|
EBÜ'L-HASAN-I EŞ'ARÎ
Ehl-i sünnetin îtikâddaki
iki imâmından biri ve büyük velîlerden. İsmi Ali bin İsmâil, künyesi Ebü'l-Hasan'dır.
Eshâb-ı kirâmdan Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin neslinden geldiği için Eş'arî nisbesiyle
meşhûr olmuştur. 874 (H.260) veya 879 (H.266) senesinde Basra'da doğdu. 935
(H.324) veya 941 (H.330) senesinde Bağdât'ta vefât etti. Kabri Bağdât'ta olup,
Basra kapısı ile Kerh arasındaki kabristandadır.
İmâm-ı Eş'arî diye de
bilinen Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline
yöneldi. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini zamânının meşhur âlimlerinden
Zekeriyyâ bin Yahyâ es-Sâcî, Ebû Halîfe el-Cümehî, Sehl bin Serh, Muhammed bin
Yâkub el-Mukrî, Abdurrahmân bin Halef ve Ed-Dâbiî'den öğrendi. Ebû İshâk
Mervezî'nin hadîs derslerine devâm etti. Üvey babası ve Mûtezile kelâmcılarından
olan Ebû Ali el-Cübbâî'den kelâm ilmini öğrendi. Kırk yaşına kadar Mûtezile
bozuk yolu üzerinde bulundu. Bu fırkanın meşhurları arasında yer aldı. Yazdığı
kitaplarında Mûtezilenin fikirlerini müdâfaa etti. Kırk yaşından sonra bozuk
yolda olduğunu anladı. Tövbe edip Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine tâbi
oldu.
Önceden Mûtezile yolu
üzere yazdıklarını ve bildirdiklerini iptâl etti. Ehl-i sünnet îtikâdı üzere
kitaplar yazıp, dağıttı. Ömrünün sonuna kadar bu doğru îtikâdın yayılması için
uğraştı.
Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretlerinin Ehl-i sünnet mezhebine geçmesi ile, kelâm
ilmi, Mûtezilenin elinden kurtulmuş oldu. Onların elinde tehlikeli ve zararlı
iken, doğru yolda gidenlere rehber oldu. Onun Ehl-i sünnete geçmesi, Ehl-i
sünnet îtikâdının yayılmasında büyük bir zafer olmuştur. O zaman tesirli ve
zararlı olan Mûtezile yolu mensupları, İmâm-ı Eş'arî tarafından susturulmuştur.
Onları öyle zorlayıp sıkıştırdı ki, hepsi küçük ve güçsüz karıncalar gibi
kaldılar. Daha önce hocası olan Mûtezilenin ileri gelenlerinden Ebû Ali Cübbâî
ile yaptığı münâzarada onu mağlûb etti. Çok meşhûr olmasına rağmen, Eş'arî'nin (rahmetullahi
aleyh) karşısında cevap vermekten âciz kaldı.
Basra'da bir mecliste Ebü'l-Hasan Eş'arî ile Mûtezilîler arasında çetin bir
münâzara oldu. Mûtezilîler çok kalabalıktı. Onunla münâzaraya giren herkes
yeniliyor, susmak mecburiyetinde kalıyordu. Öyle oldu ki, o gün artık kimse
karşısına çıkamadı. İkinci defâ böyle bir münâzara için gittiklerinde,
Mûtezileden kimse gelmemiş, münâzaraya cesâret edememişlerdi. Bunun üzerine bir
zât, İmâm-ı Eş'arî'ye: "Firâr ettiler, kaçtılar yaz, kapıya as!" dedi.
İmâm-ı Eş'arî'nin zamânı,
Mûtezile fırkasının Ehl-i sünnete çok saldırdığı, hattâ zorbalığa baş vurduğu
bir döneme rastlamaktadır. Vâlilik, kâdılık gibi makâmlar, Mûtezile fırkasından
olanların elinde bulunuyordu. Böylece bozuk îtikâdlarını yayıyorlar, insanları
saptırıp, îmânları ile oynuyorlardı. Bu sırada İmâm-ı Eş'arî ve diğer Ehl-i
sünnet âlimleri, kitablar yazarak onları reddediyorlar, bozuk fikirlerini
çürütüyorlardı. İmâm-ı Eş'arî ayrıca, Mûtezile fırkasının ileri gelenleri ile
çetin münâzaralara girip, onları susturdu. Kendisine, neden onların yanlarına,
hattâ devlet erkânından olanlarının makâmına gittiği sorulunca, şöyle cevap
vermiştir: "Onlar vâlilik, kâdılık gibi makâmlarda bulunuyorlar. Kibirleri
sebebi ile bize gelmezler. Biz de gitmezsek, hak nasıl ortaya çıkacak? Ehl-i
sünneti anlatanların, onu yayıp, hizmet edenlerin bulunduğunu nasıl bilecekler
ve nasıl anlayacaklar?"
Ebû Abdullah ibni Hafîf
şöyle anlatmıştır: "Gençliğimde, İmâm-ı Eş'arî hazretlerini görmek için Basra'ya
gitmiştim. Basra'ya vardığımda, heybetli ve güzel yüzlü, yaşlıca bir zât gördüm.
Ona, "Ebü'l-Hasan Eş'arî hazretlerinin evi nerededir?" dedim. "Onu niçin
arıyorsun?" dedi. "Onu seviyorum ve görüşmek istiyorum." dedim. Bana, "Yarın
erkenden buraya gel." dedi. Ertesi gün erkenden söylediği yere gittim. Beni
yanına alıp, Basra'nın ileri gelenlerinden birinin evine götürdü. İçeri girince,
o zâta yer gösterdiler. O da oturdu. Mûtezilenin meşhûr âlimleri, münâzara için
orada toplanmıştı. Biz girip oturduktan sonra, o mecliste bulunanlar, aralarında
oturan bir Mûtezile âlimine çeşitli meseleler sormaya başladılar. O şahıs cevap
vermeye başlayınca, beni oraya götüren zât karşısına çıkıp, söylediği yanlış
şeyleri reddediyor, doğrusunu söyleyip, onu susturuyordu. Öyle konuşuyordu ki,
dinleyenleri tam iknâ edip, doyurucu bilgi veriyordu. Ben, bu zatın hâline ve
ilmine hayran oldum. Yanımda bulunan birine "Bu zat kimdir?" dedim. "Ebü'l-Hasan
Eş'arî'dir." dedi. İmâm-ı Eş'arî evden çıktıktan sonra, yine peşinden gittim.
