|
ÇIRAĞ-I DEHLİ
Hindistan'da
yetişen Çeştiyye yolunun büyük velîlerinden. İsmi Mahmûd, lakabı Nasîrüddîn'dir.
Sülâlesi Horasan'dan gelip Hindistan'a yerleşmişti. Bâzı
kayanklara göre İmâm-ı
Hüseyin'in bâzı kayanklara göre de hazret-i Ömer bin Hattâb'ın neslinden olduğu
bildirilmektedir. Doğum yeri hakkında değişik rivâyetler vardır. Hindistan'ın
Uttar Pradeş eyâletindeki Ayodin veya Bane Banki'de doğduğu zannedilmektedir.
Doğum târihi belli değildir.
Çırağ-ı
Mahmûd, dokuz yaşında iken babasını kaybetti. Yetiştirilmesini annesi üzerine
aldı. Küçük yaşta mânevî ilimlere ve dînî vecîbelere ilgi duyar, namazlarını
cemâatle vaktinde kılmaya titizlikle dikkat ederdi.Kâdı Muhyiddîn
Kâşânî'den Bezûdî adlı eseri,Allâme Kerîm Şirvânî'den ise Hidâye'yi
okudu. Allâme Kerîm Şirvânî'nin vefâtından sonra Mevlânâ İftihârüddîn Muhammed
Geylânî'den ilim öğrendi. 25 yaşında dünyâ ile alâkasını kesti. Avaz
ormanlarında sekiz yıl berâberce uzlet çektikleri akadaşı ile nefsine karşı çetin mücâdele yaptı. Bu
zaman zarfında gündüzleri oruç tuttu ve iftarını ormandaki otlarla açtı. 40
yaşında Dehli'ye gitti ve Nizâmüddîn Evliyâ hazretlerinin talebeleri arasına
katıldı. Bir gün Nizâmüddîn Evliyâ, dergâhının üst katındaki odasından inerken,
bir ağaç gölgesinde, ümitsiz bir vaziyette duran Nasîruddîn Mahmûd'u fark etti.
Yanına çağırtıp, hâl ve hatırını sordu. Kendini tanıttıktan sonra, Nasîruddîn
Mahmûd; "Efendim, buraya sâlihlerin ve velîlerin ayakkabılarını tâmir etmek için
geldim." dedi. Bu tek cümle, onun mütevâzî karakterini ve mânevî yükselmeye
müsâid olmasını ortaya koyduğu gibi, Nizâmüddîn Evliyâ'nın himmetini kazanmasına
yetti. Nizâmüddîn Evliyâ, kendi hocası ile arasında geçen bir olayı hatırladı ve
ona bunu şöyle anlattı: "Ben, hocam Ferîdüddîn Genc-i Şeker'in yanında iken, bir
gün ders arkadaşlarımdan biri bana geldi ve beni, yamalı, eski bir elbiseyle
görünce; "Nizâmüddîn, sen buraya geleli ne kadar oldu ki bu haldesin? Bu şehirde
ilim okutsan, dünyâlık bakımından bir sıkıntın olmaz." dedi. Ben, onun bu sözüne
hiç cevap vermedim ve oradan ayrılarak, doğruca hocamın huzûruna gittim. Hocam
bana; "Nizâmüddîn! Eğer arkadaşlarından bir kimse gelir ve sana; "Senin bu hâlin
nedir? Rahatlık ve bolluk temin eden ilim öğretmeyi niçin terk eyledin?" derse,
ne cevap verirsin." buyurdu. Ben de; "Siz ne emrederseniz, onu söylerim." dedim.
Bunun üzerine şöyle buyurdu:
Gittiğim
yoldan git demen, arkadaşlık değildir.
Mutluluk
sana olsun, benim boynum eğiktir.
Sonra yemek
hazırlanmasını emir buyurdu. Yemek hazırlanınca bana; "Nizâmüddîn! Bu sofrayı
başına al, o arkadaşının olduğu yere götür." buyurdu. Ben de söylenileni yaptım.
