|
EBÛ SAÎD EBÜ'L-HAYR
Türkistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Ahmed lakabı Fadlullah'dır.
Babasının ismi Ebü'l-Hayr Muhammed'dir. Ebû Saîd adı ile meşhûr oldu. Babası
verâ sâhibi dindar bir zât idi. 967 (H.357) senesinde Horasan bölgesinde Serahs
ileEbyurd arasında yer alan Meyhene (Mihene) şehrinde doğdu. 1049 (H.440)
senesinde aynı yerde vefât etti.
Ebû Saîd küçük yaşta
babasının yanında velî zâtların sohbetlerine giderdi. Kur'ân-ı kerîm okumaya
başladığı zaman babası onu Cumâ namazlarına götürmeye başladı. Bir seferinde
yolda zamânın büyük âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden Ebü'l-Kâsım Bişr ile
karşılaştılar. Ebü'l-Kâsım onları görünce, Ebü'l-Hayr Muhammed'e; "Bu çocuk
kimindir?" diye sordu. "Bizimdir." cevâbını verdi.Bunun üzerine gözleri dalan
Ebü'l-Kâsım; "Evliyâlık makâmının boş kalacağını, bu dervişlerin, talebelerin
bizden sonra zâyi olacaklarını görürken bu dünyâdan gönül huzûru ile nasıl
ayrılabilirim. Şimdi bu çocuğu görünce gönlüm rahatladı. Zîrâ velîlik makâmı
buna nasîb olacak. Namazdan çıkınca, çocuğu bizim yanımıza getir." dedi.
Namazdan çıkınca Ebü'l-Kâsım Bişr'in yanına gittiler. O büyük zât Ebû Saîd'in
babasına; "Ebû Saîd'i tutuver. Şu yüksekçe yerde ekmek vardır. Onu uzanıp
alsın." dedi. Babası kaldırınca, Ebû Saîd oradan ekmeği aldı. Ekmek arpadan
olup, sıcaktı. Sıcaklığını elinde hissediyordu. Ebü'l-Kâsım ekmeği alıp,
yarısını Ebû Saîd'e verdi ve; "Ye!" dedi. Yarısını da kendisi yedi. Bunun
üzerine babası; "Efendim bu ekmekten bana vermeyişinizin hikmeti nedir?" diye
sordu.Ebü'l-Kâsım Bişr; "Ey Ebü'l-Hayr! O ekmeği otuz sene önce oraya koymuştum.
Bize; insanların mânen ihyâsı, irşadları, doğru yolu bulmaları bu ekmeğin elinde
sıcak olduğu kimse ile olacaktır." diye bildirildi. Müjdelenen kimse senin bu
çocuğundur." buyurdu. Sonra Ebû Saîd'e dönerek; "Bu kelimeleri hâtırında tut.
Dâimâ söyle. Sübhâneke ve bi hamdike alâ hilmike ba'de ilmike subhâneke ve
bihamdike alâ afvike ba'de kudretike." Ebû Saîd Mîhenî bu sözleri ezberleyip
devamlı söylerdi.
Ebü'l-Kâsım Bişr'in sohbetlerine giden babası, yanında Ebû Saîd'i de götürürdü.
Bir gün Ebü'l-Kâsım Bişr; "Ey Ebû Saîd! Tamâ ve dünyâya düşkünlükten kurtulmaya
gayret et. Çünkü insanda tamâ varken, ihlâs yâni herşeyi Allah için yapma arzusu
bulunmaz. Kulluk, ihlâs ile olur. Şu hadîs-i kudsîyi unutma! Allahü teâlâ mîrâc
gecesi Resûlullah efendimize buyurdu
ki: "Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi başka şeyle yaklaşamaz.
Kulum nâfile ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir,
benimle görür, benimle her şeyi tutar, benimle yürür. Benden her ne isterse
veririm. Bana sığınınca onu korurum."