Yanına yaklaşınca, "İmâm-ı Eş'arî'yi ve hizmetini nasıl buldun?" buyurdu.
"Fevkalâde." dedim. Sonra; "Efendim, o mecliste neden siz baştan bir mesele
sormadınız? Başkaları sorduktan sonra mevzuya girdiniz?" dedim. Biz, bunlarla
konuşmak için söze girmiyoruz. Ancak Allahü teâlânın dîninde yanlış ve sapık
şeyler söylediklerinde reddediyoruz. Yanlış olduğunu isbât edip, kendilerine
doğrusunu bildiriyoruz." buyurdu."
İmâm-ı Eş'arî; eser
yazmak, münâzaralara girmek ve kıymetli talebeler yetiştirmek sûretiyle, Ehl-i
sünnet îtikâdının yayılması ve böylece insanların saâdete kavuşması husûsunda
büyük hizmetler yaptı ve talebe yetiştirdi. Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah,
Ebü'l-HasanBâhilî, Ebû Abdullah bin Hafîf Şirâzî, Hâfız Ebû Bekr Cürcânî el-İsmâilî,
Şeyh Ebû Muhammed Taberî el-Irakî, Zâhir bin Ahmed Serahsî, Ebû Abdullah
Hameveyh es-Sayrafî, Dimyânî talebelerinden bâzılarıdır. Bunlardan Ebû Abdullah
Tâî, İmâm-ı Ebû Bekir Bâkillânî'nin hocasıdır. Ebü'l-Hasan Bâhilî de Ebû İshâk
İsferânî'nin ve hocası olan Ebû Bekr Fûrek'in hocasıdır. Bu zât, önceden
imâmiyye fırkasından iken, Ebü'l-Hasan Eş'arî hazretleri ile yaptığı bir
münâzara ve ilmî mübâhese sonunda hatâsını anlayıp, imâmiyye fırkasını terkedip,
Ehl-i sünnet îtikâdına girdi. İmâm-ı Eş'arî'nin bildirdiği îtikâdı Basra'da
yaydı. İbn-i Hafîf ise, İmâm-ı Eş'arî'nin en meşhûr talebelerinden olup, (Şeyh-i
Şiraziyyîn) Şirazlıların şeyhi, üstâdı ismiyle meşhûr olmuştur. Diğer meşhûr bir
talebesi olan Dimyânî ile İbn-i Hafîf, İmâm-ı Eş'ârî'nin münâzara meclislerinde
yanında bulunurlardı. Talebelerinden Ebû Abdullah Hameveyh es-Sayrafî, uzun
müddet İmâm-ı Eş'arî'nin yanında bulunmuştur. Sonra memleketi Sayraf'a dönüp,
orada ders verip, talebe yetiştirmiş; İmâm-ı Eş'arî'nin bildirdiği îtikâd
bilgilerini memleketinde yaymıştır. Şeyh Ebû Ali Zâhir de, hocası İmâm-ı
Eş'arî'den öğrendiği Ehl-i sünnet bilgilerini Horasan'da yaydı. Böylece İmâm-ı
Eş'arî'nin bildirdiği îtikâd bilgileri, Ehl-i sünnet mezhebi, doğuda ve batıda
yayıldı. Hicrî 300 senesinden îtibâren Irak havâlisinde, İran'da yayıldı.
Selçuklu Devleti hükümdarlarının resmî mezhebi oldu. Daha sonra Atabekler
tarafından müdâfaa edilip, Şam ve Bağdât çevresinde yayıldı. Selâhaddîn
Eyyûbî'nin fethinden sonra Mısır'da da yayıldı.
Eshâb-ı kirâmın Peygamber
efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem naklederek bildirdikleri, müctehid
imâmların da onlardan naklettikleri Ehl-i sünnet vel-Cemâat îtikâdını anlatmak
ve yaymak için gayret sarfeden Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri bir sohbeti
esnâsında buyurdu ki:
Allahü teâlâya hamd olsun
ki, bizi doğru yola ulaştırdı ve sünnet-i seniyyeye uymayı sevdirdi. Helâke
götüren bid'atlerden uzaklaştırdı. Kalblerimizi, yakîn denen kat'î ve kuvvetli
îmânın hâsıl ettiği serinlik ve huzûr ile doldurdu. Müslümanlık ile bizi azîz
kıldı. Bizi, Resûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem) uyanlardan, O'nun
rehberliğine yapışanlardan eyledi. Bid'atlere dalıp, Resûlullah efendimizin ve
Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) yolundan ayrılarak yalnız kalmaktan kurtarıp,
cemâatle berâber olmayı ihsân etti.
Resûlullah efendimize salât-ü-selâm olsun ki, bizi Allahü teâlânın emir ve
yasaklarına dâvet etti. Allahü teâlâ bu hususta ona âyetleriyle yardım etti.
Kendisine mûcizeler vererek, hakkındaki şüpheleri giderdi. Kendi rızâsına nasıl
ulaşılacağını O'nun ile bildirdi. İçlerinde kendisine delâlet eden deliller
bulunduğunu en açık bir şekilde haber verdi. Nihâyet bâtıl, sönüp gitti. Hak,
gâlip ve muzaffer olarak parladı. Resûlullah efendimiz peygamberlik vazîfesini
yerine getirdi. Kendisine bildirilenleri tebliğ edip, ümmetine nasîhatta
bulundu.
Sevdiklerinden bir topluluğa yazdığı mektupta ise şöyle buyurdu:
Ey Bâb-ül-Ebvâb halkından
olan âlimler ve büyükler! Allahü teâlâ sizleri yüce kudreti ile muhâfaza
buyursun. Sizlere yardım eylesin. Medînet-üs-Selâm'da (Bağdât'ta) mektubunuzu
aldım. Allahü teâlânın nîmetleri içerisinde olduğunuzu, hâlinizin düzgünlüğünü
yazıyorsunuz. Bu sebeple, kederim ve üzüntülerim dağıldı. Allahü teâlâya çok
şükrettim. Size olan ihsânını tamamlamasını, size ve bize olan nîmetlerini
artırması için Allahü teâlâya yalvardım. Duâları kabûl eden O'dur. Büyük
lütuflarda bulunmak O'na lâyıktır. Allahü teâlâ yardımcınız olsun. Geçen sene
bir takım suâller sormuştunuz. Mektubunuzda bundan da bahsediyorsunuz. Verdiğim
cevapları beğendiğinizi, faydalı olduğunu, doğruluğunu kabûl ettiğinizi,
şüphelerinizin gittiğini, sizi kendilerine inandırmak isteyenlerden yüz
çevirdiğinizi yazıyorsunuz. Bunları okuyunca, dinde saptıranların, Resûlüne
uymaktan alıkoyanların şüphelerinden bizi ve sizi muhâfaza buyurduğu için Allahü
teâlâya hamdettim.
