CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

EBÛ SAÎD EBÜ'L-HAYR

Türkistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Ahmed lakabı Fadlullah'dır. Babasının ismi Ebü'l-Hayr Muhammed'dir. Ebû Saîd adı ile meşhûr oldu. Babası verâ sâhibi dindar bir zât idi. 967 (H.357) senesinde Horasan bölgesinde Serahs ileEbyurd arasında yer alan Meyhene (Mihene) şehrinde doğdu. 1049 (H.440) senesinde aynı yerde vefât etti.

Ebû Saîd küçük yaşta babasının yanında velî zâtların sohbetlerine giderdi. Kur'ân-ı kerîm okumaya başladığı zaman babası onu Cumâ namazlarına götürmeye başladı. Bir seferinde yolda zamânın büyük âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden Ebü'l-Kâsım Bişr ile karşılaştılar. Ebü'l-Kâsım onları görünce, Ebü'l-Hayr Muhammed'e; "Bu çocuk kimindir?" diye sordu. "Bizimdir." cevâbını verdi.Bunun üzerine gözleri dalan Ebü'l-Kâsım; "Evliyâlık makâmının boş kalacağını, bu dervişlerin, talebelerin bizden sonra zâyi olacaklarını görürken bu dünyâdan gönül huzûru ile nasıl ayrılabilirim. Şimdi bu çocuğu görünce gönlüm rahatladı. Zîrâ velîlik makâmı buna nasîb olacak. Namazdan çıkınca, çocuğu bizim yanımıza getir." dedi. Namazdan çıkınca Ebü'l-Kâsım Bişr'in yanına gittiler. O büyük zât Ebû Saîd'in babasına; "Ebû Saîd'i tutuver. Şu yüksekçe yerde ekmek vardır. Onu uzanıp alsın." dedi. Babası kaldırınca, Ebû Saîd oradan ekmeği aldı. Ekmek arpadan olup, sıcaktı. Sıcaklığını elinde hissediyordu. Ebü'l-Kâsım ekmeği alıp, yarısını Ebû Saîd'e verdi ve; "Ye!" dedi. Yarısını da kendisi yedi. Bunun üzerine babası; "Efendim bu ekmekten bana vermeyişinizin hikmeti nedir?" diye sordu.Ebü'l-Kâsım Bişr; "Ey Ebü'l-Hayr! O ekmeği otuz sene önce oraya koymuştum. Bize; insanların mânen ihyâsı, irşadları, doğru yolu bulmaları bu ekmeğin elinde sıcak olduğu kimse ile olacaktır." diye bildirildi. Müjdelenen kimse senin bu çocuğundur." buyurdu. Sonra Ebû Saîd'e dönerek; "Bu kelimeleri hâtırında tut. Dâimâ söyle. Sübhâneke ve bi hamdike alâ hilmike ba'de ilmike subhâneke ve bihamdike alâ afvike ba'de kudretike." Ebû Saîd Mîhenî bu sözleri ezberleyip devamlı söylerdi.

Ebü'l-Kâsım Bişr'in sohbetlerine giden babası, yanında Ebû Saîd'i de götürürdü. Bir gün Ebü'l-Kâsım Bişr; "Ey Ebû Saîd! Tamâ ve dünyâya düşkünlükten kurtulmaya gayret et. Çünkü insanda tamâ varken, ihlâs yâni herşeyi Allah için yapma arzusu bulunmaz. Kulluk, ihlâs ile olur. Şu hadîs-i kudsîyi unutma! Allahü teâlâ mîrâc gecesi Resûlullah efendimize buyurdu ki: "Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir, benimle görür, benimle her şeyi tutar, benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca onu korurum."

Ebû Saîd Mîhenî'nin babası ile Sultan Gazneli Mahmûd birbirlerini çok severlerdi. Babası Meyhene'de bir köşk yaptırdı. Günümüzde Üç Şeyhin Sarayı diye meşhurdur. Sarayın duvarına Sultan Mahmûd'un komutanlarının, fillerinin ve gemilerinin isimlerini yazdırdı. Küçük bir çocuk olan Ebû Saîd, babasına; "Bu köşkte bana âid bir yer tahsis et." dedi. Babası sarayın üst katında ona bir yer yaptırdı. Tamamlanınca, Ebû Saîd oranın duvar ve tavanına hep Allahü teâlânın ism-i şerîfinin yazılmasını emretti. Bunu gören babası; "Oğlum! Böyle ne yapıyorsun?" diye sorunca; "Herkes kendi evinin duvarlarına kendi emirinin ismini yazıyor. Ben de Rabbimin ism-i şerîfini yazdırıyorum." dedi. Onun bu sözleri babasının çok hoşuna gitti. Hemen köşkün duvarlarına yazdırdıklarının hepsini sildirdi.

