EBÛ SÜLEYMÂN DÂRÂNÎ
Şam'da yetişen büyük
velîlerden. Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda yaşamıştır. İsmi, Abdurrahmân bin
Ahmed bin Atiyye el-Ansî'dir. Künyesi Ebû Süleymân olup, Şam'ın güneyindeki
Dâran (veya Dâreyya) köyünde doğduğu için Dârânî nisbesiyle meşhûr olmuştur.
Lütuf ve ihsânı pek fazla idi. Nazik ve zarif olması bakımından çok sevilmiş ve
bu sebeple ona; gönüllerin güzel kokulu çiçeği mânâsında "Reyhânü'l-kulûb" adı
verilmiştir. Nefsine muhâlefet etmekte ve açlık çekmekte çok ileri olduğu için
açların reisi mânâsında "Bündârü'l-Câiîn" denildi. Doğum târihi bilinmemektedir.
820 (H.205) senesinde Şam'da vefât etti. Kabri, Dâran köyündedir.
Ebû Süleymân Dârânî
hazretleri çocukluğunda ve gençliğinde rastgele bir hayat yaşıyordu. Diğer
insanlar gibi normal günlük hayâtına devâm ediyordu. Allah adamı sâlih
kimselerin hâllerinden haberi yoktu. Bir gün namaz kılmak için câmiye gitti.
Câmide vâz ve nasîhat eden bir zâtın konuşmaları ona çok tesir etti. Dışarı
çıkınca bu tesir kayboldu. Ertesi gün tekrar gelip o zâtın sohbetini dinledi ve
yine önceki tesir hâsıl oldu. Fakat dışarı çıkınca tesiri biraz devâm ettiyse de
yine kayboldu. Üçüncü defâ gelip o zâtın sohbetini dinledi. Bu defâ öyle bir hâl
oldu ki, bu tesir eve kadar devâm etti. Eve gelince günahlarına tövbe etti,
evindeki mûsikî âletlerini kırdı. Allahü teâlâya kavuşturacak hakîkî yola
yöneldi. Âlim ve sâlih kimselerin ilim meclislerine, sohbetlerine devâm etti.
Onun bu halini işiten Yahyâ bin Muâz hazretleri; "Bir serçe, bir turnayı
avlamış." buyurarak onun kavuştuğu mânevî yolun büyüklüğüne işâret etti.
Şam'da bulunan âlimlerin
ve velî zâtların meclislerine devâm eden Ebû Süleymân Dârânî hazretleri ilimde
ilerlediği gibi, tasavvuf yolunda da büyük mesâfe kat etti, yüksek derecelere
kavuştu. İbrâhim bin Edhem hazretleriyle görüşüp sohbetinde bulundu. Şakîk-i
Belhî, Mârûf-ıKerhî, Ahmed bin Âsım el-Antâkî, Sırrî-yi Sekâtî ve Hâris
el-Muhâsibî gibi büyük velîlerle sohbette bulundu. Daha önce rağbet ettiği,
sevdiği dünyâdan yüz çevirip zâhid bir hayat sürmeye başladı. Ondaki bu yüksek
dereceleri ve mânevî hâlleri gören insanlar onun etrâfında toplanıp istifâde
etmeye çalıştılar. O insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların
dünyâ ve âhirette mutlu olmaları için gayret etti. Sohbetinde birçok evliyâlar
yetişti. Kardeşi Dâvûd bin Ahmed Dârânî ve Ahmed bin Ebü'l-Havârî bunlardandır.
Ebû Süleymân Dârânî
hazretleri, dünyâdan ve içindekilerden yüz çevirmiş olup, zâhid bir hayat
yaşadı. İlk defâ yünlü elbise giyen sofîlerden oldu.
Zühd nedir diye soranlara;
"Zühd, Allahü teâlâ ile meşgûl olmana mâni olan her şeyi terk etmektir. Dünyânın
hiç olduğunu bilmeyen, zühd sâhibi olamaz."
Dünyâya rağbet etmemek
gerektiği husûsunda da; "Dünyâ, kendisini isteyenden kaçar, kendinden kaçanı
kovalar. Kendinden kaçanı yakalayabilirse, yaralar. Kendini isteyip bağlananı
ise öldürür. Çünkü dünyâ ile güreş etmeye gelmez. İnsanı yener, sırtını yere
getirir. Dünyâya bağlanmak, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya mâni olan bir
perdedir. Âhireti düşünmek ise, gönlün canlanmasına sebeb olur. İbret almakla
ilim, tefekkür ile de Allah korkusu artar. Dünyâ sevgisinin yerleştiği bir
kalpte, âhiret düşüncesi göç edip gider." buyurdu.
