|
ÇELEBİ HÜSÂMEDDÎN
Konya'da
yetişen evliyânın büyüklerinden. Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî hazretlerinin
en önde gelen talebesi olup, onun halîfesi, vekîlidir. İsmi, Hasan bin Muhammed
olup, nesebi, Tâc-ül-Ârifîn Ebü'l-Vefâ hazretlerine dayanır.
Çelebi
Hüsâmeddîn'in babası, devlet erkânından zengin bir kimse idi. Hüsâmeddîn Çelebi
küçüklüğünde, zamânın büyük velîlerinden Mevlânâ'yı çok sevdiğinden babasına
ricâda bulunup, onu sık sık eve dâvet ettirirdi. Ziyâfet esnâsında Mevlânâ'ya
hizmet eder, hürmette kusûr etmemeye çalışırdı. Babası küçük yaşta vefât edince,
bütün mal, mülk Çelebi Hüsâmeddîn'e kaldı. O, bu kadar servetin hiçbirine îtibâr
etmeyip, Mevlânâ'nın huzûruna geldi. Talebeliğe kabûl buyurması için yalvardı.
Kabûl edilince, canla başla hizmete başladı. Kısa zamanda babasından kalan
mallar harcanıp hiçbir şey kalmayınca, babasının ticâret işlerine bakan
hizmetçisi; "Makamlar, mallar kazanmayı terk edip, fakirlik yolunu tercih
ettiniz. Ne kadar erzak, mal, mülk var ise hepsi elden çıktı." deyince, Çelebi
Hüsâmeddîn, cenâb-ı Hakka hamd ve şükürler ederek; "Hocam hazret-i Mevlânâ'nın
hürmetine sizi hânemden âzâd ettim." dedi ve bütün dünyevî isteklerini bir
kenara itip, Mevlânâ'nın dergâhında hizmetini çoğalttı. Mevlânâ, dergâhın
gelirlerini ve giderlerini tesbit etmek, talebelerin yiyecek, giyecek ve
yakacaklarını temin etmek, dergâha ait malları korumak gibi mühim bir vazîfeyi
ona verdi. O da, bu vazîfesine çok büyük bir îtinâ ile dikkat etti. Çıkan
mahsûllerin bir tânesini bile telef etmeyerek yerinde sarf etti. Herkese güler
yüzle ve adâletle davrandığı için, kısa zamanda bütün talebelerin sevgisine,
hocasının iltifâtlarına mazhâr oldu. Mevlânâ Celâleddîn, Çelebi Hüsâmeddîn'e
husûsî muâmele eder, onu daha iyi yetiştirmek için gayret gösterirdi. Ona olan
teveccühleri, Selâhaddîn Konevî'den sonra gelirdi. Selâhaddîn Konevî,
Mevlânâ'dan önce vefât edince, Çelebi Hüsâmeddîn en önde gelen talebesi oldu.
Mevlânâ,
Çelebi Hüsâmeddîn'i pek ziyâde severdi. Onun olmadığı bir mecliste sohbetin tadı
hissedilmezdi. Bir gün Mevlânâ'nın talebelerinden Muînüddîn Pervâne, hocasını,
talebe arkadaşlarını ve Konya'nın ileri gelen eşrâfını dâvet edip, ziyâfet
verdi. Yemekten sonra, sohbet için Mevlânâ hazretlerini dinlemek istiyorlardı.