Ebû Saîd Mîhenî'nin babası
ile Sultan Gazneli Mahmûd birbirlerini çok severlerdi. Babası Meyhene'de bir
köşk yaptırdı. Günümüzde Üç Şeyhin Sarayı diye meşhurdur. Sarayın duvarına
Sultan Mahmûd'un komutanlarının, fillerinin ve gemilerinin isimlerini yazdırdı.
Küçük bir çocuk olan Ebû Saîd, babasına; "Bu köşkte bana âid bir yer tahsis et."
dedi. Babası sarayın üst katında ona bir yer yaptırdı. Tamamlanınca, Ebû Saîd
oranın duvar ve tavanına hep Allahü teâlânın ism-i şerîfinin yazılmasını
emretti. Bunu gören babası; "Oğlum! Böyle ne yapıyorsun?" diye sorunca; "Herkes
kendi evinin duvarlarına kendi emirinin ismini yazıyor. Ben de Rabbimin ism-i
şerîfini yazdırıyorum." dedi. Onun bu sözleri babasının çok hoşuna gitti. Hemen
köşkün duvarlarına yazdırdıklarının hepsini sildirdi.
Ebû Saîd Mîhenî'nin babası
her gece yatsıyı kılıp eve geldikten sonra sokak kapısını açılmasın diye
zincirle bağlardı. Sonra herkes uyuduktan sonra yatardı. Bir gece yarısı uyandı.
Ebû Saîd'in evde olmadığını fark etti. Bütün köşkü aradı. Köşkün kapısına
baktığında zincir de yoktu. Yatağına yattı. İmsak vakti Ebû Saîd Mîhenî'nin
köşkün kapısından içeri yavaşça girip, zinciri yerine bağlayıp, odasına
çıktığını fark etti. Babası birkaç gece oğlunu tâkib etti. Her akşam aynı şeyi
yapıyordu. Bir gece babası dayanamayarak, onu tâkib etti. Ebû Saîd Mîhenî eski
bir dergâha vardı. Babası da dergâhın damına çıktı. Ebû Saîd, dergâhın mescid
kısmında Kur'ân-ı kerîm okumaya başladı. Sehere kadar okuyup, hatmetti. Sonra
abdest tâzelemek için hazırlık yaptığı sırada babası hemen saraya döndü. Ebû
Saîd her zamanki gibi eve dönüp, yattı. Sabah namazı vaktinde babası hiçbir şey
bilmiyormuş gibi kaldırır, berâberce namaza giderlerdi. Bu işe uzun müddet devâm
etti.
Fıkıh ilmini, Merv
şehrinde, Şâfiî fıkıh âlimlerinden Ebû Abdullah el-Husrî'den öğrendi. Onun
vefâtından sonra Ebû Bekr-i Kaffâl'dan ders aldı. Merv şehrinde ilim öğrenmek
için on sene kaldıktan sonra, Serahs şehrine geldi.Yüksekçe bir tepe üzerinde
Lokmân-ı Mecnûn'u gördü. Yanına gitti, kaftanını yamıyordu. Ebû Saîd onu
seyrederken kendi gölgesi, Lokmân'ın kaftanının üzerine düşüyordu. Lokmân-ı
Mecnûn, yamayı kaftanına dikince buyurdu ki: "Ey Ebû Saîd! Biz seni bu yama ile
bu kaftana diktik." Sonra elinden tutup, Ebü'l-Fadl-ı Serahsî hazretlerinin
huzûruna götürdü. Ona; "Ey Ebü'l-Fadl! Bunu sakla, bu sizdendir." dedi. Ebü'l-Fadl-ı
Serahsî, Ebû Saîd'in elinden tutup yanına oturttu ve; "Maksadımız, insanlara
Allahü teâlânın yolunu göstermektir. İnsanlara gönderilen yüz yirmi dörtbinden
ziyâde peygamber, onlara "Allah" dedirtmek ve O'na ibâdet ettirmek için
geldiler." buyurdu. Ebû Saîd, Ebü'l-Fadl'ın kalblere hayat veren bu güzel
sözlerini, kendinden geçmiş bir hâlde dinledi. Ebü'l-Fadl, kendisini talebeliğe
kabûl etti ve;
"Kendinden geçerek geri kalma amelden,
Bu büyük
devleti, sakın çıkarma elden."
buyurdu.