Ebû Saîd Mîhenî'nin babası her gece yatsıyı kılıp eve geldikten sonra sokak kapısını açılmasın diye zincirle bağlardı. Sonra herkes uyuduktan sonra yatardı. Bir gece yarısı uyandı. Ebû Saîd'in evde olmadığını fark etti. Bütün köşkü aradı. Köşkün kapısına baktığında zincir de yoktu. Yatağına yattı. İmsak vakti Ebû Saîd Mîhenî'nin köşkün kapısından içeri yavaşça girip, zinciri yerine bağlayıp, odasına çıktığını fark etti. Babası birkaç gece oğlunu tâkib etti. Her akşam aynı şeyi yapıyordu. Bir gece babası dayanamayarak, onu tâkib etti. Ebû Saîd Mîhenî eski bir dergâha vardı. Babası da dergâhın damına çıktı. Ebû Saîd, dergâhın mescid kısmında Kur'ân-ı kerîm okumaya başladı. Sehere kadar okuyup, hatmetti. Sonra abdest tâzelemek için hazırlık yaptığı sırada babası hemen saraya döndü. Ebû Saîd her zamanki gibi eve dönüp, yattı. Sabah namazı vaktinde babası hiçbir şey bilmiyormuş gibi kaldırır, berâberce namaza giderlerdi. Bu işe uzun müddet devâm etti.

Fıkıh ilmini, Merv şehrinde, Şâfiî fıkıh âlimlerinden Ebû Abdullah el-Husrî'den öğrendi. Onun vefâtından sonra Ebû Bekr-i Kaffâl'dan ders aldı. Merv şehrinde ilim öğrenmek için on sene kaldıktan sonra, Serahs şehrine geldi.Yüksekçe bir tepe üzerinde Lokmân-ı Mecnûn'u gördü. Yanına gitti, kaftanını yamıyordu. Ebû Saîd onu seyrederken kendi gölgesi, Lokmân'ın kaftanının üzerine düşüyordu. Lokmân-ı Mecnûn, yamayı kaftanına dikince buyurdu ki: "Ey Ebû Saîd! Biz seni bu yama ile bu kaftana diktik." Sonra elinden tutup, Ebü'l-Fadl-ı Serahsî hazretlerinin huzûruna götürdü. Ona; "Ey Ebü'l-Fadl! Bunu sakla, bu sizdendir." dedi. Ebü'l-Fadl-ı Serahsî, Ebû Saîd'in elinden tutup yanına oturttu ve; "Maksadımız, insanlara Allahü teâlânın yolunu göstermektir. İnsanlara gönderilen yüz yirmi dörtbinden ziyâde peygamber, onlara "Allah" dedirtmek ve O'na ibâdet ettirmek için geldiler." buyurdu. Ebû Saîd, Ebü'l-Fadl'ın kalblere hayat veren bu güzel sözlerini, kendinden geçmiş bir hâlde dinledi. Ebü'l-Fadl, kendisini talebeliğe kabûl etti ve;

 

"Kendinden geçerek geri kalma amelden,

Bu büyük devleti, sakın çıkarma elden."

 

buyurdu.

Ebû Saîd Mîhenî tasavvufta çok yüksek mertebeye ulaştı. Zamanındaki bütün evliyânın sultânı, baş tâcı oldu. Bütün müslümanların matlûbu, sevdiği idi. Tasavvuf yolunun bütün inceliklerine vâkıf olup, ayrıca; fıkıh, tefsîr, hadîs ve başka ilimlerde de çok yüksek âlim idi. Oruç tutulması câiz olmayan günler hâriç, senenin bütün günlerini oruçlu geçirirdi. Sâde bir ekmek ile iftar eder, gece gündüz ibâdetle meşgûl olurdu. Bütün ibâdetlerde, bilhassa namaz husûsunda çok hassas ve ihtiyatlı hareket eder, her namaz için guslederdi. Kendi hâlinde her an Allahü teâlâyı hatırlar, hep; "Allah, Allah." derdi. Ne zaman uyku basacak olsa, elinde ateşten mızrak bulunan çok heybetli bir kimse karşısında zuhûr eder. "Allah de!" derdi. Böylece, vücûdundaki bütün zerreler de zikreder hâle gelirdi. Geceleri herkes uyuduktan sonra kalkar ibâdet ederdi. Kendini ayıblı ve kusurlu görmekte, nefse muhâlefet etmekte, nihâyette idi. Tevâzuu çok idi.

