EBÛ ABDULLAH-I RODBÂRÎ
Evliyânın
büyüklerinden. Onuncu yüzyılda Bağdât ve Şam diyarlarında yaşamıştır. İsmi Ahmed
bin Atâ'dır. Büyük velî Ebû Ali Rodbârî hazretlerinin kız kardeşinin oğludur.
Ebû Abdullah künyesiyle ve Rodbârî nisbesiyle meşhur olmuştur. Bağdât'ta doğdu.
Doğum târihi bilinmemektedir. 979 (H.369) senesinde Sûr şehri yakınlarındaki
Menvas köyünde vefât etti. Kabri Sûr şehrindedir.
Bağdât'ta
doğup büyüyen Ebû Abdullah-ı Rodbârî küçük yaşından îtibâren ilim öğrendi.
Hadîs, fıkıh ve tefsîr gibi zâhirî ilimlerde yüksek ilim sâhibi oldu. Uzun
müddet Bağdât'ta kaldıktan sonra Şam taraflarına gitti. O bölgenin âlimlerinin
ilim meclislerinde ve velîlerin sohbetlerinde bulundu. Ebü'l-Kâsım el-Begâvî,
Ebû Bekir bin Ebî Dâvûd, Kâdı el-Mehâmilî, Yûsuf bin Yâkub bin İshak bin Behlûl
ve daha pek çok âlimden hadîs-i şerîf öğrenip, rivâyet etti. Tasavvuf yolunda
yüksek dereceye ulaştı. Şam'ın sâhil tarafında bulunan Sûr şehrine geldi.
Buradaki âlim ve velîlerle de görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Zâhirî ve mânevî
ilimlerde yükseldikten sonra insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya
başladı. İlim meclislerinde talebe yetiştirdi. Vâz ve nasîhatlarda bulunup
insanların dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmaları için gayret etti. Hikmet dolu
sözleriyle kalplere tesir edip insanların kurtuluşuna vesîle oldu.
Yaşadığı
devirde Şam bölgesinin en büyük velîsi olarak tanınan Ebû Abdullah-ı Rodbârî bir
sohbeti sırasında buyurdu ki: "Sâdece ilim öğrenmek için evinden çıkan kimse,
öğrendiği ilimden faydalanamaz. Öğrendikleri ile amel etmek isteyerek ilim
öğrenen kimse, ilmi azalsa bile faydasını görür. İlim kendisiyle amel edilince
kıymetlidir. Amel ise, ihlâs ile kıymetlenir. İhlâs, bir işi Allahü teâlânın
rızâsı için yapmaktır. Bu, Allahü teâlânın anlayış ihsân etmesine sebeb olur."
Güzel
ahlâklı kimselerle oturup kalkmanın lüzûmunu ve herkese sır verilemeyeceğini
bildiren Ebû Abdullah Rodbârî buyurdu ki:
"Ahlâkı ve
anlayışları birbirine zıt olanlarla oturup görüşmek, ruhlar için kurtlardır.
Bunlar insanın içini kemirirler. Huyları ve anlayışları iyi olanla oturup
kalkmak ise, ruhların gıdâsı, akılların aşısıdır. Aklın bereketlere kavuşarak
artmasına bunlar sebeb olur."
"Berâberce
oturup kalkılan her kimse ile, ülfet ve muhabbet üzere olmak uygun olmaz. Her
ülfet ve yakınlık duyulan kimseye de, sırların kapısı açılıp söylenemez. Yalnız
emin olan, sırları saklayacak kimseye sırlar açılır, vesselâm!"
Ebû
Abdullah-ı Rodbârî hazretleri bir vâzı sırasında namazın mâhiyeti ve huşû
içerisinde bulunmanın önemini bildirerek şöyle buyurdu:
"Namazda
huşû, namaz kılanın kurtuluşunun alâmetidir. Nitekim Allahü
teâlâ, Mü'minûn
sûresi başında; "Muhakkak ki, müminler kurtuluşa erdiler. O müminler ki,
namazlarında huşû (tevâzu ve korku) sâhipleridir." buyurmaktadır.
Peygamber efendimiz de buyurdu ki: "Bir müslüman doğru olarak ve huşû ile iki
rekat namaz kılınca, geçmiş günahları affolur." Yâni, Allahü teâlâ onun
küçük günahlarının hepsini affeder. Huşûu terketmek ise, münâfıklık alâmetidir
ve kalbin harâb olmasıdır. Nitekim Allahü teâlâ, Mü'minûn sûresi 117. âyetinde
meâlen; "Gerçek şudur ki: Allah'tan başkasına tapınan kâfirler, felâha,
kurtuluşa kavuşamazlar." buyurmaktadır."