Fakat Mevlânâ hiç konuşmuyor, sessizce üzgün bir hâlde bekliyordu. Bâzıları
sohbet buyurmaları için talebde bulundularsa da, Mevlânâ yine konuşmadı. Nihâyet
ev sâhibi Muînüddîn, hocasının en çok sevdiği Çelebi Hüsâmeddîn'in orada
olmadığını farkedince, Mevlânâ'ya; "Efendim! Çelebi Hüsâmeddîn dâvetimize teşrif
buyurmadılar. Acaba hürmette bir kusûr mu ettik?" deyince, Mevlânâ da; "Hüsâmeddîn
bağdadır." buyurdu. Bunun üzerine bir kimse ile Çelebi Hüsâmeddîn dâvet edilip,
sohbete gelmesi sağlandı. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddîn gelir gelmez ayağa
kalkarak; "Merhaba ey Allahü teâlânın ve Resûlullah'ın sevdiği, ey canım, ey
oğlum, ey sevdiğim Hüsâmeddîn." buyurdu ve yanıbaşına oturttu. O geldikten sonra
Mevlânâ öyle neşelendi ki, o günkü sohbeti hiç kimse unutamadı. Sohbet esnâsında
Muînüddîn Pervâne kalbinden; "Acabâ hocamın, Çelebi Hüsâmeddîn'e böyle bir
tezâhürâtı, iltifâtı hakîkî midir? Yoksa bir teklif midir?" diye düşündü. Sohbet
bittikten sonra Çelebi Hüsâmeddin, Muînüddîn Pervâne'nin kulağına eğilerek;
"Hocamız boş söz söylemez, lüzumsuz tezâhürâtta bulunmaz. Kalbini böyle şeylerle
meşgûl eyleme." dedi.
Mevlânâ'nın,
Çelebi Hüsâmeddîn'e karşı îtibârı fevkalâde çok idi. Bir kış günü, sabahın erken
saatlerinde kalkan Mevlânâ, dergâhın kapısına gelmişti. Namaz vakti girmediği
için kapı kapalıydı. Bir taraftan da kar yağıyordu. Mevlânâ, Çelebi
Hüsâmeddîn'in kapısının karşısında hizmetkâr gibi el bağlayıp beklemeye başladı.
Kar lapa lapa yağdıkça, Mevlânâ'nın üzerini örtüyordu. Namaz vakti geldiğinde
kapıyı açan Çelebi Hüsâmeddîn, karşısında karlar altında kalmış bir kimse gördü.
Yaklaşıp dikkatle baktığında, hocası olduğunu anladı ve; "Cânım efendim! Bu ne
hâldir ki, bu fakîrin kapısında karlar altında beklersiniz?" diyerek ayaklarına
kapanıp özürler diledi. Mevlânâ ise, talebesinin bu hareketine mâni olmak
isteyip; "Ey Hüsâmeddîn! İşte hoca, talebesini bu mertebede gözetirse, talebe de
hocasına o kadar bağlı olur." buyurdu.
Çelebi
Hüsâmeddîn, Mevlânâ hazretleri derse gelmediği zamanlar talebelere ders verir,
onları irşâd eder, doğru yolu gösterir yetiştirirdi. Bâzıları; "Bu sonradan
gelip, Arabîyi dahî bilmeyen kimseye nasıl böyle bir vazîfe verilir?" diye
dedikodu yaptılar. Bir gece Çelebi Hüsâmeddîn rüyâsında Resûlullah efendimizi
gördü. Sevgili Peygamberimiz; "İlim deryâsında bir damla nasîbin olsun, bunu
muhâfaza eyle de, sana düşman olanların sözleri kesilsin." buyurarak mübârek
ağzının suyundan bir mikdâr Çelebi Hüsâmeddîn'in ağzına sürdüler. O andan
îtibâren Arabî lisânıyla konuşmaya başladı. O günden sonra hiç kimse böyle
sözler söylemedi.
