CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

EBÜ'L-ABBÂS EL-HARRÂR

Meşhûr velîlerden. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Mîlâdî on birinci asırda Mısır'da yaşamıştır. Hayâtı hakkında Kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Talebelerinin meşhurlarından Safiyyüddîn bin Ebi'l-Mansûr şöyle anlatmıştır: "Hocam Mısır'da talebeleri yetiştirip insanlara rehberlik yaptığında ben Fırat'ın öbür tarafında bir beldede idim. Babam, Melik Eşref'in vezîri idi. Mısır'a gittik. Bu sırada Melik, babamı vazîfeli olarak Mekke'ye gönderdi. Ben ise Ebü'l-Abbâs el-Harrâr hazretlerinin huzûruna gittim. Henüz küçük idim. Yanımda velîlerden bahsedilince, hocamın sûreti karşımda gözüküyordu. Bir müddet sohbetinde bulundum. Durumum değişti. Sonra babamın Mekke'den döndüğü haberi geldi. Hocam ve halk onu karşılamaya çıktılar. Hocam bana babamı karşılamaya çıkmamı söyleyince; "Babam sizsiniz." dedim. Sonra da karşılamaya çıktım.

Âilemdekiler beni görünce, tasavvufta ilerlemek için çalışmam sebebiyle değişen hâlime bakıp ağladılar. Babam da ilk görüşte tanıyamadı. Büyük bir kalabalık onu karşılıyordu. Etrâfında askerler ve hizmetçiler vardı. Beni tanıyınca, dona kaldı. Hayretinden yüzü sarardı. Hâlime çok şaşmıştı. Sonra bir yerde konakladı. Bütün âile fertlerim etrâfında toplanmıştı. Ben bir köşeye çekilip oturmuştum. Hocamdan ayrı kaldığım için, evinden, yurdundan ayrı bırakılmış bir esir gibi ağlıyordum. Babam bana hocamı bırakıp yanına dönmemi istedi, dönmediğim takdirde hapsedeceğini söyledi. Hocam da babamın yanına dönmemi isteyince, çâresiz döndüm. Fakat hocamın ayrılığı bana çok ağır geldi. Beni neden gönderdi diye epey düşündüm. Sonra kalbime şöyle doğdu. Hocamın beni denemek için böyle yaptığını anladım. Babamla birlikte eve gelince, bir odaya kapandım. Hocam beni kabûl edip, çağırıncaya kadar hiçbir şey yememeye, içmemeye ve uyumamaya yemin ettim. Babam bir ara beni sormuş. Hâlimi söylemişler. Açlığımın ve susuzluğumun şiddetlendiği bir sırada babam uykudan uyanmış ve benim için; "Ona söyleyin hocasına gitsin. Hocası ne diyorsa yapsın." demiş. Durumu bana ilettiler. "Benimle birlikte babam da gelmezse gitmem." dedim. Babam benimle gelmeyi de kabûl etti. Berâberce evden çıkıp hocamın bulunduğu mescide gittik. Huzûruna varınca babam hocamın elini hürmetle öptü. Sonra da beni göstererek; "Efendim bu çocuk sizin evlâdınızdır. Teslim ediyorum dilediğinizi yapın." dedi. Hocam; "Umarım ki Allahü teâlâ onun sebebiyle size faydalar nasîb eder." dedi. Sonra babam ayrılıp gitti. Babamı ayda bir görürdüm. Hocam bana dergâha su taşıma vazîfesi verdi. Her gün bir ağaca bağlı iki kab dolusu suyu omuzumda ve yalın ayak olarak taşırdım. Bu hâlimi görenler durumu babama bildirmişler. Babam; "Ben onu Allah için o zâta bıraktım. Allahü teâlâ onun mükâfâtını verir. Onun sebebiyle biz de nîmete kavuşuruz." cevâbını vermiş. Daha sonra babam vefât etti.

