EBÛ ABDULLAH SECZÎ
Evliyânın
meşhurlarından. Dokuzuncu asırda (hicrî üçüncü asırda) yaşamıştır. Horasan
diyârında yetişen velîlerdendir. Horasan'ın Sicistan veya Secz şehrindendir.
Evliyânın büyüklerinden Ebû Hafs Haddâd ve Abdullah bin Menâzil ile görüşüp,
sohbet etmiştir. Onunla görüşüp sohbet eden sofîlerden bir zât şöyle
anlatmıştır:
Bir
defâsında Ebû Abdullah Seczî ile yol arkadaşı oldum. Trablus'tan yola çıkıp
günlerce yol aldık. Hiçbir şey yemedik, yanımızda da yiyecek bir şey yoktu. Uzun
yolculuğumuz sırasında bir gün yol üzerinde bir parça yaş meyve kabuğu gördüm.
Dayanamadım ve alıp yemek istedim. Bana öyle bir baktı ki, bu bakışından meyve
kabuğunu yememe râzı olmadığını anlayıp, almaktan vazgeçtim. Sonra elimize beş
dinar kadar para geçti. Yolumuz bir köye uğramıştı. Köye girince, elimize geçen
parayla acaba yiyecek bir şeyler satın alır mıyız diye ümid ettim. Fakat hiçbir
şey almadan yola devâm etti. Bir müddet yol aldıktan sonra bana; "Eğer aç ve
yaya yürüyoruz. Hiç bir yiyecek almadık, diyorsan yakında bir köye daha
ulaşırız. O köyde âilesi kalabalık bir kimse var. Varınca onu buluruz. Bize
hizmet eder bir şeyler yedirir. Elimizdeki beş dinarı da ona veririz çocukları
için harcar." dedi. Nihâyet köye ulaştık. Bahsettiği kimseyi bulduk ve misâfir
olduk. Bize bâzı yiyecekler ikrâm etti. Yanımızdaki beş dinarı ona hediye ettik.
Ertesi gün yola devâm etmek üzere misâfir olduğumuz evden ayrıldık. Bana; "Sen
nereye gidiyorsun?" dedi. "Seninle birlikte yolculuğa devâm etmek istiyorum."
dedim. Fakat bana; "Ben seninle yol arkadaşı olamam. Çünkü bir parça meyve
kabuğunu görünce dayanamayıp ahdi bozmaya kalkıştın." dedi. Sonra benden ayrılıp
gitti. Arkasından hayran ve şaşkın bir halde bakakaldım.
Dünyâya ve
dünyâ malına aslâ düşkünlük göstermezdi. Tasavvufta yüksek hallere gark olmuştu.
Bir gün sevenlerinden biri; "Bir dinar param var onu sana vermek istiyorum. Ne
dersiniz?" deyince; "Eğer onu bana verecek olursan senin için iyi olur.
Vermezsen benim için hayır olur. Sen bilirsin." diye cevap verdi.
"Neden
sofîler gibi hırka giymiyorsun?" diye sorulunca; "Hırka giymek fütüvvet sâhibi
yiğit kimselere yakışır. Fütüvvet ehlinden olmayan kimselerin böyle şeyler
giymesi nifak alâmetidir. Fütüvvet yükünün altına girmeden, fütüvvet ehli gibi
gözükmek yakışmaz." dedi. "Peki o halde fütüvvet nedir?" diye sorulunca;
"Fütüvvet, kendini kusurlu, insanları mâzur görmektir. Kendini noksan,
başkalarını tam görmektir. İnsanların iyisi olsun kötüsü olsun hepsine merhamet
ve şefkat nazarıyla bakmaktır. Fütüvvetin en yüksek derecesi ise hiç bir zaman
halk seni Hak'tan alıkoymaması, perde olmamasıdır." buyurdu.
Talebelerine
ve dostlarına en faydalı işin sâlih kimselerle, iyi insanlarla görüşüp sohbet
etmek, arkadaşlık kurmak olduğunu söylerdi. Ahlâk ve davranış bakımından sâlih,
iyi kimselere uymak lâzım olduğunu önemle tavsiye ederdi. Ayrıca velîlerin
kabirlerini ziyâreti, arkadaş ve dostlara hizmeti tavsiye ederdi. Kendi
günahlarının tamâmen bağışlandığına kanâat getirmeyen kimsenin herhangi bir
günahı sebebiyle başkasını kınamasını doğru bulmazdı. Kişinin ise kendi
günahlarının tamâmen bağışlandığını bilemeyeceğine göre, başkalarını kınama
husûsunda hiç konuşmaması gerektiğini belirtirdi.
Buyurdu ki:
"Evliyânın alâmeti üçtür: Birincisi, derecesi yükseldikçe, tevâzusu, alçak
gönüllülüğü artar. İkincisi, elinde imkân bulunduğu halde dünyâya değer vermez,
düşkün olmaz. Üçüncüsü, intikam almaya gücü yettiği halde merhametli ve insaflı
davranarak intikam almaz."
"İlmini, din
bilgisini doğru ve sağlam öğrenmeyenin işi, ameli doğru ve sağlam olmaz. Ameli
doğru olmayanın bedeni saf ve temiz olmaz ve kalbi temizlenmez. Kalbi temiz
olmayanın da niyeti temiz, doğru olmaz."
"Âzâlarıyla
ve kalbiyle günâh işleyip de, sâdece dili ile tövbe eden, âzâsını ve kalbini
günahlardan uzak tutmayan kimse ne kötü kuldur."
KAYNAKLAR
1) Tabakât-ı Ensârî; s.245
2) Tabakât-üs-Sofiyye (Sülemî); s.254
3) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.350
4) Nefehât-ül-Üns; s.115
5) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.404
|