O arkadaşım bu hâle şaşırarak; "Bu sohbet ve bu hal sana mübârek olsun." dedi.
Nizâmüddîn
Evliyâ, hocası ile arasında geçen olayı anlattıktan sonra, ona, riyâzet ve
mücâhedede bulunmasını emretti. Nasîruddîn Mahmûd bundan sonra günlerce bir şey
yemedi. Ekseriyetle, arzu ve istekleri fazlalaştığında, meyve suyu içerdi.
Nasîruddîn
Mahmûd hocasına çok bağlıydı. Bir gün Hâce Behâüddîn Zekeriyyâ'nın
talebelerinden Hâce Muhammed Kâzerûnî, Nizâmüddîn Evliyâ'nın dergâhında müsâfir
olarak bulunuyordu. Bir gece Muhammed Kâzerûnî teheccüd namazı için uyanmış ve
paltosunu mescide bırakıp, abdest almaya gitmişti. Fakat dönüşte paltosunu
yerinde bulamadı. Kızgınlıkla bağırmaya başladı. Nasîruddîn Mahmûd bu gürültüden
şaşkına dönüp, gecenin bu ilerlemiş saatinde Nizâmüddîn Evliyâ'nın bu seslerden
rahatsız olacağını düşünerek, Muhammed Kâzerûnî'nin kızgınlığının geçmesi için,
hemen paltosunu çıkarıp ona verdi. Ertesi sabah, olup bitenler Nizâmüddîn
Evliyâ'ya anlatılınca, Nasîruddîn Mahmûd'u yanına çağırdı ve ona yeni bir elbise
hediye ederek, duâ etti.
Nasîruddîn
Mahmûd, bir süre hocasının yanında kaldıktan sonra, izin alıp annesinin yanına
gitti. Fakat halkın, sohbetlerine çok rağbet etmesi sebebiyle, fazla meşgûl
edildiğinden, günlük husûsî vazîfelerini yapamaz hâle geldi. Bu durumu ve izin
verirlerse gönül huzûru ile ibâdetle meşgûl olmak için sahrâlara gitmek
istediğini Nizâmüddîn Evliyâ ile çok yakınlığı bulunan Emir Hüsrev vâsıtasıyla
hocasına arz etti. Emir Hüsrev, her gün yatsıdan sonra Nizâmüddîn Evliyâ'nın
huzûruna gider, o gün herhangi bir durum olduysa onu arz ederdi. İşte bu sırada,
Nasîruddîn Mahmûd'un isteğini arz etmişti. Bunun üzerine Nizâmüddîn Evliyâ ona
şu haberi gönderdi: "Allahü teâlânın kulları arasında kalmalı ve onların
sıkıntılarına sabır ve müsâmaha göstermelisin. Bunun mükâfâtını göreceksin. Her
insan, bir işe uygun olarak yaratılmıştır. O yüzden, talebelerimin bâzısının
sessiz oturmalarını, kapılarını dünyâya kapamalarını öğretirken, bâzılarının
dünyâya düşkün insanlar arasında kalmalarını, sıkıntılarına tahammül etmelerini,
onlarla iyi geçinmelerini tavsiye ederim. Zîrâ bu, peygamberlerin ve velîlerin
yoludur." Nasîruddîn Mahmûd, bu emir üzerine Avaz'da insanlar arasında kalmaya
devâm etti. Zaman zaman hocasını ziyârete ve ondan feyz almaya Dehli'ye giderdi.