"Âhireti düşünmek aklın alâmeti ve kalbin hayâtıdır."
"Kadın olsun, çocuk olsun,
mal olsun, seni Allahü teâlâyı anmaktan alı koyan her şey hayırsızdır. Allahü
teâlâyı tanıdıktan sonra, O'ndan başkasına meyletmeyin."
Ebû Süleymân Dârânî
hazretleri bir gün insanlara nasîhat ediyordu. İleri gelen talebelerinden Ahmed
bin Ebü'l-Havârî, hocasının nasîhat ettiği meclise gelip; "Efendim,fırın ısındı.
Bugün ne pişirmemizi emredersiniz?" diye sordu. Hazret-i Ebû Süleymân cevap
vermedi. Talebesi aynı suâli birkaç defâ tekrar edince, talebesine; "Gidip içine
oturunuz!" buyurdu. Talebe; "Hocamın her sözü hikmetlidir. O, mâdemki böyle
buyurdu, onun dediği doğrudur." diyerek, gelip fırının içine girdi. Ebû Süleymân
Dârânî sohbet bittikten sonra etrâfındakilere; "Derhal gidip, Ahmed'i fırından
çıkarın!" buyurunca, yanındakiler hayretle; "O, hakîkaten dediğinizi yapmış,
fırına girmiş midir?" dediler. Ebû Süleymân Dârânî; "Elbette. O söz dinler.
Nefsine uymaz. Bana muhâlefet etmez." buyurdu. Oradakiler merakla fırına gelip,
kapağı açtılar. Ahmed, hakîkaten kızgın fırında oturmakta, bir kılı dahi
yanmamış hâlde beklemekteydi.
Nefsin isteklerine karşı
çıkan Ebû Süleymân Dârânî çok riyâzet ve mücâhedede bulundu. Açlık çekmek
husûsunda meşhur oldu. Bu sebeple "Bündârü'l-Câiîn" (açlık çekenlerin reisi)
adıyla anıldı. Aç kalmanın fazîletiyle ilgili olarak sohbetleri sırasında şöyle
buyurdu:
"Dünyânın anahtarı tokluk, âhiretin anahtarı açlıktır. Helâlden bir lokma az
yemeği, akşamdan sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok severim. Çünkü, mîde dolu
olunca, kalbe gaflet basar. İnsan Rabbini unutur. Helâlin fazlası böyle yaparsa,
mîdeyi haram ile dolduranların hâli acaba nasıl olur?"
"Açlık, Allahü teâlânın
hazînelerinden bir hazînedir. Onu sevdiklerine ihsân eder. İnsanın karnı
doyunca, bütün âzâlarını şehvet açlığı kaplar. Karnı aç olanın ise âzâları
şehvetlere karşı bir arzu duymaz."
"En sağlam kale, dilini
korumaktır. İbâdetin özü açlıktır. İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylere
muhabbet etmek, bütün kötülüklerin başıdır."
"Karın tokluğu, Allahü
teâlâya karşı yapılacak ibâdetlerin tam yapılmasına mânidir."
"Her şeyin bir helak
sebebi vardır. Kalpteki nûrun helâkinin sebebi ise tokluktur. Her şeyin pası
vardır. Kalp nûrunun pası tokluktur."
"Ben öyle insanlara
yetiştim ki, onlar açlığı kendileri için ganîmet sayardı. Tıpkı şimdikilerin
tokluğu ganîmet saydığı gibi."
Yemek yerken hızlı ve çok
yememeyi tavsiye ederek şöyle buyurdu: "Karnını tıkabasa doyuran kimse altı şeye
mübtelâ olur. Birincisi; ibâdetlerinden haz duymaz, ikincisi; hâfızası
zayıflamaya başlar. Üçüncüsü; ibâdetler ona ağır gelmeye başlar. Dördüncüsü;
başkalarına karşı şefkati azalır. Beşincisi; arzu ve istekleri çoğalır.
Altıncısı; aç olan müminler câmiye giderken, çok yiyen kimse helâya koşar."