Ebû Saîd Mîhenî tasavvufta
çok yüksek mertebeye ulaştı. Zamanındaki bütün evliyânın sultânı, baş tâcı oldu.
Bütün müslümanların matlûbu, sevdiği idi. Tasavvuf yolunun bütün inceliklerine
vâkıf olup, ayrıca; fıkıh, tefsîr, hadîs ve başka ilimlerde de çok yüksek âlim
idi. Oruç tutulması câiz olmayan günler hâriç, senenin bütün günlerini oruçlu
geçirirdi. Sâde bir ekmek ile iftar eder, gece gündüz ibâdetle meşgûl olurdu.
Bütün ibâdetlerde, bilhassa namaz husûsunda çok hassas ve ihtiyatlı hareket
eder, her namaz için guslederdi. Kendi hâlinde her an Allahü teâlâyı hatırlar,
hep; "Allah, Allah." derdi. Ne zaman uyku basacak olsa, elinde ateşten mızrak
bulunan çok heybetli bir kimse karşısında zuhûr eder. "Allah de!" derdi.
Böylece, vücûdundaki bütün zerreler de zikreder hâle gelirdi. Geceleri herkes
uyuduktan sonra kalkar ibâdet ederdi. Kendini ayıblı ve kusurlu görmekte, nefse
muhâlefet etmekte, nihâyette idi. Tevâzuu çok idi.
Konuşmalarında o, ben ve biz demez, hep onlar yâni o büyükler derdi. Mübârek
sözleri o kadar hoş ve tesirli olduğundan; "Ebû Saîd'in sözünün ulaştığı bir
yerde, bütün kalbler neş'elenirler." denilmiştir. Aklı, zekâsı, anlayışı,
hâfızası fevkalâde idi. Daha çocuk iken otuz bin arabî beyt okuduğu
söylenmektedir. Kerâmetleri, hikmetli sözleri her tarafa yayılmıştır. Fakat o,
meşhûr olmak, parmakla gösterilmek istemez, bütün hâllerin, İslâmiyetin emir ve
yasaklarına tam uymakla kıymetli olacağını söylerdi.
Birgün kendisine; "Filanca
kimse su üstünde yürüyor. Buna ne dersiniz?" diye sorulunca; "Bunun kıymeti
yoktur. Ördek ve kurbağa da yüzer." dedi. "Filan adam havada uçuyor." dediler.
"Sinek ve çaylak da uçuyor. Sinek kadar kıymeti var." dedi. "Filan kimse, bir
anda şehirden şehre gidiyor." dediler. "Şeytan da, bir solukta şarktan garba
gidiyor. Böyle şeylerin dînimizde kıymeti yoktur. Merd olan, herkesin arasında
bulunur. Alış-veriş yapar, evlenir. Fakat, bir an Rabbini unutmaz." buyurdu.
Çocukluğundan beri şu şiiri okurdu:
Ben
sensiz bir an karar kılamam.
Senin
ihsânlarını tek tek sayamam.
Bedenimdeki her kıl gelse de dile,
Şükrünün binde birini yapamam bile.
Mihene şehri yakınlarında
bir dağın yamacında sarp kayalar arasında mağaralar vardı. Onlara bakanın
dizinin bağı çözülürdü. Bir gün Ebû Saîd Mîhenî bu mağaralardan birine çıkıp,
hemen kenarında namaz kılmaya başladı. Namazdan sonra nefsine; "Ey nefsim! Eğer
burada uyursan, kendini aşağıda ölmüş görürsün. Burada Kur'ân-ı kerîmi hatim
edinceye kadar uyumak yok." dedi. Sonra Kur'ân-ı kerîm okumaya başladı. Bir
müddet sonra uyudu. Uyandığında boşlukta hızla yere inmekte olduğunu gördü.