Konuşmalarında o, ben ve biz demez, hep onlar yâni o büyükler derdi. Mübârek sözleri o kadar hoş ve tesirli olduğundan; "Ebû Saîd'in sözünün ulaştığı bir yerde, bütün kalbler neş'elenirler." denilmiştir. Aklı, zekâsı, anlayışı, hâfızası fevkalâde idi. Daha çocuk iken otuz bin arabî beyt okuduğu söylenmektedir. Kerâmetleri, hikmetli sözleri her tarafa yayılmıştır. Fakat o, meşhûr olmak, parmakla gösterilmek istemez, bütün hâllerin, İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uymakla kıymetli olacağını söylerdi.

Birgün kendisine; "Filanca kimse su üstünde yürüyor. Buna ne dersiniz?" diye sorulunca; "Bunun kıymeti yoktur. Ördek ve kurbağa da yüzer." dedi. "Filan adam havada uçuyor." dediler. "Sinek ve çaylak da uçuyor. Sinek kadar kıymeti var." dedi. "Filan kimse, bir anda şehirden şehre gidiyor." dediler. "Şeytan da, bir solukta şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin dînimizde kıymeti yoktur. Merd olan, herkesin arasında bulunur. Alış-veriş yapar, evlenir. Fakat, bir an Rabbini unutmaz." buyurdu.

Çocukluğundan beri şu şiiri okurdu:

 

Ben sensiz bir an karar kılamam.

Senin ihsânlarını tek tek sayamam.

 

Bedenimdeki her kıl gelse de dile,

Şükrünün binde birini yapamam bile.

 

Mihene şehri yakınlarında bir dağın yamacında sarp kayalar arasında mağaralar vardı. Onlara bakanın dizinin bağı çözülürdü. Bir gün Ebû Saîd Mîhenî bu mağaralardan birine çıkıp, hemen kenarında namaz kılmaya başladı. Namazdan sonra nefsine; "Ey nefsim! Eğer burada uyursan, kendini aşağıda ölmüş görürsün. Burada Kur'ân-ı kerîmi hatim edinceye kadar uyumak yok." dedi. Sonra Kur'ân-ı kerîm okumaya başladı. Bir müddet sonra uyudu. Uyandığında boşlukta hızla yere inmekte olduğunu gördü. "İmdât!" diye bağırdı. Bu sefer de kendini yukarı çıkar vaziyette gördü. Allahü teâlâ imdâdına yetişmişti.

Ebû Saîd Mihenî, bir mescidde vâz edip, hocasını ilk gördüğü gün kendisine işâret buyurduğu şekilde; "İnsanlara Allahü teâlânın yolunu göstermek için nasîhat ediyordu. Huzûruna gelip tövbe edenlerin sayısı çoktu. Halk kendisini çok sever, mübârek sözlerinden, tatlı sohbetlerinden istifâde etmek için can atarlardı. Ebû Ali Dekkak'ın kızı, Ebû Saîd hazretlerinin vâzına gitmeyi arzu etti. Babası çok arzu ettiğini görünce; "Başına eski bir örtü al, kimse seni tanımasın." diyerek izin verdi. O da babasının dediği gibi giyinerek kadınların bulunduğu üst kata çıkıp oturdu. Ebû Saîd hazretleri vâz ediyordu. Bir ara; "Bu sözü, Ebû Ali Dekkak'tan duydum ve şimdi onun bir parçası buradadır." buyurdu. Bu sözü duyan kız, kendisinden geçip üst kattan aşağı düştü. Ebû Saîd hazretleri; "Yâ Rabbî! Bu hanımı tekrar eski yerine çıkar!" buyurdu.O anda kız hava boşluğunda yukarı doğru çıkmaya başladı. İkinci katın hizâsına gelince havada kaldı. Kadınlar çekip yanlarına aldılar.