"Dünyâ ve âhirete âit bir
iş dilemeden önce bir müddet aç kal. Dileğini sonra Allahü teâlâya arzet. Zîrâ
tokluk, aklı ve kalbi bozar. Karnı aç olanın kalbi saf ve ince olur. Tok olanın
kalbi ise kör ve azgın olur."
Yemeye şöyle bir sınır
getirdi: Bir kimse kardeşinin yemeğinden onu memnun etmek için yerse yediğinin
kendisine zararı olmaz. Fakat nefsânî bir hırs ve şehvetle yiyecek olursa o
zaman zarar görür.
Ebû Süleymân Dârânî
hazretleri nefsine muhâlefet etmekte ve açlık çekmekte çok ileri idi. Öyle ki bu
ümmetten onun kadar açlığa tahammül eden pek az kimse olmuştu. Yemek zamânı âdet
üzere tuzluğu getirip önüne koyar, ekmeği tuza batırıp yerdi. Bir defâsında
tuzlukta kalmış olan bir susamı yemişti; "Bu susamı yeyince bir müddet mânevî
hâllerimi kaybettim." buyurdu.
Hazret-i Ebû Süleymân şöyle anlattı: "Bir gece câmide ibâdet ediyordum. İçerisi
çok soğuktu. Öyle ki soğuğun şiddetinden duâ ederken bir elimi koynuma sokuyor
diğer elimi semâya doğru açıyordum. Bu şekilde duâ etmek, beni fevkalâde
rahatlatmıştı. Uyuduğumda hafifden bir ses; "Yâ Ebâ Süleymân! Duâ için
kaldırdığın eline nasîbini verdik. Diğerini de kaldırsaydın ona da nasîbini
verirdik." diyordu. Bunun üzerine kendi kendime; "Ne kadar soğuk olursa olsun,
bir daha her iki elimi de semâya kaldırmadan duâ etmeyeceğim." diye söz verdim.
Bir gece bir hûri gördüm.
Tebessüm ediyordu. Yüzü o derece nûrlu idi ki, anlatılacak gibi değil. Ben; "Bu
kadar nûr ve güzelliğine sebeb nedir?" dedim. Cevâben; "Bir gece gözünden birkaç
damla yaş akmıştı. Onunla yüzümü yıkadılar. Onun tesiri ile bu nûr ve güzellik
hâsıl oldu. Sizin gibi temiz zâtların göz yaşları, hûrilerin yüzlerinin
parlatıcısı olmaktadır. Göz yaşı ne kadar çok olursa o kadar iyidir." dedi.
Bir sohbeti esnâsında
buyurdu ki:
"Takvâ ehli olan
müminlerin, Allahü teâlâdan uzun ömür istemeleri, sırf Allah'a daha çok tâatta
bulunmak içindir."
"Açlıktan karnım arkama yapıştığı zaman yaptığım ibâdetlerin tadını daha çok
duyuyorum. Zîrâ hikmet, gelin gibidir. Rahat içinde uyuyacağı ve güveyi ile
başbaşa kalacağı boş bir ev ister!"
"Bir âyet-i kerîmeyi
okurum, dört gece üzerinde durur, tefekkür ederim. Üzerinde iyice tefekkür
etmeden, derin mânâları ve murâd-ı ilâhîyi düşünmeden diğer âyete geçmem."
Kalan ömründe Allahü
teâlâya karşı yaptığı isyânlara, kaçırdığı ibâdet ve tâatlara ağlamak, akıllı
kimseye düşer. Fakat ömrünün geri kalan kısmını günahlar içinde geçiren akılsız
kimseye, ağlamak yaraşır."
"Başa gelen her şeye râzı
olmak hâline kavuşanlar, irfan sâhipleri, âriflerdir. Allahü teâlâ önce gelen
peygamberlerden birine vahy ederek bildirdi ki: Cebrâil aleyhisselâm yeryüzüne
indiğinde ibâdet ile meşgûl olan bir kimseyi gördü. Hoşuna gittiği için; "Yâ
Rabbî! Bu kimse ne iyi." dedi. Allahü teâlâ da; "Ey Cibrîl! Levh-i mahfûza bak."
buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm Levh-i mahfûzda o kimsenin Cehennemlikler arasında
yazılı olduğunu gördü. Allahü teâlâya; "Yâ Rabbî! Bu işin hikmeti nedir?" diye
sordu. Allahü teâlâ; "Ben yaptığım işlerden kimseye karşı sorumlu değilim. Hiç
kimse kullarım hakkındaki ilmime akıl erdiremez." buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm;
"Yâ Rabbî! İzin verirsen o kimseye gidip durumu bildireyim." dedi. İzin
verilince, o kimsenin yanına gitti ve; "Senin yaptığın ibâdetleri Allahü teâlâ
kabûl etmedi. Levh-i mahfûzda senin Cehennem ehli arasında olduğunu gördüm."
deyince, o kimse düşüp bayıldı. Cebrâil aleyhisselâm onun ayılmasını bekledi.
Ayılınca şöyle mırıldanıyordu: "Ey benim Allah'ım! Sana hamd ederim. Bütün hamd
eden kulların sana Nasıl hamd ediyorsa ben de öyle hamd ederim." Sonra Cebrâil
aleyhisselâma dönerek; "O bizim Rabbimizdir. Bütün ilmî kudretinin kemâli,
rahmeti ve şefkati ile benim hakkımda öyle uygun görmüş. O'na yine hamd ederim.
O beni benden daha iyi bilir." dedi ve secdeye kapandı. Secdede cenâb-ı Hakk'ı
tesbih etmeye başladı. Bu durumu Cebrâil aleyhisselâm Allahü teâlâya arz edip o
şahıs hakkında üzüldüğünü bildirdi. Cebrâil aleyhisselâma, Allahü teâlâ
tarafından tekrar Levh-i mahfûza bakması bildirildi. Bu defâ Levh-i mahfûzda o
kimsenin cennetlik olduğu yazılıydı. Cebrâil aleyhisselâm, cenâb-ı Hakk'tan
hikmetini suâl ettiğinde; "Kullarım işlerime akıl erdiremezler." buyurdu.
Cebrâil aleyhisselâm bu durumu yine bildirmek istedi ve izin verildi. O zâtın
yanına gidip; "Müjdeler olsun sana! Yerin Cennet oldu." dedi. O kimse bu sözlere
hiç şaşmadı ve eski hâlini hiç bozmadı. Eskisi gibi yine hamd ve cenâb-ı Hakk'ı
tesbih etmeye devâm etti."
Mûsâ aleyhisselâm bir gün
yırtıcı hayvanların parçalayıp karnını deştiği bir adama rastladı ve onu tanıdı.
Başı üzerinde durarak dedi ki: "Yâ Rabbî! O sana itâatkâr idi. O hâlde bu hâl
nedir?" Allahü teâlâ ona vahyedip; "Ey Mûsâ! Bu kulum bana ameli ile
yükselemeyeceği bir derece istedi. Kendisini istediği dereceye ulaştırmak için
ona bu musîbeti verdim." buyurdu.
Ebû Süleymân Dârânî
hazretleri çok ibâdet etmesine rağmen mekr-i ilâhîden emîn olmazdı. Ümid ile
korku arasında olmayı tavsiye ederdi.
Ahmed bin Ebü'l-Havârî
şöyle nakletti: Ben hocam Ebû Süleymân Dârânî'nin huzûruna girdim. Onu ağlar
hâlde buldum. Ona; "Seni ağlatan nedir?" diye sorunca; "Ey Ahmed! Ben nasıl
ağlamayayım. Bana bildirildi ki, gece olduğu, gözler uykuya vardığı, herkes
kendini sevenlerin yanında bulunduğu zaman; âriflerin kalpleri, Rablerinin
zikriyle coşar ve lezzet duyar. Onların niyet ve gayretleri Allahü teâlâya
kavuşmak olur. Onlar Rablerinin huzûrunda diz çökerler, mahzûn bir hâlde Allahü
teâlâya münâcaat ve niyâzda bulunup yalvarırlar. Allahü teâlâdan korkmak ve
O'nun rızâsına kavuşmak için gözyaşlarının aktığı, secde ettikleri yerler
ıslanır. Allahü teâlâ bu kullarına rahmet nazarıyla bakar ve; "Ey beni iyi
tanıyan dostlarım! Benim zikrimle meşgûl oldunuz ve benim rızâma kavuşmak için
gayret ettiniz. Kalplerinizden benim zikrimden başkasını uzaklaştırdınız. Size
müjdeler olsun ki, bana kavuştuğunuz zaman yakınlık ve sevinç sizin içindir."
buyurur. Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâma buyurur ki: "Ey Cebrâil! Benim
kelâmımı okuyarak kalbi rahatlayan ve benim ismimi zikr ederek lezzet duyan ârif
kullarımın hâlini biliyorum. Onların ağlamalarını ve inlemelerini işitiyorum.