Yine siz mektubunuzda,
benden Selef-i sâlihînin asıl kabûl edip, dayandıkları bâzı hususları yazmamı
istiyorsunuz. Sonra gelenler de bu asıllara (bilgilere) uymak sûretiyle, bid'at
sâhiplerinin düştüğü, Kur'ân-ı kerîm ve Sünnet-i seniyyeye muhâlefet durumuna
düşmekten kurtulmuşlardır. Bu bilgilere şiddetle ihtiyâcınız olduğunu
bildirdiğiniz için, size olan hürmetim ve üzerimdeki hakkınızdan dolayı,
suâllerinize ve isteklerinize cevap vermekte acele ettim.
Size bâzı temel bilgileri,
delilleri ile berâber bildirdim. Bu deliller, sizin Selef-i sâlihîne tâbi
olmakta haklı olduğunuzu, Ehl-i bid'atın ise, Selef-i sâlihîne muhâlefet edip,
daha önce üzerinde bulundukları haktan sapmakla hatâ ettiklerini, bununla şer'î
delillerden, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği şeylerden
ayrıldıklarını gösterecektir. Yine bu delilleri reddeden, peygamberlerin
aleyhimüsselâm getirdiklerini inkâr eden felsefecilerin yollarına uyduğunu da
gösterecektir. Size ve söylediklerimi düşünen diğer kimselere söylenmesi
gerekenleri söyledim. Allahü teâlâdan yardım diliyerek ve O'na güvenerek, sizin
isteklerinizi yerine getirmekle, sevâba kavuşacağımı ümid ediyorum. Allahü teâlâ
bana kâfîdir ve O ne güzel vekildir.
Allahü teâlâ sizi doğru
yola hidâyet eylesin. Biliniz ki, Selef-i sâlihînin ve onların yolunda giden
halefin (sonra gelen âlimlerin) yolu şudur:
Allahü teâlâ, Muhammed
aleyhisselâmı bütün dünyâya peygamber olarak gönderdiği zaman, insanlar,
birbirine zıt bir takım fırkalara ayrılmışlardı. Onlardan bir kısmı Allahü
teâlânın gönderdiği Tevrat ve İncîl'i değiştirip, kendi uydurdukları şeyler ile
insanları Allahü teâlâya dâvet ediyorlardı. Bir kısmı felsefeci idi. Bunların,
akıl ile elde ettikleri bir takım bilgilerde, yanlış netîcelere varmaları
sebebiyle, bir çok bâtıl ve yanlış yollar ortaya çıkmıştı. Bir kısmı, brehmen
idi. Bunlar, Allahü teâlânın peygamberlerini inkâr ediyorlardı. Bir kısmı, dehrî
idi. Bunlar da, kâinâtın sonsuz devâm edeceğini, yok olmıyacağını iddiâ
ediyorlardı. Bir kısmı, mecûsî idi. Bunlar ise, hiç tecrübe etmedikleri,
bilmedikleri şeyleri iddiâ ediyorlardı. Bir kısmı putperest idi. Bunlar, putlara
tapıyorlardı. Peygamber efendimiz ise, insanların, kâinât ve içindekilerin
sonradan yaratılmış birer mahlûk olduğuna, onların hepsinin yaratıcısı, sâhibi
ve mâliki olan Allahü teâlânın varlığı ve birliği inancına dâvet etti. Onların,
üzerinde bulundukları yolun yanlışlığını ve böyle bâtıl yolları terk etmelerini
istedi. Resûlullah efendimiz onların yollarının bozukluğunu, kendisinin ise,
Allahü teâlâdan bildirdiği husûslarda doğru olduğunu, apaçık âyetler ve
mûcizelerle isbât etti. Sonra Allahü teâlâya nasıl kulluk edileceğini açıkladı.
Allahü teâlâ Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı bunları insanlara bildirmesi
ve izâh etmesi için gönderdi. Resûlullah efendimiz insanlara, kendilerinde dil,
sûret ve daha başka yönlerden farklılıklar bulunduğunu, böyle değişikliklerin
onların sonradan yaratıldığını göstermesini bildirdiği gibi, gerek kendilerinde,
gerekse onların dışındaki varlıklarda, Allahü teâlânın varlığına, irâdesine ve
tedbirine delâlet eden şeyler ile, Allahü teâlâyı tanıma
yolunu da bildirdi. Şöyle ki; Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Arzda da
gerçekten tasdîk edenler için birçok ibretler vardır. Nefslerinizde de
(hücrelerden vücûd yapınıza kadar) bir çok alâmetler vardır (ki, hep
Allahü teâlânın kudretine, ilmine, azamet ve irâdesine delâlet ederler).
Hâlâ görmeyecek misiniz." buyurdu. (Zâriyât sûresi: 20-21)
Bir sohbeti sırasında
insanın yaratılışını ve yaratılış safhalarını açıklayarak şöyle buyurdu:
İnsanın yaratılış safhaları,
sûret ve şekillerindeki değişik durumlara; "Biz insanı (Âdem'i)
şüphesiz ki, çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem'in neslini, sağlam bir yerde
(rahimde) bir nutfe (az bir su) yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan
pıhtısı hâline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık. O et
parçasını da kemikler hâline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona
başka bir yaratılış (ruh) verdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan
Allahü teâlânın şânı ne kadar yücedir." meâlindeki Mü'minûn sûresi 12-14
âyet-i kerimelerinde işâret buyuruldu.
Bunlar, Allahü teâlânın
varlığının muhakkak lâzım olduğunu ifâde eden, O'nun irâde ve tedbîrine delâlet
eden en açık delillerdendir.
İnsan, çamur özünden
yaratıldı. Çamur özünün bir çok şekil ve durumlara kâbiliyeti vardır. Fakat,
insanın başka bir sûretle değil de, kendisine has özellikleriyle mâlûm olan ve
en güzel sûrette meydana gelmesi, mutlaka bir yaratıcının varlığını
göstermektedir.