Annesinin vefâtından sonra Avaz'dan ayrıldı ve hocasının dergâhında kalmaya
başladı. Hocası Nizâmüddîn Evliyâ'nın vefâtından sonra ise, bugün kabrinin
bulunduğu ve Çırâğ-ı Dehli olarak bilinen mahalle yerleşti. Nizâmüddîn Evliyânın
halîfelerinin en büyüğü ve mânevî hallerin vârisiydi. Nizâmüddîn Evliyâ'nın
vefâtından sonra insanları Allahü teâlânın râzı olduğu yolda hizmet ve rehberlik
vazîfesi ona geçti. Hocasına çok bağlıydı. Nizâmüddîn Evliyâ gibi onun yolu da;
fakirlik, sabır, Allahü teâlâdan gelene rızâ gösterip hoşnûd olmak ve
teslimiyetti.
Nasîruddîn
Mahmûd'a Çırağ lakabının verilmesi şöyle anlatılır: Nizâmüddîn Evliyâ'nın
dergâhında, birçok ileri gelen âlim toplanmıştı. Nasîruddîn Mahmûd, toplantıya
biraz geç gelmişti. Nizâmüddîn Evliyâ ona yer göstererek, oturmasını söyledi.
Nasîrüddîn Mahmûd ise; "Efendim, oturursam, bu muhterem cemâate sırtımı dönmüş
olurum." dedi. Bunun üzerine Nizâmüddîn Evliyâ; "Çırağın ve kandilin önü, ardı
yoktur." buyurdu. Yâni lambanın ne yüzü, ne de arkası vardır. O, ışıklarını her
yöne saçar, ondan sonra Nasîruddîn Mahmûd bütün talebeler arasında "Çırağ"
adıyla anıldı ve bu lakab ile meşhûr oldu.
Diğer bir
rivâyet ise şöyledir: "Nizâmüddîn Evliyâ'nın dergâhının su ihtiyâcını
karşılayacak bir sarnıç inşâ edilmekte idi. Gece yapılan bu işi aksatmak için,
Sultan Gıyâsüddîn Tuğluk, yağ gönderilmesini durdurdu. Bunun üzerine Nizâmüddîn
Evliyâ'nın emri ile Nasîruddîn Mahmûd dereden su getirip, kandillere koydu. Su,
yağ gibi yandı. Bundan sonra ona Çırağ lakabı verildi."
Nasîruddîn
Mahmûd, fakirlik içinde yaşardı. Üst üste hiçbir şey yemeden, iki gün oruç
tuttuğu olurdu. Kendisini ziyârete gelen olursa; hocasının kıymetli cübbesini
giyer, onları öyle karşılardı. Onlar gidince cübbeyi çıkarır, eski elbiselerini
tekrar giyerdi. Hâli vakti iyi olduğu zamanlarda, kendisi her gün oruçlu olur,
müsâfirleri ile talebelerine lezzetli yemekler ikrâm ederdi. Müsâfirlerine
bizzât hizmet etmekten zevk duyar ve onlar yerken tatlı tatlı anlatırdı. Bir gün
sofrada şöyle buyurdu: "Yemek sırasında insan, Allahü teâlânın kendisini
gördüğünü düşünmeli, O'nun rızâsı için yemeli ve yemekten aldığı enerjiyi,
Allahü teâlânın rızâsına hasretmelidir."
Bir gün yine
Nasîruddîn Mahmûd, lezzetli yemeklerle bir ziyâfet veriyordu. Bu ziyâfet
sırasında şu hikâyeyi anlattı: "Derviş'in biri, Şeyh Ebû Saîd hazretlerini
görmeye gitmişti. Şeyhin debdebeli çadırını, ipekten iplerini, altından
kazıklarını gören derviş şaşkına döndü. Şeyh Ebû Saîd gibi büyük bir velînin, bu
lüksünü anlayamadı. Ebû Saîd hazretleri, dervişin aklından geçenleri anlayıp,
durumu şöyle açıkladı: "Ey derviş, çadırımızın bu altın çubuklarını kalbimize
çakmadık, onları yere çaktık. Bu dünyâ, senin gölgene benzer, yüzünü güneşe
dönersen, gölgen arkada kalır. Eğer sırtını güneşe dönersen, güneş arkada
kalır."