"İmdât!" diye bağırdı. Bu sefer de kendini yukarı çıkar vaziyette gördü. Allahü
teâlâ imdâdına yetişmişti.
Ebû Saîd Mihenî, bir
mescidde vâz edip, hocasını ilk gördüğü gün kendisine işâret buyurduğu şekilde;
"İnsanlara Allahü teâlânın yolunu göstermek için nasîhat ediyordu. Huzûruna
gelip tövbe edenlerin sayısı çoktu. Halk kendisini çok sever, mübârek
sözlerinden, tatlı sohbetlerinden istifâde etmek için can atarlardı. Ebû Ali
Dekkak'ın kızı, Ebû Saîd hazretlerinin vâzına gitmeyi arzu etti. Babası çok arzu
ettiğini görünce; "Başına eski bir örtü al, kimse seni tanımasın." diyerek izin
verdi. O da babasının dediği gibi giyinerek kadınların bulunduğu üst kata çıkıp
oturdu. Ebû Saîd hazretleri vâz ediyordu. Bir ara; "Bu sözü, Ebû Ali Dekkak'tan
duydum ve şimdi onun bir parçası buradadır." buyurdu. Bu sözü duyan kız,
kendisinden geçip üst kattan aşağı düştü. Ebû Saîd hazretleri; "Yâ Rabbî! Bu
hanımı tekrar eski yerine çıkar!" buyurdu.O anda kız hava boşluğunda yukarı
doğru çıkmaya başladı. İkinci katın hizâsına gelince havada kaldı. Kadınlar
çekip yanlarına aldılar.
Onu sevenler kullandığı
eşyâlardan bir şeyi yanlarında bulundurup bereketlenmek için çok gayret
ederlerdi.Hattâ bir gün, elinden düşen bir karpuz kabuğu yirmi altına
satılmıştı.
Kendisini tanıyamadıkları için, büyüklüğünü inkâr edenler oldu ise de, bunların
çoğu hatâlarını anlayıp tövbe ettiler. Büyüklüğünü inkâr edenlerin sözleri,
hakâretleri kendisine ulaştıkça gizliden bir ses;
"Rabbin sana kâfi değil mi?" (Fussilet sûresi: 53) meâlindeki âyet-i
kerîmeyi okurdu.
Ebû Saîd'i çekemiyen,
büyüklüğünü inkâr edenlerden, kendisine hakârette daha ileri gidip, çok lânet
eden, Ebû Hasan Tûnî isminde biri vardı. Bu kişinin Ebû Saîd'e olan
hürmetsizliği o kadar fazla idi ki, Ebû Saîd'in bulunduğu mahalleye bile
girmezdi. Ebû Saîd bir gün; "Atımı eyerleyip hazırlayınız. Ebû Hasan Tûnî'nin
yanına gideceğiz." buyurdu. Bir çokları bunun hikmetini anlayamayıp hayret
ettiler. O gerçekten bizim yanlış yolda olduğumuzu zannediyor ve Allah rızâsı
için, yanlışa lânet ediyorsa bu lânet sebebiyle Allahü teâlâ ona rahmet eder."
buyurdu. Talebelerinden bir kaç kişi ile yola çıktılar. O kimsenin bulunduğu
yere yaklaşınca, talebelerden birini gönderip, kendisiyle görüşmek için
geldiğini haber verdi. Ebû Hasan Tûnî bu hâli haber alınca; "Onun burada ne işi
var. O, kiliseye gitsin. Onun yeri orasıdır." dedi. O talebe mecbûren bu haberi
hocasına getirince, "Bismillah! Mâdem ki öyle diyor, biz de oraya gideriz."
buyurup kiliseye gittiler. O sırada kilisede hıristiyanlar âyin için
toplanmışlardı. Acabâ niye geldi diye merak edip onun etrafında toplandılar.