Ebü'l-Abbâs Ahmed Harrâr hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir defâsında Şeyh Ebû Ahmed Endülüsî hazretlerinin sohbetine gitmiştik. Huzûruna girdiğimizde yanında büyük bir kalabalık gördük. Sohbetinde halktan başka ileri gelen devlet adamları da toplanmıştı. Biz de bir cemâat hâlinde kalabalık idik. İçeri girip oturunca, bize baktı ve; "Küçük çocuk muallime, öğretmene ders almaya gidince yazı levhasının silinmiş ve temiz olması lâzımdır. Eğer yazı yazılacak levhası, sayfası temiz olmazsa öğretmen nereye yazsın. Geldiği gibi döner gider." dedi. Bir müddet sohbete devâm etti ve bize tekrar bakıp; "Kim çeşitli suları içerse mizacı suların özelliklerine göre değişir. Tek bir suyu içerse mizacı saf ve duru olur, değişmez." dedi. Bu zâtın huzûrunda çok talebe vardı. Sayılarının dört bin olduğunu öğrendim. Her biri birer cevher ve on beş yaşlarında idiler. Herbiri, kalp gözü açılmış ve keşif ehli idiler. Ebû Ahmed Endülüsî bâzan beni huzûruna çağırırdı. Bir gün gene çağırdı. Hemen gittim. Huzûrunda bir cemâat vardı. Onlara nasîhat ediyordu. Sohbetini dinlemek için ben de oturdum. Oturunca o zâtı başımın üzerinde ayakta durur gördüm. Elinde bir şeyle bana vurmaya başladı. Vücûdumun âzâları birer birer parçalanıp ayrıldı. Parçalanmadık hiçbir âzam kalmadı. Sonra dağılan parçalarımı birer birer yerine yerleştirip dimağıma kadar vücudumu yeniden topladı. Ben bambaşka bir hâle girmiştim. Bu hâlden sonra bana; "Seni zenginleştirdik, doyurduk. Memleketine dönebilirsin." dedi. Huzûrundan ayrıldığımda, kalp gözüm açıldı. Artık melekût âlemini seyreder bir hâle geldim."

Yine şöyle anlatmıştır: "Bir gün Şeyh Ebû Yûsuf Dehmânî beni Abdullah Kureşî'ye gönderdi. O gün sohbet yapılacak mı diye sormamı emretti. Evine yaklaştığımda heybetinden huzûruna nasıl gireceğim diye düşünüyor ve çok çekiniyordum. Ben böyle bir tereddüd içinde iken, âniden evinin penceresi açıldı. Hizmetçisi bana; "Bugün sohbet toplantısı yapmayacağız." dedi. Rahatladım ve haberi alıp döndüm. Ebû Yûsuf Dehmânî'nin huzûruna gelip haberi bildireceğim sırada bana; "Sormaya gittiğinde çekinip tereddüd ettin. Hizmetçi sana haber verdi." dedi. "Evet efendim heybetinden dolayı nasıl huzûruna çıkacağım diye düşünüyordum." dedim. Kalbimden geçeni anlamıştı. Huzûruna çıkmak için tereddüt ettiğim mübârek zât Ebû Abdullah Kureşî ise bir ayna gibiydi. Hâdiseleri seyrediyordu.

Ebü'l-Abbâs Ahmed Harrâr hazretleri tasavvufta kemâle ermiş, keşif ehli olmuş ve pekçok şeyleri müşâhede etmiştir. Kendisi şöyle anlatmıştır: "Mısır'da bulunduğum sırada Kurafe yolundan geçerek evden mescide gider gelirdim. Gece vakti çıktığımda bende korkuyla karışık bir ürperti olurdu. Allahü teâlâ gözümden perdeyi kaldırıp bana kabirdeki mevtânın hâllerini görmeyi nasîb etti. Nîmet ve azâb içinde olan ölülerin hâllerini de görürdüm."

Ebü'l-Abbâs hazretleri bir defâsında bir taşı alıp bir işinde kullanmak istedi. Taş dile gelip; "Beni bırak." dedi. Onu bırakıp bir başka taş aldı. O da dile gelip; "Beni bırak." dedi. Bunun üzerine benim yapacağım iş dinimizin emrine uygundur, diyerek ilk aldığı taşla işini gördü.