Mesnevî
yazılmadan önce talebelere,
Ferîdüddîn Attâr hazretlerinin Mantık-ut-Tayr ve Hakîm Senâî'nin
İlâhinâme isimli kitapları okutulurdu. Çelebi Hüsâmeddîn bir gün hocasına
şöyle suâl eyledi: "Pek muhterem efendim! Cevâhirlerden daha kıymetli sözlerle
cümlemizi irşâd edip yetiştiriyorsunuz. Buna rağmen kardeşlerimizle, önceki
büyüklerimizin hazırladığı kitapları okumakla yetiniyoruz. Acabâ zât-ı âlînizin
hazırlayacağı bir kitabı olsa, inci dolu sözleriniz hepimize bir hâtıra olarak
kalsa uygun olur mu diye içimizden geçmektedir. Öyle ki, hem bu okuduğumuz
kitaplarda bulunan konuları, hem evliyânın hâlleri, hem de Şems-i Tebrîzî
hazretleriyle aranızda geçen gizli sırları içine alsa diye düşünürüz." Bu
sözlerden Mevlânâ son derece memnun olup; "Ey gözümün nûru Hüsâmeddîn! Bu
isteğiniz, daha sizin mübârek kalbinize gelmeden önce, gayb âleminden kalbime
ilhâm edildi. İçinde mânevî cevâhirlerin bulunduğu, ibâdetlerin ihlâs ile
yapılmasında ziyâde zevk ve muhabbet veren bir kitabın yazılmasını arzu ettim.
Bunun için de, daha önce şu satırları yazdım." diyerek, Mesnevî-i Şerîf'in
şu ilk beyitlerini gösterdiler:
"Bîşnev în ney çün hikâyet mî küned,
Ez cüdâyîhâ şikâyet mî küned."
"Dinle neyi nasıl anlatıyor,
Ayrılıklardan şikâyet ediyor." diye başlayıp,
"Puhte hâlin hîç fehm itsin mi hâm?
İhtisâr üzre gerek söz vesselâm."
"Ham olan, olgun olanın hâlini nasıl bilir?
Bunun için sözü kısa kesmelidir, vesselâm."
diyen ilk on sekiz beyti kendi eliyle yazdılar.
Sonra şöyle
buyurdu: "Şems-i Tebrîzî ile aramızdaki gizli sırlar anlatılırsa, ona tahammül
edemezsiniz. Onlar hakîkat ehline mâlûm olan şeylerdir."
Bundan
sonraki beyitleri Mevlânâ hazretleri söyledi. Çelebi Hüsâmeddîn yazdı. Öyle ki,
bu hâl sabahlara kadar sürerdi. Çok kısa bir zaman içinde,
Mesnevî'nin birinci cildi tamam oldu. İki sene ara verdikten sonra,
ikinci cildi de yazdılar. Daha sonra Mesnevî'yi altı cilde tamamladılar.
Başta Çelebi
Hüsâmeddîn olmak üzere, diğer talebe arkadaşları,
Mesnevî'de bildirilenleri öğrendiler ve içindeki mânevî sırlara vâkıf
oldular. Son derece istifâde ettiler.
Bir gün Mevlânâ'dan sordular
ki: "Mesnevî'nin
cildleri arasında bir fark var mıdır?" O da; "Elbette Mesnevî'nin
cildleri arasında fark vardır. Nasıl ki, yedi kat göklerin birbirlerinden farkı
var ise, Mesnevî'nin de tercihi ve tafsilâtı birbirinden öyle farklıdır.
Eğer daha geniş mâlûmât isterseniz, Hüsâmeddîn'e sorunuz." buyurdu.
Mesnevî
hakkında Çelebi Hüsâmeddîn şöyle buyurdu: "Hocamın mübârek oğlu Sultan
Veled, Mesnevî'nin bir beytine yetmiş mânâ vermişlerdir. Herkes kendi
aklının yettiği kadar anlar ve o kadar istifâde eder. Zîrâ, lâyıkıyla anlamak mümkün değildir."
Çelebi
Hüsâmeddîn bir gece gördüğü rüyâsını şöyle anlattı: "Rüyâmda, Bilâl-i Habeşî
Kur'ân-ı kerîmi başının üzerinde tutuyor, Resûlullah
efendimiz de mübârek ellerine
Mesnevî'yi almış, büyük bir haz ve zevk içinde okuyup, arada; "Mâşâallah,
bârekallah" diye kitabı beğendiğini bildiriyordu." Sabahleyin rüyâsını
Mevlânâ'ya anlattığında; "O, gördüğün doğrudur. Çünkü Resûlullah efendimizin
Mesnevî-i Şerîf'i alıp medhettiğine
şüphe yoktur." diyerek, rüyâyı tâbir etti.