İçeri girdi. Duvarda, Îsâ
aleyhisselâmın ve hazret-i Meryem'in resimleri diye çizilmiş iki büyük tablo
vardı. Ebû Saîd resimlere bakıp; "Ey Meryem oğlu Îsâ! Allah'ı bırakıp da beni
ve annemi iki ilâh edinin diye insanlara sen mi söyledin?" (Mâide sûresi:
116) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve "Muhammed aleyhisselâmın dîni hak ise,
şu anda bu iki resim de secde etsinler." buyurdu. Allahü teâlânın izni ile o iki
resim yere düştü. Yüzleri Kâbe tarafında olup, secde hâlini aldılar. Orada
bulunan hıristiyanlar feryâd ettiler. Kırk tânesi hemen Kelime-i şehâdet getirip
müslüman oldu. Bu hâl, Ebû Hasan Tûnî'ye ulaşınca hatâsını anlayıp, pişman oldu,
tövbe etti. Hemen Ebû Saîd hazretlerinin yanına gelip özür diledi ve sâdık
talebelerinden oldu.
Bir gün Ebû Saîd Mîhenî,
talebelerinden Hasan Müeddeb'i yanına çağırarak; "Dışarı çık. Sağ elini aç.
Önüne kim çıkarsa, elini ona uzat ve; "Neyin varsa buraya koy!" de" diye
emretti. Hasan Müeddeb bu emir üzerine dışarı çıktı. Yolda bir mecûsî ile
karşılaştı. Ona yaklaşıp, elini uzatarak, hocasının emrini yerine getirdi.
Mecûsî; "Önce bir müslüman olayım. Beni hocanın huzûruna götür." dedi.Ebû Saîd
Mîhenî'nin huzûruna varınca; "Efendim! Banaİslâmı anlatınız." dedi. Ebû Saîd
Mîhenî ona İslâmı anlattı. Mecûsî anlatılanları dinledikten sonra müslüman oldu
ve sâhib olduğu her şeyi hocasının hizmetine sarfetti.
Ebû Saîd Mîhenî,
Nişâbur'da bulunuyordu. Sultan Tuğrul'un vezîri Ebû Mansûr vefâtına yakın
hastalandı. Bu sırada Ebû Saîd Mîhenî ile İmâm-ı Kuşeyrî'yi yanına dâvet etti
ve; "Sizi çok severim. Size çok yardımlarım oldu. Şimdi ise, sizden bir dileğim
var. Vefât ettiğimde, cenâzemde bulunup, defnolunduktan sonra hizmetinizle, suâl
meleklerinin sorgusundan kurtuluncaya kadar, kabrimin başında kalınız." dedi.
Her ikisi de, bu ricâsını kabûl ettiler. Vezir Ebû Mansûr vefât edince, ikisi de
cenâzesinde hazır bulundular. Definden sonra İmâm-ı Kuşeyrî, Ebû Saîd Mîhenî'ye;
"Ben cemâatle gideyim. Siz artık vezirin vasiyetini yerine getirirsiniz." dedi.
Ebû Saîd seccâdesini serip, bir müdded kabrin başında bekledi. Sonraİmâm-ı
Kuşeyrî'nin yanına varınca; "Vezirin vasiyetini yerine getirdiniz mi?" diye
sordu. Ebû Saîd Mîhenî; "Vezir defnolununca, iki suâl meleği geldiler. Birisi
suâl sormaya başlayınca, diğeri ona; "Görmüyor musun? Kabrin başında kim
oturuyor." dedi. Bunun üzerine kalkıp gittiler. Onlar gidince ben de kalkıp
geldim." dedi.
Gencin birisi, ticâret
için bir kervan ile sefere çıkmıştı. Çok uykusuz olduğu için, kervanın
konakladığı bir yerde istirâhat edip, sonra yola devâm etmeyi düşündü. Kervan
mola verince, yolun kenarına uzandı. Uyuya kalmıştı. Uyandığında vaktin çok
geçmiş, yol arkadaşlarının çoktan gitmiş olduklarını anladı. Issız sahrada,
arkadaşlarının izlerini de bulamadı. Ne tarafa gittiğini bilmez bir hâlde koştu.