İnsana baktığımızda
şunları görüyoruz: 1. İnsanın başka varlıklarda bulunmıyan, kendisine mahsus bir
sûreti vardır. 2. İşitmek, görmek, koklamak, hissetmek, tatmak gibi,
ihtiyaçlarını temin edebilmesi için hazırlanmış bir takım vâsıtalara (duyu
organları) sâhiptir. 3. İhtiyaç hâsıl oldukça, tertib üzere hazırlanmış gıdâ
âletleri. Meselâ, yeni doğmuş çocuk gıdâsını, önce annesini emmek sûretiyle
temin eder. Çünkü o, bu sırada dişsizdir. Gıdâsını kendiliğinden temin edemez.
Bir müddet sonra, dişlerle donatılır. Gıdâsını yemekle elde eder. 4. Ağızdan
alınan gıdâlar, mîdeye gelir. Mîde, kendisine ulaşan gıdâları pişirir. Bu
gıdâlara öyle bir incelik verir ki, bunlar en ince yollardan geçerek, sonunda
saç ve tırnaklara kadar ulaşır. 5. Karaciğer, öd (safra) çıkarmak, vücûdun şeker
durumunu ayarlamak, zehirleri bir dereceye kadar zararsız hâle getirmek gibi
bâzı vazîfeler için hazırlanmıştır. 6. Akciğer, dışarıdan temiz havayı (oksijen)
alıp, kan dolaşımı ile dokulara iletmek ve kandan (karbondioksit alarak)
kirlenen havayı nefesle dışarı vermek için hazırlanmıştır. 8. Ayrıca alınan
gıdâlardaki fazlalıkların atılması için gerekli âletler (âzâlar). Bunlardan
başka, tesâdüfî olarak düşünülmesi imkânsız olan, mutlaka bunları tertip ve
düzenleyen bir yaratıcının varlığını gerektiren sayılamıyacak kadar çok şey
vardır. Bütün bunların çamur özü ve su ile düzenlenip, kısımlara ayrılması,
mutlaka bir yaratıcıyı, bir düzenleyiciyi gerektirir. Bunu, düşünen her akıl
sâhibi anlar. Aynı şekilde, bir plân dâiresinde düzenleyen, kasdeden bir binâ
yapıcısı olmadan, bir binânın meydana gelmesi bile mümkün olmayınca, bütün bu
saydığımız hâllerin de bir yapıcı ve yaratıcı olmadan çamur ve su ile
kendiliklerinden, tertip ve düzen içerisinde meydana gelmeleri mümkün olamaz.
Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan
yaratıldığını ve her birisinde çeşitli hikmetler bulunduğunu îzâh etmek için
buyurdu ki:
Allahü
teâlâ meâlen:
"Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca
gelişinde, akıl sâhipleri için, Allah'ın varlığını, kudret ve azametini
gösteren, kesin deliller vardır." (Âl-i İmrân sûresi: 190) âyet-i
kerîmesiyle Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan yaratıldığı, bunları Allahü
teâlânın yarattığını ve bunda çeşitli hikmetler bulunduğunu daha ziyâde beyân
eyledi. Feleklerin (Dünyâ, ay, güneş v.s.) hareketiyle, meydana gelen faydaların
büyüklüğüne ve mikdârına işâret buyruldu. Meselâ, gece, insanların istirahatı
olduğu gibi, mahsûllerin de fazla gelen güneş harâretini (sıcaklığını)
serinletmektedir. Gündüz ise, mahlûkâtın dağılıp hareket etmeleri, geçimlerini
temin etmeleri için yaratılmıştır. Eğer devamlı gece olsa idi, karanlık, onların
fayda sağlayacak şeylerin peşine düşüp, bunları elde etmeye mâni olacaktı. Aynı
şekilde devamlı gündüz olsa idi, bu da zararlı olurdu. Gündüzün aydınlığı fırsat
bilinerek tâkatın (gücün) üstünde hırsla çalışılır, kâfi miktârda istirahat
etmedikleri için insanlar helâk olurlardı. Bundan dolayı, onlara, çalışmaları
için tâkatlarını geçmeyecek şekilde, zamanın bir kısmı gündüz, istirahatleri
için yeterli bir mikdarı da gece kılındı. Böylece, onların hâlleri mutedil
(normal) olarak gecenin serinliğinden, gündüzün sıcaklığından, kendileri,
ekinleri, malları ve hayvanları için lüzûm duyulduğu kadarını alacaklardır.
Böyle yapmakla, Allahü teâlâ mahlûkâtına merhamet buyurmuş, lütuf ve ihsânda
bulunmuştur.
Yine, mahlûkâtı kuşatan
renk tabakası, onların gözlerine münâsip ve muvâfık gelen renklerden
yaratılmıştır. Eğer bu renk, şimdi âlemi saran renkten olmasaydı, gözleri
bozacaktı.
Cisimlerin büyük ve ağır olmasına rağmen, yer ve göklerin ve onlarda bulunan
hükümlerin (kânunların) Allahü teâlânın tutmasına muhtaç olduğuna, meâlen;
"Doğrusu, gökleri ve yeri zeval bulmaktan Allahü teâlâ koruyup, tutuyor.
Andolsun ki zevâl bulurlarsa, onları O'ndan başka kimse tutamaz. Gerçekten O,
halîmdir. Azap için acele etmez, gafûrdur (çok bağışlayıcıdır)." (Fâtır
sûresi: 41) âyet-i kerîmesiyle işâret buyruldu. Bu âyet-i kerîme ile bize, yer
ve göklerin yerlerinde durmalarının Allahü teâlâdan başkası tarafından olmadığı
ve onları bir durduran olmadan da yerlerinde durmalarının mümkün olmadığı
bildirildi.
Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri vahyi kabûl etmeyen ve her şeyi âciz olan akılla
îzâh etmeye çalışan felsefecileri iknâ edici delillerle susturdu. Bu hususta da,
buyurdu ki:
"Felsefecilerin tabiatçı inanışlarından dolayı, ağaçların ve onlardan çıkan
meyvelerin ancak, yer, su, ateş ve havanın tesiri ile meydana geldiği hakkındaki
iddiâlarının bozukluğunu bize; "Allahü teâlâ;
"Arzda birbirine komşu kıt'alar (kara parçaları), üzüm bağları,
ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor.