Onu sevenler kullandığı eşyâlardan bir şeyi yanlarında bulundurup bereketlenmek için çok gayret ederlerdi.Hattâ bir gün, elinden düşen bir karpuz kabuğu yirmi altına satılmıştı.

Kendisini tanıyamadıkları için, büyüklüğünü inkâr edenler oldu ise de, bunların çoğu hatâlarını anlayıp tövbe ettiler. Büyüklüğünü inkâr edenlerin sözleri, hakâretleri kendisine ulaştıkça gizliden bir ses; "Rabbin sana kâfi değil mi?" (Fussilet sûresi: 53) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okurdu.

Ebû Saîd'i çekemiyen, büyüklüğünü inkâr edenlerden, kendisine hakârette daha ileri gidip, çok lânet eden, Ebû Hasan Tûnî isminde biri vardı. Bu kişinin Ebû Saîd'e olan hürmetsizliği o kadar fazla idi ki, Ebû Saîd'in bulunduğu mahalleye bile girmezdi. Ebû Saîd bir gün; "Atımı eyerleyip hazırlayınız. Ebû Hasan Tûnî'nin yanına gideceğiz." buyurdu. Bir çokları bunun hikmetini anlayamayıp hayret ettiler. O gerçekten bizim yanlış yolda olduğumuzu zannediyor ve Allah rızâsı için, yanlışa lânet ediyorsa bu lânet sebebiyle Allahü teâlâ ona rahmet eder." buyurdu. Talebelerinden bir kaç kişi ile yola çıktılar. O kimsenin bulunduğu yere yaklaşınca, talebelerden birini gönderip, kendisiyle görüşmek için geldiğini haber verdi. Ebû Hasan Tûnî bu hâli haber alınca; "Onun burada ne işi var. O, kiliseye gitsin. Onun yeri orasıdır." dedi. O talebe mecbûren bu haberi hocasına getirince, "Bismillah! Mâdem ki öyle diyor, biz de oraya gideriz." buyurup kiliseye gittiler. O sırada kilisede hıristiyanlar âyin için toplanmışlardı. Acabâ niye geldi diye merak edip onun etrafında toplandılar. İçeri girdi. Duvarda, Îsâ aleyhisselâmın ve hazret-i Meryem'in resimleri diye çizilmiş iki büyük tablo vardı. Ebû Saîd resimlere bakıp; "Ey Meryem oğlu Îsâ! Allah'ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin diye insanlara sen mi söyledin?" (Mâide sûresi: 116) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve "Muhammed aleyhisselâmın dîni hak ise, şu anda bu iki resim de secde etsinler." buyurdu. Allahü teâlânın izni ile o iki resim yere düştü. Yüzleri Kâbe tarafında olup, secde hâlini aldılar. Orada bulunan hıristiyanlar feryâd ettiler. Kırk tânesi hemen Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Bu hâl, Ebû Hasan Tûnî'ye ulaşınca hatâsını anlayıp, pişman oldu, tövbe etti. Hemen Ebû Saîd hazretlerinin yanına gelip özür diledi ve sâdık talebelerinden oldu.

Bir gün Ebû Saîd Mîhenî, talebelerinden Hasan Müeddeb'i yanına çağırarak; "Dışarı çık. Sağ elini aç. Önüne kim çıkarsa, elini ona uzat ve; "Neyin varsa buraya koy!" de" diye emretti. Hasan Müeddeb bu emir üzerine dışarı çıktı. Yolda bir mecûsî ile karşılaştı. Ona yaklaşıp, elini uzatarak, hocasının emrini yerine getirdi. Mecûsî; "Önce bir müslüman olayım. Beni hocanın huzûruna götür." dedi.Ebû Saîd Mîhenî'nin huzûruna varınca; "Efendim! Banaİslâmı anlatınız." dedi. Ebû Saîd Mîhenî ona İslâmı anlattı. Mecûsî anlatılanları dinledikten sonra müslüman oldu ve sâhib olduğu her şeyi hocasının hizmetine sarfetti.