Onların benim rızâma kavuşmak için çırpındıklarını ve çalıştıklarını görüyorum.
Sen onlara gidip; siz niçin ağlıyorsunuz? Sizin bu tazarrû, yalvarma ve hüzün
hâliniz nedendir? Size Allahü teâlânın kendini seven kimseleri Cehennem'de azâb
edeceği haberi mi geldi. Yoksa Allahü teâlânın, benim zikrimle lezzet duyanları
huzûrumdan kovarım, buyurduğunu mu işittiniz? Allahü teâlâ; izzetime yemin olsun
ki, sizi Cennet'ime koyacağım. Sizinle aramdaki perdeleri kaldıracağım. Göz
yaşlarınızın karşılığı olarak sevinç ve müjdeler ihsân edeceğim." buyurdu.
Bir sohbeti sırasında;
"Mârifetin hakîkati nedir?" diye sordular. Cevâbında; "İki cihanda kişinin
murâdının birden yâni Allahü teâlâdan başka olmamasıdır. Gece Hak teâlâdan gâfil
yatıp uyuyan kimse, muhabbetullah veAllah sevgisi dâvâsında yalancıdır. Cezâ
görecektir." buyurdu.
"Seni Hak'tan başkasına
çevirecek sebeplere bağlayan şey sana düşmandır. Gafletle çıkan, Hak teâlâyı
hatırlamadan aldığın her nefes sana kızgın demirlerle bir nişandır."
Allahü teâlânın rızâsına
kavuşmak için gece gündüz gayret eden Ebû Süleymân Dârânî hazretleri, tevâzu
sâhibiydi. Buyurdu ki:
"Allah'tan râzı olmak ve Allah'ın kullarına acımak, peygamberlerin
ahlâkındandır."
"Bütün insanlar başıma
toplansa ve beni küçük görmekten vazgeçirmeye çalışsalar vaz geçiremezler."
"Allahü teâlâ ile kul
arasında en açık şey, kulun Mevlâsının verdiği her nîmetin nereye sarf
edildiğini ona birer birer arz etmesidir."
"Gözünüzü ağlamaya, kafanızı düşünmeye alıştırın." buyuran Ebû Süleymân Dârânî
hazretleri, ağlamayı terk etmeyi, ilâhî inâyetten mahrumiyet sayardı. Çünkü
irfan sâhibi geceleri kâim olarak ibâdete devâm ettiği sürece Allahü teâlâ ona
rahmet kapılarını açar. "Her şeyin bir alâmeti, işâreti olduğu gibi, ilâhî
feyzlere kavuşmaktan mahrum kalmanın alâmeti de ağlamamak, ağlamayı terk
etmektir." buyururdu.
"Nefsimin güzel gördüğü hiçbir işi güzel görmedim."
"En zor, ama en makbûl şey
sabırdır. Sabır, iki kısımdır. Birincisi, Allahü teâlânın yapmamızı emrettiği,
fakat nefsimizin istemediği ibâdetleri yapmaya devâm etmekte sabretmek, ikincisi
ise, Allahü teâlânın yapmamızı yasak ettiği, fakat nefsimizin hoşuna giden
şeyleri yapmamaya devâm etmekteki sabırdır."
"En fazîletli amel, nefsin
istediğinin zıddını yapmaktır."
İnsanlara şefkat, merhâmet ve tevâzu ile davranırdı. Bu hususta da;
"Bütün insanlar beni,
olduğumdan daha aşağılamak, hakâret etmek isteseler, bunu yapamazlar. Çünkü,
herkesin, hakâret derecelerinin en aşağısı olarak düşünebileceklerinden daha
aşağı olduğumu biliyorum." buyururdu.
"Bir dostundan, bir
uygunsuz hareket görürsen hemen tenkid etme. Çünkü onu tenkid ederken sana, önce
yaptığından daha zor ve ağır gelecek bir söz söyleyebilir."