Bir kimseyle Mekke'de arkadaş olmuştu. Mısır'a gittikten sonra o arkadaşı gelip, Ebü'l-Abbâs Ahmed Harrâr hazretlerini buldu. Yanına gelince çok açım bana bir şeyler yedir, dedi. O sırada yanında para ve yiyecek bir şey yoktu. "Şu anda yanımda hiçbir şey yok. Birinden de isteyemem." diyerek üzüldü. Bu sırada içeri evin penceresinden iri bir kuş girdi. Gagasında büyükçe bir para tutuyordu. Ebü'l-Abbâs'ın kucağına bıraktı ve uçup gitti. Bu parayla yiyecek satın alıp, arkadaşına yedirdi.

 

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

HAYIRLI RÜYÂ

Talebelerinden Safiyyüddîn bin Ebi'l-Mansûr anlatır: "Hocamın sâlihâ ve evliyâ bir kızı vardı. Ben ona talebe olmadan önce talebelerinden çoğu o kızla evlenmeyi düşünmüşler. Hocam kerâmetiyle onların bu arzularını anlamış ve şöyle demiş: "Bu kızım doğduğunda kiminle evleneceğini Allahü teâlâ bana bildirdi. Ben onu bekliyorum. Onunla evlendireceğim." demiştir. Bir gece rüyâmda hocamı görmüştüm. Bana; "Safiyüddîn senin hanımın benim kızımdır." dedi. Uyanınca şaşırıp kaldım. Utancım sebebiyle bunu hocama anlatmam mümkün değildi. Anlatmasam olmazdı. Rüyâmı gizlemem de beni rahatsız ediyordu. Çünkü hocamdan hiçbir şeyi gizlemezdim. Ben bu hâlde ne yapacağımı düşünürken, hocam bana; "Rüyâda ne gördüysen anlat." dedi. Heybetli bir hâlde idi. Bir müddet sustu ve; "Ne gördüysen mutlaka anlatmalısın." dedi. Ben de rüyâmı aynen anlattım. Bana; "Evlâdım bu senin için takdir edilmiştir." dedi ve beni kızıyla evlendirdi. Kızı velî bir hanımdı. Yüzünde velîlik nûru parlardı. Kim görse evliyâ olduğunu nûrundan anlardı. Bu hanımdan olan evlâdımın herbiri âlim ve fazîletli kimseler oldu. Hocamın vefâtından sonra onunla uzun zaman saâdet içinde ömür sürdük. Keşfi çok kuvvetli idi. Vefât edeceği zamânı ve vefât ettikten sonra vukû bulacak birçok acâib hâdiseleri bildirdi. Vefât edeceği anda; "Ey mutmeinne olmuş nefs! Râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön." meâlindeki âyet-i kerîmeyi rûhu çıkıncaya kadar okudu.

 

ÖLÜM VAKTİN HENÜZ GELMEDİ

Ebü'l-Abbâs el-Harrâr hazretleri anlatır:

"Memleketim İşbiliye'de iken bir hastalığa tutulmuş yatıyordum. Bu hâlde iken yeşil, beyaz, kırmızı renklerde büyük kuşlar gözüme gözüktü. Aynı anda çok âhenkli bir şekilde kanat çırpıyorlar. Kanatlarını birlikte indirip kaldırıyorlardı. Ellerinde üstü örtülü bir tabak vardı. Bana bu tabakta ölüm hediyesi olduğu bildirildi. Bunun üzerine onları karşılayıp, Kelime-i şehâdet getirmeye başladım. İçlerinden biri bana dedi ki: "Senin ölüm vaktin henüz gelmedi. Bu başka bir mümin içindir." Bu kuşlar gözden kayboluncaya kadar onları seyrettim."

 

KAYNAKLAR

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.299

2) Ravd-ur-Reyyâhîn; s.238