Ebû Saîd Mîhenî, Nişâbur'da bulunuyordu. Sultan Tuğrul'un vezîri Ebû Mansûr vefâtına yakın hastalandı. Bu sırada Ebû Saîd Mîhenî ile İmâm-ı Kuşeyrî'yi yanına dâvet etti ve; "Sizi çok severim. Size çok yardımlarım oldu. Şimdi ise, sizden bir dileğim var. Vefât ettiğimde, cenâzemde bulunup, defnolunduktan sonra hizmetinizle, suâl meleklerinin sorgusundan kurtuluncaya kadar, kabrimin başında kalınız." dedi. Her ikisi de, bu ricâsını kabûl ettiler. Vezir Ebû Mansûr vefât edince, ikisi de cenâzesinde hazır bulundular. Definden sonra İmâm-ı Kuşeyrî, Ebû Saîd Mîhenî'ye; "Ben cemâatle gideyim. Siz artık vezirin vasiyetini yerine getirirsiniz." dedi. Ebû Saîd seccâdesini serip, bir müdded kabrin başında bekledi. Sonraİmâm-ı Kuşeyrî'nin yanına varınca; "Vezirin vasiyetini yerine getirdiniz mi?" diye sordu. Ebû Saîd Mîhenî; "Vezir defnolununca, iki suâl meleği geldiler. Birisi suâl sormaya başlayınca, diğeri ona; "Görmüyor musun? Kabrin başında kim oturuyor." dedi. Bunun üzerine kalkıp gittiler. Onlar gidince ben de kalkıp geldim." dedi.

Gencin birisi, ticâret için bir kervan ile sefere çıkmıştı. Çok uykusuz olduğu için, kervanın konakladığı bir yerde istirâhat edip, sonra yola devâm etmeyi düşündü. Kervan mola verince, yolun kenarına uzandı. Uyuya kalmıştı. Uyandığında vaktin çok geçmiş, yol arkadaşlarının çoktan gitmiş olduklarını anladı. Issız sahrada, arkadaşlarının izlerini de bulamadı. Ne tarafa gittiğini bilmez bir hâlde koştu. Fakat kimseyi bulamadı. Bilmediği bir tarafa doğru gitmeye başladı. Sıcak bastırmış, açlık ve harâret başlamıştı. Sabretti. Ertesi gün oldu. Buralarda kalıp öleceğini anladı. Bu sırada son bir ümit ile etrâfı gözetledi. Çok uzaklarda bir yeşillik vardı. Bütün gücünü toparlayıp oraya koştu. Çeşme vardı. Hemen abdest alıp namaz kıldı. Biraz bekledi. Öğle vakti olmuştu. Uzaklardan, birisi geldi. Uzun boylu, heybetli, gür sakallı, beyaz tenli, çok hoş biriydi. Abdest aldı. Namaz kıldı ve gitti. Genç, kendisi ile konuşmaya cesâret edemedi. İkindi vakti olunca o zât gene geldi. Namazdan sonra genç ona hâlini anlatıp, kendisinden yardım istedi. Bu esnâda bir arslan geldi. O zât, arslanın kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Sonra da genci arslanın sırtına bindirip; "Gözlerini kapa! Arslan nerede durursa, orada inersin" dedi. Genç; "Peki." deyip ayrıldı. Bir miktar gidince arslan durdu. Genç de indi. Gözlerini açınca arslanın gittiğini gördü. Memleketi olan Buhârâ'ya gelmişti. Birkaç gün sonra,Ebû Saîd hazretlerinin Buhârâ'ya geldiğini haber aldı. Kendisini merak edip görmek istedi. Bir de baktı ki, kendisini arslana bindiren zât idi. O gence dönerek; "Hayatta olduğum müddetçe bu sırrı hiç kimseye söyleme." buyurdu.

Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr hazretlerinin bir oğlu vardı. Küçük iken mektebe gitmekten çok çekinir, korkardı. Bir günEbû Saîd; "Talebelerin geldiğini haber veren kimsenin her arzusunu yerine getireceğim." buyurdu. Bu sözü duyan oğlu hemen dama çıkıp misâfirleri gözetledi. Bir zaman sonra, beklenen misafirlerin gelmekte olduğunu görüp, hemen babasına haber verdi. Babası; "Ne dilersen dile!" buyurdu. "Beni mektebe gönderme!" dedi. Ebû Saîd; "Peki gitme." buyurdu. Çocuk; "Hiç gitmiyeyim mi?" dedi. Ebû Saîd başını eğip, bir müddet düşündükten sonra; "Hiç gitme. Ama Fetih sûresini mutlaka ezberle." buyurdu. Çocuk sevinerek kabûl etti. Kısa zamanda Fetih sûresini ezberledi.