"Bir kimse, bir mümini
gözünde küçültür, kendini ondan daha kıymetli zannederse, hangi ibâdeti yaparsa
yapsın, tad ve zevkine varamaz."
"Cehennem'de azap yapan, Zebânî adlı melekler, puta tapan kâfirlerden önce,
şerîate uymayan hâfızlara saldıracaklardır."
Haram ve şüphelilerden
şiddetle sakınır ve;
"Farkında olmadan, şüpheli bir lokma yemiş olsam, bir Cumâdan öbür Cumâya kadar
içimde bir ateş yanar ve acısını hissederim." buyururdu.
"Kul, Allahü teâlâdan hayâ
ederse, Allahü teâlâ onun ayıplarını örtüp, insanlardan gizler, hatâlarını
affeder. Kıyâmet günü hesâbını kolay eyler."
"Bütün işlerde, kulun
niyeti Allahü teâlânın rızâsı olursa, o işin sonu mutlaka iyi olur."
Ebû Süleymân Dârânî
hazretleri sohbetleri esnâsında şöyle buyururdu:
"Bugünü, düne eşit olan zarardadır."
"Âhiret için sana faydası
olmayan kimse ile arkadaş olma."
"Allahü teâlâ benim sağ
gözüme, Cehennem'in yedi tabakası ile azâb etse râzı olurum. Azâbın birazını da
öbür gözüme niye koymuyor diye düşünmem. Zîrâ, O'nun benim için en faydalı olanı
yaptığını bilirim."
"Bir gece, uyku bastırdığı
için biraz uyudum. Rüyâmda gördüm ki, bir hûri bana; "Beş yüz senedir beni senin
için yetiştiriyorlar, sen ise uyuyorsun." dedi."
"Bir kimse, güzel bir amel
işleyince, bunu kendi gayretleri ile değil de, Allahü teâlânın lütfu, ihsânı ve
yardımı ile yapabildiğini iyi bilirse, o kimsenin, ucba kapılması, ibâdetini
beğenmesi mümkün değildir."
Ebû Süleymân Dârânî
hazretleri güzel ahlâk sâhibi, güler yüzlü ve hoş sohbetli idi. Ayrıca çeşitli
hâlleri ve kerâmetleri görülürdü. Fakat o, hâllere ve kerâmetlere önem vermezdi.
Ebû Süleymân Dârânî'nin
talebesi Ahmed bin Ebü'l-Havârî şöyle anlatıyor: Bir sene hocam ile berâber
hacca gidiyorduk. Yolda su tulumunu düşürmüşüm. Suya ihtiyâcımız oldu. Susuz
kaldık. Hocama; "Efendim su tulumunu kaybettim." dedim. Ellerini açıp şöyle duâ
etti: "Ey gaybları bilen ve sâhiplerine iâde eden, dalâlette olanları hidâyete
erdiren Allah'ım! Kaybettiğimiz şeyi bizlere iâde eyle." Duâsını bitirir
bitirmez bir kimsenin; "Bu su tulumunu kaybeden kimdir?" diye seslendiğini
duyduk. Tulumumuzu alıp yolumuza devâm ettik.
Ebû Süleymân Dârânî
hazretleri Mekke-i mükerremeye giderek hac ibâdetini yerine getirdikten sonra
Medîne-i münevvereye gidip Peygamber efendimizin kabrini ziyâret etti. Mübârek
beldelerde pekçok âlim ve veli ile görüşüp sohbetlerde bulundu. Memleketine
döndükten sonra 820 (H.205) senesinde vefât etti. Dâran köyüne defnedildi. Kabri
sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
Sâlih zâtlardan birisi bir
gece rüyâsında hazret-i Ebû Süleymân Dârânî'yi nûrdan kanatlarla uçuyor gördü.
"Hayırdır inşâallah! Bu ne hâldir?" dedi. Ebû Süleymân Dârânî rahmetullahi
aleyh; "Şimdi cezâevinden kurtuldum, serbest oldum." buyurdu. Rüyâyı gören zât
sabah uyandığında, hazret-i Ebû Süleymân Dârânî'yi ziyârete gitti, vefât
ettiğini öğrenince rüyâsının yorumunu anladı.