Namazda huşû
ve hudû: Bütün âzâların hareketsiz kalıp
tevâzu hâlinde bulunması ve kalbin de Allahü teâlâdan korku üzere olması
demektir. Hadîs-i şerîfte; "Kalbin hazır olmadığı namaza Allahü teâlâ
bakmaz." buyruluyor. İbrâhim aleyhisselâm namaz kıldığı zaman, kalbinin hışırtısı çok uzaklardan duyulurdu. Hazret-i Ali namaz
için kalktığı zaman, vücûdunu bir titreme alır, yüzünün rengi değişirdi ve;
"Yedi kat göklere ve yere arzedilen ve onların taşıyamadıkları emânetin zamânı
geldi." derdi. Süfyân-ı Sevrî de; "Namazı huşû ile kılmayanın, namazı
doğru olmaz." derdi. Bunun
için namazda tumânînete ve tâdîl-i erkâna dikkat etmelidir. Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem; "En büyük hırsız, kendi namazından çalan
kimsedir." buyurdu. "Yâ Resûlallah! Bir kimse, kendi namazından nasıl
çalar?" diye sordular. "Namazın rükûunu ve secdelerini tamam yapmamakla."
buyurdu. Bir defâ da; "Rükûda ve secdelerde, belini yerine yerleştirip biraz
durmayan kimsenin namazını, Allahü teâlâ kabûl etmez." buyurdular.
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir kimseyi namaz kılarken, rükûunu ve
secdelerini tamam yapmadığını görüp; "Sen namazlarını böyle kıldığın için,
Muhammed'in (aleyhisselâtü vesselâm) dîninden başka bir dinde olarak
ölmekten korkmuyor musun?" buyurdu. Yine; "Sizlerden biriniz, namaz
kılarken, rükûdan sonra tamam kalkıp, dik durmadıkça ve ayakta, her uzuv yerine
yerleşip durmadıkça, namazı tamam olmaz." buyurdu. Bir kere de; "İki
secde arasında dik oturmadıkça, namazınız tamam olmaz." buyurdu. Bir gün
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem birini namaz kılarken, rükûdan
kalkınca dikilip durmadığını ve iki secde arasında oturmadığını görüp; "Eğer
namazlarını böyle kılarak ölürsen, kıyâmet günü sana, benim ümmetimden
demezler." buyurdu. Bir kere de; "Altmış sene, bütün namazlarını kılıp
da, hiç bir namazı kabûl olmayan kimse, rükû ve secdelerini tamam yapmayan
kimsedir." buyurdu. Zeyd ibni Vehb, birini namaz kılarken rükû ve
secdelerini tamam yapmadığını gördü. Yanına çağırıp; "Ne kadar zamandır böyle
namaz kılıyorsun?" dedi. "Kırk sene." deyince; "Sen kırk senedir namaz
kılmamışsın. Ölürsen, Muhammed Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem dîni
olan İslâmiyet üzere ölmezsin." dedi.
Bir mümin,
namazını güzel kılar, rükû ve secdelerini tamam yaparsa, namaz sevinir ve nûrlu
olur. Melekler, o namazı göğe çıkarır. O namaz, namazı kılmış olana, iyi duâ
eder ve sen beni kusurlu olmaktan koruduğun gibi, Allahü teâlâ da, seni muhâfaza
etsin, der. Namaz güzel kılınmazsa, siyah olur. Melekler o namazdan iğrenir.
Göğe götürmezler. O namaz, kılmış olana, fenâ duâ eder. "Sen beni zâyi
eylediğin, kötü hâle soktuğun gibi, Allahü teâlâ da seni zâyi eylesin." der. O
halde, namazları tamam kılmaya çalışmalı, tâdîl-i erkânı yapmalı, rükûu,
secdeleri, kavmeyi yâni rükûdan kalkıp dikilmeyi ve celseyi yâni iki secde
arasında oturmayı iyi yapmalıdır. Başkalarının da kusurlarını görünce
söylemelidir. Din kardeşlerinin namazlarını tamam kılmalarına yardım etmelidir.
Tumânînet ve tâdîl-i erkânın yapılmasına çığır açmalıdır."
Yüksek ilmi,
güzel ahlâkı yanında birçok kerâmetleri de görülen Ebû Abdullah Rodbârî
hazretleri, hac ibâdetini yerine getirmek ve sevgili Peygamberimizin kabr-i
şerîfini ziyâret etmek için Hicâz'a gitti. Bu yolculuğu sırasında şöyle bir
kerâmeti görüldü:
Yolculuk
esnâsında kervandaki develerden biri, Allahü teâlânın kudretiyle dile gelip
konuştu. Ebû Abdullah Rodbârî hazretleri kendi kendine develere ağır yükler
yüklendiğini düşünüyordu. Bu sırada develerden biri boynunu uzatarak; "O yüklere
tahammül ettiren zâtı tesbîh ederim." dedi. Bir başka deve de; "Allahü teâlânın
şânı yücedir. Allahü teâlânın şânı yücedir." dedi. Bu hal karşısında Ebû
Abdullah-ı Rodbârî Allahü teâlâya şükredip secdede bulundu.