Halbuki yemişlerin de bâzısını bâzısına üstün kılıyoruz." (Tad, renk ve
kıymetleri başka başkadır.) Şüphesiz ki, bunlardan da düşünen bir topluluk
için pekçok ibretler (alâmetler) vardır." meâlindeki Râd sûresi 4.
âyetinde bildirdi.
Daha sonra Allahü teâlâ,
her şeyin yaratıcısı olduğuna, bir olduğuna, işlerinin intizam ve tertip
dâiresinde cereyân etmesi ile delil getirdi. Allahü teâlâ işlerinde hiç bir
ortağı bulunmadığını;
"Eğer yer ile gökte, Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de
fesâda uğrar, yok olurdu." meâlindeki Enbiyâ
sûresi 28. âyet-i kerîmesi ile bildirdi.
Sonra,
önce yaratıldıklarını kabûl ettikleri halde, öldükten sonra tekrar diriltilmeyi
inkâr edenlere karşı tekrar yaratılmalarının mümkün olduğunu bildirdi. Onlar tekrar yaratılmayı uzak
görerek, çürümüş kemikleri kim diriltecek dedikleri zaman, meâlen; "(Ey
Resûlüm) de ki: "Onları ilk defâ yaratan diriltir ve O her yaratılanı
tamâmiyle bilir." (Yâsîn sûresi: 79) buyurdu. Sonra bunu onlara meâlen;
"O (Allah) ki, size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da, şimdi siz ondan
yakıp duruyorsunuz." (Yâsîn sûresi: 80) âyet-i kerîmesi ile beyân eyledi.
Yaş ve yeşil iki ağaç olan ve rüzgâr sebebiyle biri diğerine sürtülünce tutuşan
uşar ve murah denilen ağaçlardan ateşin çıkarılmasını, çürümüş kemiklere,
parçalanmış derilere, hayâtı iâde etmenin câiz olduğuna delil getirdi. (Uşar ile
murah, eskiden Arapların ateş çıkarmak için kullandıkları iki ağaçtır.)
Peygamber efendimizin son peygamber olduğunu bildiren ve O'nun peygamberliğini
kabûl etmeyen yahûdî ve hıristiyanlara cevap veren Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî
hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâ Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem
peygamber olduğu ve bildirdiklerinin doğru olduğu hakkında mûcizelerle yardım
eyledi. Resûlullah'a en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîm verildi. Müşrikler,
Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğuna inanmıyorlar, hazret-i
Muhammed'in sözüdür, diyorlardı. Allahü teâlâ, o zaman en fasîh ve edebiyâtta
zirveye ulaşmış olanlarından, Kur'ân-ı kerîmin on sûresi veya bir sûresi gibi
bir söz söylemelerini istedi. İnsanlar ile cinlerin bir araya gelip çalışsalar,
bunu yapamayacaklarını bildirdi. Nitekim onlar, böyle bir söz söylemekten âciz
kaldılar. Böylece onların, Resûlullah'a îmân etmeme husûsunda özürleri ortadan
kalkmış oldu.
Hazret-i Mûsâ da Firavn'ın sihirbâzlarını, asâsıyla rezîl ve rüsvâ edip, hem
sihirbazların, hem de diğer insanların kendisine îmân etmeme mâzeretlerini
ortadan kaldırdı. Mûsâ aleyhisselâmın asâsından meydana gelen hârikulâde
hâllerin kendi güçleri dışında olduğuna, böyle bir şeyi yapabilmenin
hatırlarından bile geçmediğine, böyle bir şeyi ancak Allahü teâlânın yapacağına,
hem sihirbazlar, hem de başkaları kanâat getirdi. (Nihâyet, bu mûcize karşısında
sihirbazlar, hazret-i Mûsâ'ya îmân ettiler.)
Hazret-i Îsâ da ölüleri ilaçsız diriltmek, anadan doğma körleri ve derisi alaca,
abraş olanları iyileştirmek, o zamanda insanları âciz bırakan şeylerle
(mûcizelerle), o devre göre tıpta en yüksek dereceye ulaşan tabiplerin kendisine
inanmama mâzeretlerini ortadan kaldırdı. (Çünkü böyle işleri, ancak Allahü
teâlânın yardım ettiği bir kimse yapabilirdi.)
Resûlullah efendimiz, kendi kavminden olan, edebiyâtta yüksek dereceye ulaşan
ediblerin, kendisine îmân etmeme husûsunda bu mâzeretlerini bertaraf etti.
Çünkü, Kur'ân-ı kerîmin edebî yüksekliğini onlar da kabûl ediyorlardı.
İşte Resûlullah efendimiz
yukarıda bildirilen yanlış yollara sapmış kimselere, getirdiği deliller ve
mûcizelerle, gittikleri yolun bozukluğunu, dâvet ettiği yolun en doğru olduğunu
anlatıyordu. Resûlullah efendimiz, onlara dâimâ karşısında duramayacakları
deliller getirdiği, aralarında uzun müddet kaldığı halde, fevkalâde
ihtiraslarından dolayı îmân etme şerefine kavuşamadılar.
Allahü teâlânın Resûlullah
efendimize verdiği mûcizelerden bâzısı şöyledir: Şiddetli açlık vakitlerinde,
kalabalık cemâatı, az bir yiyecek ile doyurması, susuzluk zamanlarında, mübârek
parmakları arasında fışkıran sudan hayvanlar ile sâhiplerinin kanıncaya kadar
içmeleri, kurdun kendisine konuşması, kızartılmış koyunun zehirli olduğunu haber
vermesi, ayın ikiye bölünmesi, çağırması üzerine ağacın köklerini sürüyerek
huzurlarına gelip, emri üzerine tekrar yerine gitmesi, insanların kalplerinde
saklayıp da haber vermesini istedikleri sırları haber vermesi.
"İnsanlar Allahü teâlâyı görecekler midir?" diye soran birisine buyurdu ki:
"Âhirette müminler Allahü teâlâyı göreceklerdir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde
meâlen;
"Nice yüzler vardır ki, o gün (kıyâmette) güzelliği ile parıldar. (O
yüzler) Rablerine bakar." (Kıyâme sûresi: 22-23) buyurmaktadır.
Resûlullah efendimiz de; Ayı gördüğünüz gibi, kıyâmet gününde Rabbinizi
mutlaka göreceksiniz. O'nu görmekte güçlük çekmeyeceksiniz." buyurmaktadır.
Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri insanların âhiretteki hallerini soran bir
kimseye de buyurdu ki:
Allahü teâlâ mahlûkâtını
iki kısma ayırdı. Birisini Cennet'i için yarattı. Onları, isimleri ve
babalarının isimleri ile berâber yazdı. Diğer kısmını Cehennem için yarattı.
Onların isimlerini de yazdı. Resûlullah efendimizle hazret-i Ömer arasında şöyle
bir konuşma oldu. Hazret-i Ömer Peygamber efendimize; "Yâ Resûlallah! Bizim
evvelce hesap ve
kitabımız görülüp bitmiş midir, yoksa, daha yeni başlanmış bir iş midir?" diye
sorunca, Resûlullah efendimiz; "Bunlar, hesâbı ve kitabı görülüp bitmiş
işlerdir." buyurdu. Bunun üzerine hazret-i Ömer; "Öyleyse niçin ameller
yapıyoruz (çalışıp, çabalıyoruz) yâ Resûlallah?" diye sorunca, Peygamber
efendimiz; "İbâdet yapınız! Herkese ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak
kolay olur." buyurdu.
Bir kimse Ebü'l-Hasan-ı
Eş'arî hazretlerine gelerek ehl-i kıble olan bid'at ehlinin îmânıyla ilgili
olarak sordu. Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî buyurdu ki:
"Allahü teâlâya ve
Peygamber efendimizin îmân etmeye dâvet ettiği şeylere îmân eden kimseleri,
küfürden başka hiç bir günah îmândan çıkarmaz. Îmânlarını, ancak küfür giderir.
Ehl-i kıble, günahları sebebiyle îmândan çıkmayıp, dînin bütün emirleriyle
mükelleftirler, yapmaları gerekir.
Ehl-i kıbleden olup, günahkâr
olanları da, Allahü teâlâ; "Ey îmân edenler! Namaza kalktığınız zaman
yüzünüzü ve ellerinizi (dirseklerinizle berâber) yıkayın, başınızı mesh
edin ve ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz boy abdesti alın."
meâlindeki Mâide sûresi 6. âyet-i kerîmesi ile mümin diye isimlendirmiştir. Eğer
akîdesi (inanışı) bozuk olan Kaderiyyenin dediği gibi, günahkârlar, günahları
sebebiyle îmândan çıkmış olsalardı, onlara abdest farz olmazdı. Allahü teâlânın
hitâbı da bütün müminlere değil, yalnız itâat edenlere olurdu. Yine Allahü teâlâ
Cumâ sûresi 9. âyetinde meâlen; "Ey îmân edenler!Cumâ günü namaz için ezân
okunduğu zaman, Allahü teâlânın zikrine (hutbe dinlemeye, namaz kılmaya),
koşunuz. Alış-verişi bırakın." buyurdu. Bu hitâbı yalnız itâat edenlere
tahsîs buyurmadı. Bu hitâb aynı zamanda günahkârları da içerisine almaktadır.
Bid'atten başka herhangi bir günahı yaparak, günahkâr olanlardan hiç bir kimse
hakkında, Cehennemliktir diye hükmedilemez. Resûlullah efendimizin Cennet'le
müjdelediklerinden başka Ehl-i tâattan kimse hakkında Cennetliktir denilemez.
Allahü
teâlâ Kur'ân-ı kerîmde;
"Muhakkak ki, Allahü teâlâ kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bu günahtan
başkasını dilediği kimseden magfiret buyurur (affeder)." meâlindeki
Nisâ sûresi 6. âyet-i kerîmesi ile delâlet ediyor. Çünkü Allahü teâlâ kendisi
haber vermedikçe, âsîler hakkındaki irâdesinin ne olduğunu bilmeye kimse için
yol yoktur. Peygamber efendimiz; "Ehl-i kıbleden hiç kimseyi, kendi kendinize
Cennet'e, yâhut Cehennem'e koymayınız." buyurdu.
İnsanların amellerini yazan hafaza melekleri vardır.
Allahü teâlâ bu husûsa; "Halbuki üzerinde gözetleyici melekler var.
(Amellerinizi yazan ve Allah katında) kerîm olan kâtib melekler var."
meâlindeki İnfitar sûresi 10. ve 11. âyet-i kerîmeleri ile delâlet buyurdu.
Kabir hayâtı ve âhiret
halleriyle ilgili olarak buyurdu ki:
"Kabir azâbı haktır.
İnsanlar, kabirlerinde diriltildikten sonra imtihân edilecek. Kabirde suâl
sorulacak, Allahü teâlâ dilediği kimseye cevap vermeyi kolaylaştıracaktır.
Kıyâmet günü ilk sûr üfürülünce, göklerde olanlar ve Allahü teâlânın diledikleri
bayılıp düşecek (ölecekler). İkinci sûrun üfürülmesi üzerine hepsi bakarak ayağa
kalkacaklar (dirilecekler). Allahü teâlâ insanları, ilk yaratmasında olduğu
gibi, yalın ayak ve çıplak olarak diriltecek. (Dünyâda iken) Allahü teâlâya
itâat eden ve isyân eden bedenler, kıyâmet günü diriltilecektir. Yine dünyâda
iken sevap ve günah işleyen eller, ayaklar ve diller de diriltilecek, sâhipleri
hakkında şâhidlik edeceklerdir. Allahü teâlâ insanların amellerini tartmak için
terâzi koyacak. Kimin sevâbı ağır gelirse, o kurtulacaktır. Kimin de sevâbı
hafif gelirse, hüsran ve zarara uğrayacaktır. Kıyâmet gününde insanlara, amel
defterleri verilecek ve amel defteri sağ eline verilen kimsenin hesâbı kolay
görülecektir. Amel defterini sol elinden alanlar ise azap göreceklerdir.
Sırat, Cehennem üzerine
kurulmuş bir köprüdür. İnsanlar oradan amellerine göre süratli veya yavaş olarak
geçecekler. (Yalnız kıyâmette köprü, terazi vardır denince, dünyâdaki köprü ve
terâziler akla gelmemelidir. Sırat köprüsü için de durum böyledir. Âhirette
amellerin tartılması için terâzi kurulacağına inanmalı, fakat nasıl, ne şekilde
olduğunu düşünmemelidir.)
Kalbinde zerre mikdarı îmânı olan, günahı kadar yandıktan sonra, Cehennem'den
çıkarılacaktır.