Vefâtından sonra kendisini rüyâda görüp; "Allahü teâlâ size nasıl muâmele
eyledi?" dediklerinde, "Rahmet ve inâyetle fakat, insanlar tarafından parmakla
gösterilmem bana çok zarar verdi." buyurdu.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
EĞER BENİ
CEHENNEM'E KOYARSAN
Ebû Süleymân Dârânî
hazretleri çok ibâdet eder, Allahü teâlâya şöyle yalvarırdı: "Allah'ım! Eğer
bana günâhım sebebiyle azab edeceksen, senden affını diliyorum. Çünkü senin af
ve rahmetin benim günahlarımdan daha çoktur. Allah'ım! Eğer cimriliğim sebebiyle
azâb edeceksen, senden keremini istiyorum. Eğer bana kötülüklerim sebebiyle azâb
edeceksen, senin ihsânını ve iyiliklerini dilerim. Eğer beni Cehennem'ine
koyacaksan, Cehennem ehline seni sevdiğimi haber vereceğim." O anda gâibden bir
ses; "Ey Ebû Süleymân! Seni Cehennem'e koymayacağım. Bilâkis Cennet'ime
koyacağım. Cennet ehline, onları sevdiğimi haber ver. Çünkü dostların yeri
Cennet, düşmanların yeri ise Cehennem'dir." buyurdu.
IRAKLI GENÇ
Ebû Süleymân Dârânî
hazretleri hac vazîfesini yerine getirmek üzere Mekke-i mükerremeye gitmek için
yola çıktı. Yolda, Iraklı bir gençle arkadaş oldu. Yolculuk esnâsında Iraklı
genç devamlı Kur'ân-ı kerîm okuyor, durdukları yerlerde vakit namazı hâricinde
nâfile namaz kılıyor, gündüzleri oruç tutuyordu. Nihâyet Mekke-i mükerremeye
ulaştılar. Genç, Ebû Süleymân Dârânî hazretlerinden ayrılmak istedi. Ebû
Süleymân Dârânî o gence; "Benim sende gördüğüm hâllere seni sevk eden nedir?"
diye sordu. Genç dedi ki: "Ey Ebû Süleymân! Beni böyle yapmamdan dolayı kınama.
Çünkü ben rüyâmda altın ve gümüşten yapılmış birçok şerefeleri olan bir köşk
gördüm. İki şerefenin arasında şimdiye kadar hiç görmediğim güzellikte hûriler
vardı. Bu hûrilerin tebessüm etmesi sırasında dişlerinden yayılan nûr etrâfı
aydınlatıyordu. O hûrilerden biri bana dedi ki: "Ey genç! Allahü teâlânın
rızâsına kavuşmak için çok çalış ki bana kavuşasın." Sonra uykudan uyandım. Bu
rüyâ, benim senin gördüğün hâllere kavuşmamın sebebidir." dedi. Ebû Süleymân
Dârânî o gençten duâ istedi. Genç ona duâ ederek ayrıldı. Ebû Süleymân Dârânî
kendi nefsini kınayarak; "Ey nefsim! Uyan ve bu gencin bildirdiği işaretlere ve
müjdelere kulak ver. Bir hûriye kavuşmak için bu şekilde çalışılırsa, bu hûrinin
Rabbine kavuşmak için nasıl çalışmak gerekir?" diye nefsini azarladı.
Allahü teâlânın sâlih
kimselere böyle rüyâlar ve hâller ihsân etmesi, ona bâzı sırları açmak, saf ve
temiz kalplerini iyi hâllere sevk etmek, onları güzel amellere teşvik etmek
içindir. Çünkü sâlih rüyâ, peygamberlikten bir parçadır.
KAYNAKLAR
1)
Tabakât-üs-Sûfiyye; s.75
2)
Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.192
3) Nefehâtü'l-Üns; s.93
4)
Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.2, s.55
5)
Ravdu'r-Reyyâhîn; s.260-261
6)
Hilyetü'l-Evliyâ; c.9, s.254
7)
Tabakâtü'l-Kübrâ; c.1, s.91
8) Tam İlmihâl Seâdet-i
Ebediyye; s.1057
9) Târih-i Bağdâd; c.10,
s.248
10) Sıfâtü's-Safve; c.4,
s.189
11)
Tabakâtü'l-Evliyâ; s.386
12) Kıyâmet ve Âhiret;
s.194
13) Risâle-i Kuşeyrî; s.86
14) İslâm Âlimleri
Ansiklopedisi; c.3, s.161-163
|