Fakat kimseyi bulamadı. Bilmediği bir tarafa doğru gitmeye başladı. Sıcak
bastırmış, açlık ve harâret başlamıştı. Sabretti. Ertesi gün oldu. Buralarda
kalıp öleceğini anladı. Bu sırada son bir ümit ile etrâfı gözetledi. Çok
uzaklarda bir yeşillik vardı. Bütün gücünü toparlayıp oraya koştu. Çeşme vardı.
Hemen abdest alıp namaz kıldı. Biraz bekledi. Öğle vakti olmuştu. Uzaklardan,
birisi geldi. Uzun boylu, heybetli, gür sakallı, beyaz tenli, çok hoş biriydi.
Abdest aldı. Namaz kıldı ve gitti. Genç, kendisi ile konuşmaya cesâret edemedi.
İkindi vakti olunca o zât gene geldi. Namazdan sonra genç ona hâlini anlatıp,
kendisinden yardım istedi. Bu esnâda bir arslan geldi. O zât, arslanın kulağına
eğilip bir şeyler söyledi. Sonra da genci arslanın sırtına bindirip; "Gözlerini
kapa! Arslan nerede durursa, orada inersin" dedi. Genç; "Peki." deyip ayrıldı.
Bir miktar gidince arslan durdu. Genç de indi. Gözlerini açınca arslanın
gittiğini gördü. Memleketi olan Buhârâ'ya gelmişti. Birkaç gün sonra,Ebû Saîd
hazretlerinin Buhârâ'ya geldiğini haber aldı. Kendisini merak edip görmek
istedi. Bir de baktı ki, kendisini arslana bindiren zât idi. O gence dönerek;
"Hayatta olduğum müddetçe bu sırrı hiç kimseye söyleme." buyurdu.
Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr
hazretlerinin bir oğlu vardı. Küçük iken mektebe gitmekten çok çekinir,
korkardı. Bir günEbû Saîd; "Talebelerin geldiğini haber veren kimsenin her
arzusunu yerine getireceğim." buyurdu. Bu sözü duyan oğlu hemen dama çıkıp
misâfirleri gözetledi. Bir zaman sonra, beklenen misafirlerin gelmekte olduğunu
görüp, hemen babasına haber verdi. Babası; "Ne dilersen dile!" buyurdu. "Beni
mektebe gönderme!" dedi. Ebû Saîd; "Peki gitme." buyurdu. Çocuk; "Hiç gitmiyeyim
mi?" dedi. Ebû Saîd başını eğip, bir müddet düşündükten sonra; "Hiç gitme. Ama
Fetih sûresini mutlaka ezberle." buyurdu. Çocuk sevinerek kabûl etti. Kısa
zamanda Fetih sûresini ezberledi.
Ebû Saîd'in vefâtından
sonra, Ebû Tâhir adındaki bu oğlu çok fakir ve borçlu oldu. İsfehan hâkimi Hâce
Nizâm-ül-mülk'ün yanına gitti. Hâkim kendisini tanıdığı için, çok izzet ve
ikrâmda bulunup hürmet etti. İhtiyaçlarını temin etti.Ebû Tâhir'i sevmeyen bir
kimse bu durumu görünce; "Öyle birine yardım yapıyorsun ki, dînî ilimlerden
haberi yok, Kur'ân-ı kerîm okumasını dahi bilmiyor." dedi. Hâce Nizâm-ül-mülk
buna üzülüp; "Onu çağıralım. Senin istediğin bir sûreyi okusun, eğer okuyamazsa,
o zaman senin söylediklerini kabûl ederim. Biz kendisini din işleriyle, dîne
hizmetle meşgûl olarak tanıyoruz." dedi.
Büyük zâtların bulunduğu
bir meclise Ebû Tâhir'i çağırdılar. Nizâm-ül-mülk o kimseye dönerek; "Hangi
sûreyi okumasını istiyorsun?" diye sordu. O da; "Fetih sûresini okusun." dedi.