Hâce
Kıvâmüddîn, Nasîruddîn Mahmûd'un talebelerinden idi. Sultânın hizmetinde
bulunuyordu. Bir müddet sonra sebepsiz yere saraydaki vazîfesinden atıldı. İşsiz
kalınca, arkadaşları, akrabâları ve yakınları ondan yüz çevirdiler. Pazara
eşyâsını satmaya çıktığında, kimse alıcı olmadı. Sonunda çâresiz kalıp, yardım
istemek için hocasına gitti. Daha sıkıntısını dile getirmeden, Nasîruddîn Mahmûd
cevap olarak şu kıt'ayı okudu:
"Dünyâ fânidir, ondan vazgeçmek iyidir.
Az veya çok, rızkın ne ise, yaradandan gelir.
Malını almıyorlarsa, satmamak daha iyidir.
Eğer seni dinlemezlerse susmak daha iyidir."
Sultan
Tuğluk, ilim sâhibi bir zât olmasına rağmen Nasîruddîn Mahmûd'a eziyet ederdi.
Sefer ve yolculuklarında onu da berâber götürürdü. Bir kere onu kendi
elbiselerine bekçi yapmıştı. Nasîruddîn Mahmûd bütün bunlara, hocasının sabır
tavsiyesine uyarak tahammül edip katlanıyordu. Yine bir gün Sultan Tuğluk,
Çırağ-ı Dehli'ye altın ve gümüş kaplar içerisinde yemek gönderdi. Bu şekilde
yemek göndermesi, şeyhe eziyet ve sıkıntı vermek maksadı ile idi. Çünkü, eğer
gönderdiğim yemeği yemezse ona eziyet ederim. Yerse altın ve gümüş kaptan yedin
bu sebeple dînin emrine uymadın derim, düşüncesindeydi. Nasîruddîn Çırağ yemek
gelince bir şey demedi. Et bulunan altın kâseden biraz alıp önce eline koydu.
Sonra elinden alıp yedi. Böylece hem sultanın emrine muhâlefet edip kendisini
tehlikeye atmamış, hem de dînin emrine uymayan haram bir işi yapmamış oldu. Bu
sûretle sultanın kötü plânı Allahü teâlânın izniyle bozuldu.
Sultan
Tuğluk'un ölümünden sonra Fîrûz Şahın başa geçmesi sırasında Çırağ-ı Dehli ondan
tebeasına âdil davranması konusunda söz vermesini istedi. Yoksa Allahü teâlâya,
millete başka âdil bir sultan vermesi için duâ edeceğini söyledi. Fîrûz Şahın
âdil davranmaya söz vermesi üzerine Nasîruddîn Çırağ; "Eğer halkına sevgi ve
adâletle davranırsan, biz de Allahü teâlâdan sana 40 yıllık bir hükümdârlık
nasîb etmesini duâ ederiz. Gerçekten de hükümdarlığı 40 sene sürdü.
Bir gün
Dehli'deki Cahri pazarına tâyin olan müfettiş, Nasîruddîn Mahmûd'un talebesiydi.
Vazîfeye başlamasından sonra hocası; "Senin bir seyyid olman sebebiyle,
özellikle Peygamber efendimize uyman ve o yolda bulunman uygundur. Peygamber
efendimiz ve Allahü teâlâ tarafından yasak edilenlerden kaçınmalısın.
Alış-verişte yalan söylememelisin. Eğer bir malı 5 dînara satın almışsan,
satarken müşteriye 6 dînara satın aldım diye söylememelisin. Böyle şeylerle
rahata erişilmez. Doğruluk hiç zarar vermez. Az bir kâra rızâ gösteren kimsenin
zenginliği artar. O da nasıl arttığına şaşıp kalır." buyurdu.