Mevlânâ, bir
gün elinde sepeti olan bir hizmetkârı Çelebi Hüsâmeddîn'in kapısı önünde gördü.
Evin ihtiyaçlarını alıp gelmiş idi.Mevlânâ; "Ey kardeşim! Keşke senin yerinde
olsaydım. Her an o mübârek zâtın hizmetiyle şereflenirdim." diyerek, üzerinden
cübbesini çıkardı ve hizmetkâra hediye etti.
Mevlânâ
Celâleddîn hazretlerine son hastalığında; "Yerinize kimi halîfe, vekîl
bırakıyorsunuz?" diye sorduklarında; "Çelebi Hüsâmeddîn'i bırakıyorum." buyurdu.
Bu suâli üç defâ sordular, her defâsında aynı cevâbı verdi.
Sultan Veled,
bir gün arkadaşlarıyla birlikte Çelebi Hüsâmeddîn'i bağında ziyârete gittiler.
Yolda bâzıları kalblerinden; "Çelebi Hüsâmeddîn bize bal ikrâm etse." diye
geçirdiler. Bağa vardılar, bir müddet sohbetten sonra Çelebi Hüsâmeddîn
bahçıvana; "Gidip, kovanlardan birini açıp bir tabak bal getiriniz." buyurdu.
Bahçıvan da emri yerine getirip balı getirdi. Biraz sonra, aynı kovandan yine
bal istedi, getirdiler. Tekrar istedi, yine getirdiler. Tekrar isteyince,
bahçıvan; "Yeni bir kovan açmamız lâzım. Önceki bitti." dedi. Bu söze karşı;
"Sözümüzü dinleyiniz. O kovan nihâyeti olmayan bir denizdir. Gidiniz, oradan bal
getiriniz." buyurdu. Bahçıvan tekrar gittiğinde, kovanın ağzına kadar bal ile
dolu olduğunu, ilk açtığı gibi durduğunu hayretle gördü. Gelip durumu
anlattığında, orada olanların hepsi Çelebi Hüsâmeddîn'in büyüklüğünü bir kere
daha anladılar. Çelebi Hüsâmeddîn, o kovanı Sultan Veled'e hediye etti. Ondan
sonra o kovanın balından hasta olan bir kimseye yedirseler, eğer eceli gelmemiş
ise, bi iznillah Allahü teâlânın izni ile şifâ bulurdu.
Bir kış ve
bahar mevsiminde, pek az yağmur yağmıştı. Bu sebeple ekinler bitmemiş, her
tarafta kuraklık başgöstermişti. Konya'da halk, defâlarca yağmur duâsına
çıktıkları hâlde, bir damla yağmur düşmemişti.
Çâresiz
kaldıkları bir gün hatırlarına evliyânın büyüklerinden Çelebi Hüsâmeddîn geldi.
Bir heyet hâlinde huzûruna geldiler, durumu anlattılar. Çelebi Hüsâmeddîn
tebessüm buyurarak ricâlarını kabûl etti. Onlarla birlikte Mevlânâ hazretlerinin
türbesine geldi. Mevlânâ'yı vesîle ederek, göz yaşları içinde Allahü teâlâya
uzun uzun duâlar etti. Daha duâ bitmeden, gökyüzünde bulutlar birikmeye ve
yağmur yağmaya başladı. Yirmi gün hiç durmadan devâm etti. Toprak suya kandı.
Herkes evlerinin yıkılıp bir zarar geleceğinden korkarak tekrar
Çelebi Hüsâmeddîn'e başvurdular. Yine onları kırmadı ve; "Üzülmeyin. Bu yağmuru,
başka ihtiyâcı olan yerlere yağdırması için Rabbimize niyâz eder yalvarırız."
demesiyle, yağmur dindi ve bulutlar dağıldı. O sene çok bereketli oldu, pek
fazla mahsûl elde edildi. Böylece halkın gönlünde Çelebi Hüsâmeddîn'in sevgisi
daha da arttı.