Ebû Tâhir ağlıyarak Fetih sûresini okudu. O iddiâcı kimse mahcûb, Nizâm-ül-mülk
çok memnun oldu.Nizâm-ül-mülk, Kur'ân-ı kerîmi okurken ağlayıp çok gözyaşı
dökmesinin sebebini sordu. O da babasının kendisine Fetih sûresini ezberlemesini
söylediği hâdiseyi anlatınca, Nizam-ül-mülk; "Öyle büyük bir zât ki, evlâdının
yetmiş sene sonra karşılaşacağı sıkıntının çâresini tâ o zamandan bildiriyor. O
zâtın derecesini anlamaktan biz âciziz." dedi. Bundan sonra o büyüklere olan
muhabbeti daha da arttı.
Şu rubâîyi Ebû Saîd
söylemiştir:
"Nefsine uymak doğru değildir elbet,
Bas nefse
ayağını, himmeti yükselt.
Ey
dost, Allah yolunda çok eyle gayret,
Yılanla
ol da, nefsinle etme sohbet."
Ebû
Saîd-i Ebü'l-Hayr buyurdu ki:
"Tasavvuf; başındaki sevdayı atmak, elindeki dünyâyı dağıtmak ve vâki olanda
karar kılmaktır."
"Allah
bâkî ve kâfidir. O'ndan başkası boştur. O'ndan gayri her şeyden nefsini uzak
eyle!"
"Allahü teâlâ ile kul
arasında perde, yer ve gök değildir. Arş ve Kürsî de değildir. Perde, insanın
benliğidir. Bu aradan kaldırılırsa Allah'a kavuşulur."
"Zikr, Allahü teâlâyı
anıp, hatırlamak, O'ndan başkasını unutmaktır."
"Allahü teâlâdan ihlâsı,
her şeyi O'nun rızâsı için yapmayı isteyiniz. İhlâsta, dünyâ ve âhirette
kurtuluş vardır."
"Vakit,
iki nefes arasındadır. Biri geçti biri henüz gelmedi. O halde dün gitti, yarın
nerede. Gün bugündür. Vakit keskin bir kılıçtır."
"Kim
kendini iyi zannederse o kendisini bilmiyordur."
"Kul, Allahü teâlâ için
neyi terk ederse, Allahü teâlâ ona karşılık daha hayırlısını verir."
"Kişinin helâkı, Allahü teâlâdan başkasına gönül bağladığı şeydir."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
HELÂL OLAN,
HELÂL YİYENLERE GELİR
Ebû Saîd Mîhenî'nin
büyüklüğünü inkâr edenlerden biri, Ebû Saîd'in; "Âlemde hiç kimse helâl lokma
bulamayıp haram yese, biz haram yemeyiz." sözünü duymuştu. Kendisini imtihân
etmek istedi. Helâl para ile bir oğlak satın aldı. Haram para ile de,
birincisine çok benzeyen başka bir oğlak aldı. Bunları kızarttırıp, hizmetçisi
ile Ebû Saîd'e gönderdi.Kendisi de önden gidip, onların bulunduğu yerde oturdu.
Hizmetçi kızarmış oğlakları getirirken karşısına iki sarhoş çıkıp, haram para
ile alınan oğlağın bulunduğu tepsiyi alıp yediler. Hizmetçi, elinde kalan ve
helâl lokma ile alınmış olan oğlağı, Ebû Saîd'in önüne koydu. Oğlakları gönderen
kimse durumu öğrenip anlayınca, sarhoşlara çok kızdı. Fakat bu hâlini açıktan
belli etmedi. Sonra Ebû Saîd dönerek; "Kendini boşuna üzme! Haram olan köpeklere
gider, helâl olan da helâl yiyenlere gelir." buyurdu. O kimse çok mahcûb olup
hâline tövbe etti ve bu hâdiseden sonra bir daha aleyhinde bulunmadı.