Bir çiftçi;
Çırağ-ı Dehlevî'yi ziyârete gelmişti. Onun bu ziyâretinden çok memnun olan
Nasîruddîn Çırağ; "Çiftçilik saygı değer bir meslektir ve pekçok Allah adamı bu
meslekle hayâtını kazanmaktadır." dedikten sonra şöyle nasîhatta bulundu:
"Tarlayı sürerken, kalple ve dille Allahü teâlâyı hatırla. Bu senin tohumdan iyi
hasat almanı sağlayacaktır. İyi niyet olmadan, hiç bir işe başlamamalıdır. Eğer
bir kimse, başkaları namaz kılıyor diye, namaz kılarsa, kulların beğenmesi için
kılınan namazı Allahü teâlâ kabûl etmez."
Nasîruddîn
Mahmûd'a; "Dervişlerde görülen haller nasıl meydana gelmektedir?" diye
sorulunca, şöyle buyurdu: "Hal, doğru amellerin netîcesindendir. Amel iki
kısımdır. Biri beden ile olan amel olup, herkesin mâlumudur. Diğeri kalbin
amelidir. Buna "murâkabe" denir. Murâkabe, kalbinde Allahü teâlânın seni gördüğü
ve sana baktığı düşüncesini dâimâ bulundurmandır. Önce nûrlar, rûhlara iner.
Sonra onun eseri kalplerde, ondan sonra bedende, âzâlarda zâhir olur. Beden ve
âzâlar kalbe tâbidir. Kalp harekete gelince, beden de hareketlenir. Eğer derviş
aç uyur, gece yarısında kalkar, ibâdetle meşgûl olur ve kalbini hiçbir şeye
bağlamazsa, nûrların rûhlara inişini görür. İsterse şimdi bir kimse gitsin
kalbinden bütün düşünceleri çıkarsın, mücâhedeyi seçsin bu haller ona hâsıl
olur. Bunda şüphe yoktur." Sonra şu beyi okudu:
"Eğer kusur varsa, oluyor gözden.
Yoksa yârim gizli değil kimseden."
Sultanın
memurlarından olan bir talebesine şöyle buyurdu: "Bilmelisin ki, evindeki
atların, hizmetçilerin, dînarların ve dirhemlerin bir gün senden alınacak. O
halde, ilâhî irâde ile elinden alınacak şeyler için niçin endişe ediyorsun?
Onlar için endişe etmek faydasız değil mi? Ebedî olan şeyler için endişe
etmelisin. Gözlerimizin önünden kimlerin geçtiğini ve onlardan kaç tânesinin
göçüp gittiğini iyice düşünmelisin. Onlar bizden öndeydiler ve bizden önde
gittiler."
Nasîruddîn
Mahmûd Çırağ, huzûruna gelen herkese namazı zamânında ve cemâatle kılmasını
tavsiye ederdi. Kendisi de çocukluğundan îtibâren bu husûsa çok dikkat ederdi.
Namazın faydalarını, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden ilgili yerleri
okuyarak anlatırdı. "Hayâtımız iki önemli şeye dayanır. Bunlar: Allahü teâlânın
ve Peygamber efendimizin emirlerini yapmak, O'nların yasak ettiklerinden
kaçmaktır." buyururdu.
Çırağ-ı
Dehli bir sohbetlerinde şöyle buyurdu: "Mübtedî yâni işe yeni başlayan, vakit
sâhibidir. Vakit sâhibi, içinde bulunduğu vakti bir daha ya bulurum, ya bulamam
deyip, vaktini fırsat bilip, değerlendiren, onu farzları yerine getirdikten
sonra, Kur'ân-ı kerîm okumak, nâfile namaz kılmak, Allahü teâlâyı anıp
hatırlamakla geçiren kimsedir. İşte, tasavvuf yolunda ilerleyen kimse böyle
vakitlerini muhâfaza ve mâmur ederse, hal sâhibi olması umulur. Mânevî ilimlere
ve hallere böyle gayretler, çalışmalar netîcesinde kavuşulur."
