
temizlenir. Beden de, Allahü teâlânın velî ve sâlih kullarına hizmet etmekle
kıymet kazanır."
"Şerefli bir insan olabilmek için; edep sâhibi olmak, farzları edâ etmek,
sâlihlerle bulunmak ve fâsıklardan uzak durmak lâzımdır." buyururdu.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
YÂ RESÛLALLAH
SANA MİSÂFİR GELDİM
Ebü'l-Hayr Aktâ, Medîne'de beş gün aç kalmıştı. Hücre-i seâdetin yanına gelip,
Resûlullah'a selâm verdi ve; "Yâ Resûlallah, sana misâfir geldim." diye arzetti.
Bir yana çekilip uyudu. Rüyâda, Resûlullah efendimizin geldiğini gördü. Sağında
Ebû Bekr Sıddîk, solunda Ömer Fârûk ve önünde Aliyyül Mürtezâ vardı. Hazret-i
Ali gelip; "Yâ Ebel Hayr! Kalk, ne yatıyorsun? Resûlullah efendimiz geliyor."
dedi.Hemen kalktım. Resûlullah efendimiz gelip, büyük bir ekmek verdi. Ebü'l-Hayr
diyor ki: "Çok aç olduğum için, hemen yemeye başladım. Yarısı bitince uyandım.
Kalan yarısını elimde buldum."
BURASI EVİN İÇİ
SAYILMAZ
Hamzet bin Abdullah
anlatır: "Bir gün Ebü'l-Hayr Tinâtî hazretlerini ziyâret için yola çıkmıştım.
Niyetim, işim acele olduğundan ziyâret edip, evde bir şey ikrâm ederse yemeden
çıkmaktı. O niyetle evine vardım. Hal hatır sorduktan sonra müsâade istedim. O
da müsâade etti. Beni dışarıya çıkardı. Sonra biraz beklememi söyleyip, bir
tabak içinde yemek getirdi. "Burası evin içi sayılmaz. Onun için burada ikrâm
edileni yiyebilirsin. Buraya kadar gelip de, bir şey yemeden gidilmez. Buradaki
yemekler ihlâs ile pişirilmiştir. Onun için bunlarda şifâ vardır." buyurdu. Ben
de bir kenara oturup, ikrâm edilen yemeği yedim."
KAYNAKLAR
1)
Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.377
2) Tabakât-uş-Şâfiiyye;
s.370
3) Risâle-i Kuşeyrî; s.154
4) Nefehât-ül-Üns; s.255
(Fârisî 200)
5)
Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.109
6)
Tezkiret-ül-Evliyâ; s.337
7)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.271
8) Tabakât-ı Ensârî; s.398
9)
Sefînet-ül-Evliyâ; s.150
10) Sıfat-üs-Safve; c.4,
s.235
11) Tabakât-ı Evliyâ;
s.190
12) İslâm Âlimleri
Ansiklopedisi; c.4, s.69
|