VAKTİ SAATİ
GELİNCE OLUR
Müslümanlardan birinin yahûdî bir ortağı vardı. Ortağını ne kadar İslâma dâvet
etti ise, müslümanlığı kabûl etmedi. Hattâ bu ortağına; "Eğer müslüman olursan,
malımın üçte birini sana veririm." dedi. Yahûdî yine kabûl etmedi. O müslüman
başka bir gün; "Eğer müslüman olursan, malımın yarısını sana veririm." demesine
rağmen yine kabûl etmedi. Müslüman tüccar bir süre sonra; "Eğer müslüman
olursan, malımın üçte ikisini sana veririm." dedi.Yahûdî yine kabûl etmedi.
Müslüman tüccar artık ortağının müslüman olmasından ümidini kesmişti. O müslüman,
bir gün Ebû Saîd Mîhenî'nin dergâhının yanından geçiyordu.Yahûdî ortağı da
yanında idi. Bu sırada dergâha girdi. Ebû Saîd Mîhenî bu sırada sohbet ediyordu.
Yahûdî ortağı da kendi kendine; "Ben de mescide gireyim, bir dinleyeyim, bakalım
neler anlatıyor. Onun halk arasında kabûl görmesinin sebebi nedir bir göreyim?
Yahûdî olduğuma dâir üzerimde her hangi bir işâret olmadığı için beni nasıl olsa
tanımaz." dedi. Yahûdî, gizlenerek mescide girdi. Bir direğin arkasına oturdu.
Ebû Saîd Mîhenî sohbet esnâsında bir ara yahûdînin arkasında oturduğu direğe
doğru dönerek; "Ey yahûdî! Direğin arkasında ne kadar kendini gizlemeye çalışsan
da gizlenemezsin." dedi. Yahûdî gayri ihtiyârî ayağa kalktı.Ebû Saîd Mîhenî'nin
yanına vardı. Ebû Saîd hazretleri ona müslüman olmasını söyleyince, bu dâveti
kabûl edip, müslüman oldu.Ebû Saîd hazretleri ona; "Şimdi ortağının yanına git.
Sana müslümanlığı öğretsin. İşler vakti zamânı gelince olur. Ondan önce olmaz.
Zamânı gelince müslüman olmak için malın üçte birine, yarısına ve üçte ikisini
vermeye hâcet kalmaz." buyurdu.
HAYRET ETTİM
Hucvirî
Keşf-ül-Mahcûb isimli eserinde şöyle anlatıyor: "Mihene şehrinde, Ebû
Saîd-i Ebü'l-Hayr'ın türbesinde bulunuyordum. Türbenin üzerinde bir kumaş
parçası vardı. Beyaz bir güvercin uçarak gelip o kumaşın altına girdi. Herhalde
bir şeyden kaçıyordu.Onun için oraya gizlendi diye düşündüm. Biraz sonra merakım
arttı. Kumaşı kaldırdığımda güvercin yoktu.Hayret ettim. Ertesi ve daha sonraki
gün bu hâdise tekrar etti. Hikmeti nedir? diye düşünürken, bir gece rüyâmda Ebû
Saîd'i gördüm. Gördüğüm hâdiseyi kendisine sordum. "O güvercin, amellerimin
safâsıdır. Her gün kabrime gelip bana nedîm (sohbet arkadaşı) olur." buyurdu.
Anladım ki, o büyük zâtın güzel amelleri, beyaz bir güvercin şeklinde kabrine
geliyor ve kendisi ile tatlı tatlı sohbet ediyorlar."
KAYNAKLAR
1)
Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.270
2)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.295
3) Nefehât-ül-Üns; s.339
4) Firdevs-ül-Mürşidiyye;
s.76, 293
5)
Sefînet-ül-Evliyâ; s.162
6)
Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.228
7) Tabakât-üş-Şâfiiyye;
c.4, s.10
8) Keşf-ül-Mahcûb; s.224
9)
Persian Literatüre; c.2, s.928
10) İslâm Âlimleri
Ansiklopedisi; c.5, s.86
|
|