Peygamber efendimizin şefâatinin hak olduğunu bildiren Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî
hazretleri şöyle buyurdu:
"Resûlullah efendimizin şefâatı, ümmetinden büyük günah sâhipleri için
olacaktır. Ümmetinden bir topluluk yanıp, kara kömür olduktan sonra ateşten
çıkarılarak hayat nehrine atılacaklar, vücutları hiç azap görmemiş gibi taptâze
olacak. Kıyâmet gününde Resûlullah efendimizin havzı bulunup, içmek için ümmeti
oraya gelecektir. Ondan içen, bir daha susamayacaktır. Tuttukları doğru yolu;
Peygamber efendimizden sonra değiştirenler, o havuzdan uzaklaştırılacaklar."
İyilikleri emretmek, kötülüklerden sakındırmak husûsunda buyurdu ki:
"Müminlerin üzerine, emr-i mârûf ve nehy-i anil-münker, iyiliği emredip,
kötülükten alıkoymak vâcibtir. Muktedir olurlarsa, yapılan kötülüğe el ve dil
ile mâni olurlar. Güçleri yetmezse kalpleri ile o işi kötü görürler."
Sevgili Peygamberimizin
Eshâb-ı kirâmının üstünlüğü ve bunlar arasındaki derece farklarını da şöyle
bildirdi:
"Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfi gereğince, asırların hayırlısı, Eshâb-ı
kirâmın (r.anhüm) zamânıdır (asrıdır). Sonra Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin
asırlarıdır. Eshâb-ı kirâmın en üstünleri, Bedir muhârebesine katılanlardır.
Bunların en üstünü, Aşere-i mübeşşeredir (Cennet'le müjdelenen on Sahâbî).
Aşere-i mübeşşerenin en üstünü dört halîfedir. (Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i
Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali.) Bunların halîfelikleri, o zamandaki
müslümanların rızâsı ile olmuştur. Müslümanlar bu tertîbe göre ittifak edip,
birleştiler.
Muhâcir ve Ensârdan ibâret
olan Bedir ehli arasında, Aşere-i mübeşşereden sonra efdaliyet, hicret ve önce
müslüman olmaya göredir. Peygamber efendimizin dâvet ettiği şeylere îmân ederek,
bir saat olsun kendisi ile görüşen yâhut onu bir defâ gören Eshâb-ı kirâm,
Tâbiînden üstündür.
Eshâb-ı kirâm için,
haklarında söylenen hayır sözlerden başkasından sakınmalıdır. Onların
iyiliklerini yaymalı, yaptıkları işler için sahîh ve doğru te'vîl yolları
aramalı, tâkib ettikleri yolun en iyi yol olduğuna hüsn-i zân etmeli, iyi
düşüncelere sâhib olmalıdır.
Ehl-i sünnet vel-cemâat
mezhebinin îtikâddaki iki imâmından biri olan Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî, zâhirî
ilimlerde yüksek âlim olduğu gibi, tasavvuf yolunda da yüksek bir velî idi.
İnsanlara karşı gâyet tatlı, açık ve iknâ edici konuşurdu. Güzel ahlâkıyla
insanlara örnek olurdu. Hakkın, doğrunun ortaya çıkması için münâzarayı sever;
yazarak ve anlatarak hak uğrunda müdâfaadan çekinmezdi.
Eserleri: İmâm-ı Eş'arî'nin eserleri, beş grubta toplanır:
1- Kırk yaşından önce
mûtezile iken yazdığı eserler. Bunları sonradan iptâl etmiştir.
2- Felsefecilere, yahûdî,
hıristiyan ve mecûsîlere yazdığı reddiyeler.
3- Hâriciye, mûtezile, şia
ve zâhiriyye fırkalarına yazdığı reddiyeler.
4-
Makâleler
5- Kendisine sorulan
suâllere cevap olarak yazdığı risâleler ve diğerleri.
El-Umed adlı eserde
bildirilen kitaplardan bâzıları:
1) Kitab-ül-Füsûl:
Mülhidler (dinsizler), tabiatçı felsefeciler, dehrîler, zamanın ve âlemin kadîm
olduğuna inananlara reddiyedir.
Bu kitapda; brehmenler, yahûdîler, hıristiyanlar ve mecûsîlere de cevaplar
vermiştir. Bu kitap büyük bir eserdir.
2)
El-Mûcez: On iki kitaptan ibârettir.
3)
Halk-ül-Ef'âl
4) İstitâa hakkındaki
kitap
5) Sıfâtlar hakkındaki
kitap
6) El-Luma' fi'r-Reddi alâ
Ehli'z-Zeyği ve'l Bid'a: Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın irâdesi, Allahü
teâlânın görülmesi, kader,
istitâa, va'd ve va'îd ve imâmet meselelerinden bahseden on bölüm ihtivâ eden
kıymetli bir kitaptır. İmâm-ı Eş'arî hazretlerinin bu mevzularda söyledikleri
hakkında iyi bir kaynaktır. Yakın zamanda Mısır'da ve Beyrut'ta basılmıştır.
Beyrut baskısında, ayrıca Richard J.Mc. Carthy tarafından bir mukaddime ve
İngilizce tercümesi vardır. Spitta, bu eseri hülâsa etmiş, Joselp Hell
tarafından Almancaya tercüme edilmiştir.
7) Risâlet-ül-Îmân;
Spitta, Almancaya tercüme etmiştir.
8)
Kitâb-ul-Fünûn: Mülhidlere (dinsizlere) cevap olarak yazılmıştır.
9)
Kitâb-ün-Nevâdir: Kelam ilminin inceliklerini anlatır.
10) Dehrîlerin
(dinsizlerin) Ehl-i tevhid'e karşı yaptıkları bütün îtirâzlarının toplandığı bir
kitap.
11)
El-Cevher fi'r-Reddi alâ Ehli'z-Zeygi ve'l-Münker.
12) Nazar, istidlâl ve
şartları hakkında Cübbâî'nin suâllerine verilen cevaplar.
13) Mekâlât-ül-Felâsife:
Felsefecilere cevap olarak yazılmış bir eserdir. Kitap üç makâleyi ihtivâ eder.
Eserde İbn-i Kays ed-Dehrî'nin bâzı şüpheleri, Aristo'nun semâ (gök) ve âlem
hakkındaki fikirleri çürütülmüştür;
hâdiseleri, saâdet ve şekâveti yıldızlara bağlıyanlara lâzım gelen cevaplar
verilmiştir.
14)
Cevâb-ül-Horasâniyyîn: Çeşitli meseleleri ihtivâ eder.