Nasîruddîn
Mahmûd'un vefâtı yaklaştığı sırada, en sevdiği talebesi Mevlânâ Zeynüddîn Ali,
hocasının yerine mânevî bir halef tâyin edilmesi zarûretini hissederek, hocasına
şu şekilde arz etti: "Efendim! Talebeleriniz arasında kıymetliler vardır.
Onlardan birini mânevî halîfeniz olarak tâyin ederseniz, bu yolun eski âdet ve
gelenekleri, şimdiye kadar olduğu gibi, devâm etmiş olur." Bu teklif üzerine
Nasîruddîn Mahmûd, Mevlânâ Zeynüddîn'den bu vazîfe için uygun bulduğu
talebelerin listesini kendisine getirmesini söyledi. Mevlânâ Zeynüddîn Ali,
talebeleri birinci, ikinci ve üçüncü derece olarak üç sınıf hâlinde seçerek
hazırladığı listeyi hocasına arzetti. Bu isimleri gözden geçirdikten sonra,
Nasîrüddîn Mahmûd; "Şüphesiz bunlar, dînini sevenlerdir. Fakat korkarım ki, hiç
birisi diğerinin yükünü omuzlarında taşıyamazlar." buyurdu. Bu açıkca, verilen
listeye hayır mânâsında bir cevaptı. Gerçekten öyle oldu. Hocasından kendisine
geçen bu yolun emânetlerini kimseye vermedi ve kendisinde götürdü.
Nasîruddîn
Mahmûd Çırağ, 1356 (H.757) senesi Ramazan-ı şerîf ayının on sekizinde vefât
etti. Büyük bir kalabalık tarafından kılınan cenâze namazından sonra Dehli
dışına defnedildi. Kabri üzerine türbe yapıldı. Türbe her gün çok sayıda kimse
tarafından ziyâret edilmektedir.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
GERÇEK SULTAN
Bir gün
Nasîruddîn Mahmûd'u, Dehli sultanı zorla Tedted tarafına götürdü. Nârnûl yoluna
girdiler. Nârnûl'a yaklaşınca Nasîruddîn Mahmûd bineğinden indi ve Şeyh Muhammed
Türk'ün türbesine yöneldi. Bahçenin içinde kabre karşı bir taş vardı. Bir süre o
taşa doğru ayakta durdu. Sonra Muhammed Türk'ün kabrine yöneldi ve ziyâret etti.
Ziyâret bitince, orada bulunanlar; "Önce taşa dönmenizin sırrı neydi?" diye
sordular, o da; "Ben Resûl-i ekremin rûhâniyetini bu taşın üstünde gördüm ve
gördüğüm müddetçe oraya baktım. Resûl-i ekremin rûhâniyeti oradan kaybolunca,
şeyhin türbesine girdim." diye cevap verdi. Bundan sonra Nasîruddîn Mahmûd bir
müddet murâkabeye daldı. Sonunda başını kaldırıp; "Kimin zor bir işi olursa,
gelsin bu türbeye yönelsin. Umulur ki, Allahü teâlâ bu büyük zâtın sebebiyle
zorluğu kolayca hallolur." buyurdu. Orada bulunanlardan biri; "Bugün siz bir
zorlukla mı karşılaşmıştınız?" diye sorunca; "İşte bunun için söylüyorum. Hak
teâlâ, benim müşkilâtımı, bu zâtın bereketiyle kolay eyledi." buyurdu.
Nârnûl'dan üç konak gitmemişti ki, sultan hal' edildi ve Nasîrüddîn Mahmûd
rahatça Dehli'ye döndü.
KAYNAKLAR
1) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.86
2) The big five of India in Sufism; s.178
3) Sefînet-ül-Evliyâ; s.100
4) Persian Literatur; c.1, s.942
5) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.353
6) Nüzhet-ül-Havâtır; c.1, s.37
7) Siyer-ül-Ârifîn; No: 12
8) Heft İklim; No: 402
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.10, s.341
|
|