Ebû Saîd'in vefâtından sonra, Ebû Tâhir adındaki bu oğlu çok fakir ve borçlu oldu. İsfehan hâkimi Hâce Nizâm-ül-mülk'ün yanına gitti. Hâkim kendisini tanıdığı için, çok izzet ve ikrâmda bulunup hürmet etti. İhtiyaçlarını temin etti.Ebû Tâhir'i sevmeyen bir kimse bu durumu görünce; "Öyle birine yardım yapıyorsun ki, dînî ilimlerden haberi yok, Kur'ân-ı kerîm okumasını dahi bilmiyor." dedi. Hâce Nizâm-ül-mülk buna üzülüp; "Onu çağıralım. Senin istediğin bir sûreyi okusun, eğer okuyamazsa, o zaman senin söylediklerini kabûl ederim. Biz kendisini din işleriyle, dîne hizmetle meşgûl olarak tanıyoruz." dedi.

Büyük zâtların bulunduğu bir meclise Ebû Tâhir'i çağırdılar. Nizâm-ül-mülk o kimseye dönerek; "Hangi sûreyi okumasını istiyorsun?" diye sordu. O da; "Fetih sûresini okusun." dedi. Ebû Tâhir ağlıyarak Fetih sûresini okudu. O iddiâcı kimse mahcûb, Nizâm-ül-mülk çok memnun oldu.Nizâm-ül-mülk, Kur'ân-ı kerîmi okurken ağlayıp çok gözyaşı dökmesinin sebebini sordu. O da babasının kendisine Fetih sûresini ezberlemesini söylediği hâdiseyi anlatınca, Nizam-ül-mülk; "Öyle büyük bir zât ki, evlâdının yetmiş sene sonra karşılaşacağı sıkıntının çâresini tâ o zamandan bildiriyor. O zâtın derecesini anlamaktan biz âciziz." dedi. Bundan sonra o büyüklere olan muhabbeti daha da arttı.

Şu rubâîyi Ebû Saîd söylemiştir:

 

"Nefsine uymak doğru değildir elbet,

Bas nefse ayağını, himmeti yükselt.

 

Ey dost, Allah yolunda çok eyle gayret,

Yılanla ol da, nefsinle etme sohbet."

 

Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr buyurdu ki:

"Tasavvuf; başındaki sevdayı atmak, elindeki dünyâyı dağıtmak ve vâki olanda karar kılmaktır."

"Allah bâkî ve kâfidir. O'ndan başkası boştur. O'ndan gayri her şeyden nefsini uzak eyle!"

"Allahü teâlâ ile kul arasında perde, yer ve gök değildir. Arş ve Kürsî de değildir. Perde, insanın benliğidir. Bu aradan kaldırılırsa Allah'a kavuşulur."

"Zikr, Allahü teâlâyı anıp, hatırlamak, O'ndan başkasını unutmaktır."

"Allahü teâlâdan ihlâsı, her şeyi O'nun rızâsı için yapmayı isteyiniz. İhlâsta, dünyâ ve âhirette kurtuluş vardır."

"Vakit, iki nefes arasındadır. Biri geçti biri henüz gelmedi. O halde dün gitti, yarın nerede. Gün bugündür. Vakit keskin bir kılıçtır."

"Kim kendini iyi zannederse o kendisini bilmiyordur."

"Kul, Allahü teâlâ için neyi terk ederse, Allahü teâlâ ona karşılık daha hayırlısını verir."

"Kişinin helâkı, Allahü teâlâdan başkasına gönül bağladığı şeydir."

 

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

HELÂL OLAN, HELÂL YİYENLERE GELİR

Ebû Saîd Mîhenî'nin büyüklüğünü inkâr edenlerden biri, Ebû Saîd'in; "Âlemde hiç kimse helâl lokma bulamayıp haram yese, biz haram yemeyiz." sözünü duymuştu. Kendisini imtihân etmek istedi. Helâl para ile bir oğlak satın aldı. Haram para ile de, birincisine çok benzeyen başka bir oğlak aldı. Bunları kızarttırıp, hizmetçisi ile Ebû Saîd'e gönderdi.Kendisi de önden gidip, onların bulunduğu yerde oturdu. Hizmetçi kızarmış oğlakları getirirken karşısına iki sarhoş çıkıp, haram para ile alınan oğlağın bulunduğu tepsiyi alıp yediler. Hizmetçi, elinde kalan ve helâl lokma ile alınmış olan oğlağı, Ebû Saîd'in önüne koydu. Oğlakları gönderen kimse durumu öğrenip anlayınca, sarhoşlara çok kızdı. Fakat bu hâlini açıktan belli etmedi. Sonra Ebû Saîd dönerek; "Kendini boşuna üzme! Haram olan köpeklere gider, helâl olan da helâl yiyenlere gelir." buyurdu. O kimse çok mahcûb olup hâline tövbe etti ve bu hâdiseden sonra bir daha aleyhinde bulunmadı.