El-Umed'de bildirilenlerden başka, İbn-i Fûrek'in zikrettiği eserlerinden
bâzıları da şunlardır:
1) Tenâsühe inananlar
hakkındaki eser.
2) Mantıkçılara dâir
yazılan eser.
3) Hıristiyanlar hakkında
yazılan kitap.
4) Delâil-ün-Nübüvve
hakkındaki kitap.
İmâm-ı Eş'arî'nin ayrıca:
Risâle Ketebehâ ilâ Ehli's-Sagr bi Bâb-ül-Ebvâb adlı eseri vardır. Kitap,
Kafkas Dağlarının Hazar Denizi ile bitiştiği yerde Bâb-ül-Ebvâb (Demirkapı yâhut
Derbend) denilen kasabanın âlimlerine yazılmıştır. Bu eser, Ehl-i sünnet
vel-cemâat akâidini geniş olarak anlatmaktadır.
Bunlardan başka şu eserleri de meşhûrdur:
Makâlât-ül-İslâmiyyîn: Bu eserinde îtikâdî fırkalardan ve kelâm ilminin
ince meselelerinden bahsetmektedir. Mezhebler târihinin temel kitaplarından olan
eser matbûdur.
El-İbâne an Usûl-id-Diyâne; Ehl-i sünnet dışı fırkaların reddi için
yazılmış olup, bu husustaki delilleri içinde toplamaktadır. İngilizce tercümesi
ile birlikte basılmıştır.
Kavl-ül-Cumlât, Eshâb-ül-Hadîs
ve Ehl-üs-Sünne
fi'l-Îtikâd (Basılmamıştır.) Risâlet-ül-İstihsân el-Havdu fî İlm-il-Kelâm,
basılmıştır. İngilizce tercümesi vardır.
Îzâh-ül-Bürhân et-Tebyîn
alâ Usûliddîn, Kitâb-ül-Ulûm, Tefsîr-ül Kur'ân eş-Şerh vet-Tafsîl,
İbn-i Asâkir'in bildirdiğine
göre, Ebü'l-Hasan Eş'arî'nin tefsîri 70 veya 300 cild idi.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
SÜNNETİME
YARDIM ET
Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî'nin, Mûtezile denilen bozuk yoldan dönmesi şöyle olmuştur:
Bir Ramazân-ı şerîf ayının
ilk günlerinde rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamberimiz sallallahü
aleyhi ve sellem ona; "Yâ Ali! Benden nakledilen yola yardım eyle." buyurdular.
Bu rüyâdan sonra Ramazân-ı şerîf ayının ortasında, ikinci defâ Peygamber
efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem rüyâda görmekle şereflendi. Rüyâsında;
"Sana emrettiğim şey ne oldu, ne yaptın?" buyurdu. "Benden bildirilen yola,
sünnetime yardım et, bu yola uy!" buyurdular. Bu rüyâdan sonra kelâm ile
uğraşmayı terketti. Üçüncü defâ Ramazân-ı şerîfin yirmi yedinci gecesi,
Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem tekrâr rüyâda gördü. "Sana
emrettiğim şey ne oldu?" buyurdu. "Kelâm ilmini terkedip, Kur'ân-ı kerîm ve
hadîs ilmine sarıldım." dedi. "Benden rivâyet edilen, bildirilen yola, sünnetime
yardımcı olmanı emrettim." buyurdu. Bunun üzerine İmâm-ı Eş'arî özür dileyip;
"Meselelerini ve delillerini öğrenmek için otuz yıl harcadığım yolu
(Mû'tezileyi) nasıl terk edeyim?" dedi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve
sellem; "Allahü teâlâ sana, ilâhî yardımı ile yardım eyledi. Bunu yakînen
bilmeseydim sana bunu emretmezdim." buyurdu. İmâm-ı Eş'arî bu rüyâyı da
gördükten sonra uyanıp; "Haktan öte, sapıklıktan başka bir şey yok." diyerek,
Mûtezile yolundan dönüp, Ehl-i sünnet itikâdına girdi. Bu rüyâsından sonra on
beş gün evinden çıkmadı. Meseleleri derinlemesine inceleyip, gözden geçirdi.
Sonra Basra Câmiine gidip, kürsüye çıktı. O sırada Mûtezile yolunun meşhûr ve
kuvvetli âlimlerinden sayılan ve böyle bilinen İmâm-ı Eş'arî, kürsüden cemâate
şöyle hitâbetti: "Ey insanlar! Çoktan beri size görünmez oldum. Dikkatle
düşündüm. İnsafla inceledim. Yanımdaki delilleri gözden geçirdim. Tercih
husûsunda zorlandım. Sonunda Allahü teâlâdan beni hidâyete, doğru yola
kavuşturmasını istedim, duâ ettim. Allahü teâlâ beni hidâyete, doğru yola
kavuşturdu. Mûtezile yoluna âit îtikâdlarımın hepsinden vazgeçip, kurtuldum."
diyerek, Ehl-i sünnet îtikâdına girdiğini herkese ilân etti.
KAYNAKLAR
1)
Tebyînü Kizbi'l-Müfteri; s.38
2)
Nazmü'l-Ferâid; s.17
3)
Kavlü'l-Fasl; s.3
4) Tabakâtü'ş-Şâfiiyye;
c.3, s.347
5) Târih-i Bağdâd; c.11,
s.346
6)
El-Milel ve'n-Nihâl; c.1, s.94
7) Temhid (Bâkıllânî);
s.3, vd.
8) Risâle-i Kuşeyrî; s.1,3
9) Şezerât-üz-Zeheb; c.3,
s.131
10) Tam İlmihâl Seâdet-i
Ebediyye (49. Baskı); s.1070
11) Tathîrü'l-Fuâd min
Denîsi'l-Îtikâd; s.5
12)
Esâsü't-Takdis; s.98
13) Fetevây-ı Hadsiyye;
s.111
14)
Rehber Ansiklopedisi; c.4, s.323
15)
Mu'cemü'l-Müellifîn; c.7, s.35
16)
Vefeyâtü'l-A'yân; c.1, s.326
17)
Miftâhus-Seâde
18) İslâm Âlimleri
Ansiklopedisi; c.4, s.54
19)
Esmâü'l-Müellifîn; c.1, s.676
20)
Brockelman; Gal.1, s.194, Sup.1, s.345
21)
El-A'lâm; c.4, s.263
|
|