Ebû Abdullah
Rodbârî hazretleri temizlik hususunda titizlik gösterirdi. Bir gece, gusl, boy
abdesti alırken titizliği sebebiyle çok su kullandığını düşünerek kalbi daraldı.
Allahü teâlâya yalvarıp; "Yâ Rabbî! Beni affet." diye duâ etti. Bu sırada
gâibden bir ses; "Sen affedildin." dedi. Bundan sonra kalbindeki sıkıntı gidip,
şükretti.
"Edebe
riâyet etmeksizin evliyâya hizmet eden kimse helâk olur. Ondan istifâde edemez."
"Sultanlara
akılsızca hizmet eden kimsenin câhilliği, kendisini ölüme götürür."
"Vaktini Allahü teâlâyı
zikirle geçiren kimse, belâ ve sıkıntılara düşmez."
İnsanlara
söylediği şiirleriyle de nasihat eden Ebû Abdullah Rodbârî'nin bir beytinin
mânâsı şöyledir: İnsanlarla arkadaşlık yaptığın zaman her arkadaş için, sanki
kölesi olan bir genç ol. Susuzluktan ciğeri yanan her arkadaş için tatlı ve
serin suyun tadı gibi ol."
Hayâtını,
İslâm dînini öğrenmek, öğretmek ve insanların iki cihanda kurtulmalarına sarf
etmekle geçiren Ebû Abdullah Rodbârî hazretleri 979 (H.369) senesinin Zilhicce
ayında Sûr şehri civârındaki Menvas adlı köyde vefât etti ve Sûr şehrinde
defnedildi. Kabri orada olup, sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
EN ÇİRKİN ŞEY
Bir gün
dervişlerin peşi sıra gidiyordu. Sofîleri arkadan tâkib etmek âdeti idi. Hepsi
bir dâvete gidiyordu. Bunları gören bir bakkal; "Bunlar halkın malını yemeyi
helâl sayıyorlar." diyerek sofîler hakkında ileri geri konuştu. Devam ederek;
"Dervişlerden biri benden yüz dirhem aldı, fakat getirip vermedi. Adamı nerede
arayacağımı da bilmiyorum." dedi. Dâvet yerine vardıklarında, sofîleri seven ev
sâhibine Ebû Abdullah Rodbârî buyurdu ki: "Kalbim sükûn ve huzur içinde olsun
dersen, bana yüz dirhem getir." Ev sâhibi derhal istenen parayı getirdi. Ebû
Abdullah Rodbârî talebelerinden birine; "Bu parayı al, falan bakkala git. Bu
parayı arkadaşlarımızdan biri sizden borç almış, zamânında ödemesine mâni olan
bir mâzereti çıkmış, parayı ancak şu anda gönderebildi. Özrünü kabûl et, de."
buyurdu. Talebe hemen gidip Ebû Abdullah Rodbârî hazretlerinin dediklerini
yaptı. Dâvetten dönerken dervişler bakkal dükkanının önünden geçtiler. Bakkal,
sofîleri medhetmeye başladı. "Bunlar emin, güvenilir ve sâlih insanlardır."
diyordu. Bunun üzerine Ebû Abdullah Rodbârî buyurdu ki: "Bütün çirkinliklerden
daha çirkin olan bir çirkin şey vardır. O da bir sofînin, velînin cimrilik
yapmasıdır. Yâni hem kendisi iyilik etmez, hem de iyilik edene mâni olur. Bu hal
herkes için çok kötü bir huydur. Hele tasavvuf ehli için fenâlıkların en
fenâsıdır. Bu hâlin kötülüğü sırf cimrilik olsun diye yapıldığı zamandır. Ancak
bir hikmet bir fayda düşünüldüğü için yapılıyorsa, o zaman iş değişir. Çünkü
bâzı kimselere vermemek, Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesindendir. Bunu iyi
anlamak lâzımdır. Rabbimiz işin doğrusunu en iyi bilendir."
KAYNAKLAR
1) Tabakâtü's-Sûfiyye; s.497
2) Netâicü'l-Efkâr el-Kudsiyye; c.2, s.131, c.4, s.555
3) Mîzânü'l-Îtidâl; c.1, s.56
4) Sefînetü'l-Evliyâ; s.154
5) Hazînetü'l-Asfiyâ; c.2, s.204
6) Nefehâtü'l-Üns; s.248
7) Hilyetü'l-Evliyâ; c.10, s.383
8) Risâletü'l-Kuşeyriyye; s.29
9) Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.1, s.293
10) Tabakâtü'l-Kübrâ; c.1, s.123
11) Şezerâtü'z-Zeheb; c.3, s.68
12) Târih-i Bağdâd; c.4, s.336
13) El-Bidâye ve'n-Nihâye; c.11, s.296
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.13
|