 

VAKTİ SAATİ GELİNCE OLUR

Müslümanlardan birinin yahûdî bir ortağı vardı. Ortağını ne kadar İslâma dâvet etti ise, müslümanlığı kabûl etmedi. Hattâ bu ortağına; "Eğer müslüman olursan, malımın üçte birini sana veririm." dedi. Yahûdî yine kabûl etmedi. O müslüman başka bir gün; "Eğer müslüman olursan, malımın yarısını sana veririm." demesine rağmen yine kabûl etmedi. Müslüman tüccar bir süre sonra; "Eğer müslüman olursan, malımın üçte ikisini sana veririm." dedi.Yahûdî yine kabûl etmedi. Müslüman tüccar artık ortağının müslüman olmasından ümidini kesmişti. O müslüman, bir gün Ebû Saîd Mîhenî'nin dergâhının yanından geçiyordu.Yahûdî ortağı da yanında idi. Bu sırada dergâha girdi. Ebû Saîd Mîhenî bu sırada sohbet ediyordu. Yahûdî ortağı da kendi kendine; "Ben de mescide gireyim, bir dinleyeyim, bakalım neler anlatıyor. Onun halk arasında kabûl görmesinin sebebi nedir bir göreyim? Yahûdî olduğuma dâir üzerimde her hangi bir işâret olmadığı için beni nasıl olsa tanımaz." dedi. Yahûdî, gizlenerek mescide girdi. Bir direğin arkasına oturdu. Ebû Saîd Mîhenî sohbet esnâsında bir ara yahûdînin arkasında oturduğu direğe doğru dönerek; "Ey yahûdî! Direğin arkasında ne kadar kendini gizlemeye çalışsan da gizlenemezsin." dedi. Yahûdî gayri ihtiyârî ayağa kalktı.Ebû Saîd Mîhenî'nin yanına vardı. Ebû Saîd hazretleri ona müslüman olmasını söyleyince, bu dâveti kabûl edip, müslüman oldu.Ebû Saîd hazretleri ona; "Şimdi ortağının yanına git. Sana müslümanlığı öğretsin. İşler vakti zamânı gelince olur. Ondan önce olmaz. Zamânı gelince müslüman olmak için malın üçte birine, yarısına ve üçte ikisini vermeye hâcet kalmaz." buyurdu.

 

HAYRET ETTİM

Hucvirî Keşf-ül-Mahcûb isimli eserinde şöyle anlatıyor: "Mihene şehrinde, Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr'ın türbesinde bulunuyordum. Türbenin üzerinde bir kumaş parçası vardı. Beyaz bir güvercin uçarak gelip o kumaşın altına girdi. Herhalde bir şeyden kaçıyordu.Onun için oraya gizlendi diye düşündüm. Biraz sonra merakım arttı. Kumaşı kaldırdığımda güvercin yoktu.Hayret ettim. Ertesi ve daha sonraki gün bu hâdise tekrar etti. Hikmeti nedir? diye düşünürken, bir gece rüyâmda Ebû Saîd'i gördüm. Gördüğüm hâdiseyi kendisine sordum. "O güvercin, amellerimin safâsıdır. Her gün kabrime gelip bana nedîm (sohbet arkadaşı) olur." buyurdu. Anladım ki, o büyük zâtın güzel amelleri, beyaz bir güvercin şeklinde kabrine geliyor ve kendisi ile tatlı tatlı sohbet ediyorlar."

 

KAYNAKLAR

1) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.270

2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.295

3) Nefehât-ül-Üns; s.339

4) Firdevs-ül-Mürşidiyye; s.76, 293

5) Sefînet-ül-Evliyâ; s.162

6) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.228

7) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.4, s.10

8) Keşf-ül-Mahcûb; s.224

9) Persian Literatüre; c.2, s.928

10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.86