Bir gün
Çelebi Hüsâmeddîn dostlarıyla birlikte bağa gitmişti. Orada dostlarına nasîhat
ederken bir kimse gelip; "Efendim! Mevlânâ hazretlerinin türbesinin üzerindeki
alem düştü. Bir türlü yerine konulamadı." dedi. Bunu işiten Çelebi Hüsâmeddîn
çok üzüldü. Yüzlerinin rengi bembeyaz oldu. Onun fevkalâde üzüldüğünü gören
dostları, bu kadar üzüntünün sebebini sordular. O da; "Mübârek hocamız
Mevlânâ'nın yakınlarından biri vefât edeceği zaman bu gibi işâretler meydana
gelmektedir. Şimdi ise kubbenin üzerindeki alem yıkılmış. Bundan, yakınlarından
büyük birinin vefât edeceği anlaşılmaktadır. Hesaplayınız, hocamız vefât edeli
kaç sene oldu?" Onlar da; "On yıl oldu." dediler. Bunun üzerine; "Beni eve
götürünüz. Vefât edecek olan bu fakîrdir. Artık bizim de ömrümüz bitmiştir."
dedi. Çelebi Hüsâmeddîn'i hemen eve götürdüler. Alemin yerine konmasını emretti.
Birkaç gün hasta yattı. Hasta olduğu günler Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled sık
sık ziyâretine gelirdi. Bir gün üzüntüsünü bildiren şu sözleri söyledi: "Babamın
vefâtından sonra, hepimizi kanatlarınız altına aldınız. Sizin zamânınızda hiçbir
dert ve keder çekmeden huzûr içinde yaşayıp gidiyorduk. Sizden sonra hepimiz
büyük bir ızdırâba düşeceğiz. Sizi kaybedince, biz kiminle dostluk kurup,
kiminle görüşürüz?" Sonra kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Çelebi Hüsâmeddîn
bu hâle dayanamayıp buyurdu ki: "Ey mübârek hocamın oğlu Sultan Veled! Benim
vefâtımdan sonra bir müşkilât ile karşılaşırsanız, bana tevessül ediniz! Eğer
beni vâsıta yaparsanız, ben de Allahü teâlâya yalvarır, müşkilâtınızın halli
için duâ ederim. Biiznillah duâmız reddolunmaz."
Mevlânâ
hazretlerinin türbesinin aleminin yerine konulduğunu 1284 (H. 683) senesi Kasım
ayının üçüne rastlayan Cumâ günü kendisine haber verdiler. Hüsâmeddîn Çelebi
buna çok sevindi ve; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden
abdühü ve resûlühü" diyerek rûhunu teslîm etti. Hocasının türbesinin içine
defnedildi.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
DERHÂL EVİ
BOŞALTSIN
Bir gece
Çelebi Hüsâmeddîn dostlarıyla oturmuş sohbet ediyordu. Bir ara sohbeti kesip;
"Falan mahalledeki şu numaralı eve gidiniz. İçerde oturanlara; "Derhal evi
boşaltıp, başka bir eve göç etmelerini söyleyiniz." dedi. Emri yerine
getirdiler. Evin boşaltılması bittiği an, tavan çöktü, ev harâb oldu. Talebeler
kendi aralarında; "Allahü teâlânın sevgili kulları, bu dünyâda insanların
kurtulması için böyle faydalı olursa, kim bilir âhirette nasıl olur. Ne mutlu
böyle zâtlara muhabbet edip, hizmetiyle şereflenenlere ve onların gönlünü
kazananlara." diye konuştular.
KAYNAKLAR
1) Nefehât-ül-Üns; s.523
2) Âbidîn Paşanın Mesnevî Şerhi; c.1, s.17
3) Velednâme; s.123
4) Menâkıb-ül-Ârifîn; c.2, s.165
5) Risâle-i Sipahsalar; s.138
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.292
|
|