|
CELÂLZÂDE MUSTAFA ÇELEBİ
On altıncı
asır Osmanlı âlimi ve büyük devlet adamı. 1491 (H. 895) senesinde Tosya'da
doğdu. 1567 (H.975) yılında İstanbul'da vefât etti.
Babası,
Tosyalı Kâdı Celâl'dir. Celâleddîn Efendi, medreseden yetişerek Rumeli
tarafındaki kazâlarda kâdılık etmiş, derecesi Eşrâf-ı Kudât rütbesine kadar
yükseldikten sonra kâdılıktan çekilerek, emekliye ayrılmış ve 1528 târihinde
vefât etmiştir. Kâdı Celâleddîn, doğruluğu, yumuşak huylu ve mütevâzi olmasıyla
kendisini sevdirmiş, içi dışı tertemiz bir zât idi. Kâdı Celâleddîn'in Mustafa,
Sâlih veAtâullah isimlerindeki üç fazîletli oğlunun büyüğü Mustafa Çelebi'dir.
Mustafa
Çelebi ilk medrese tahsîlini memleketinde gördükten sonra İstanbul'a gelip,
Sahn-ı Semân medreselerinde dânişmendliğe kadar yükseldi. Dîvânî yazıdaki üstün
kâbiliyeti ve Vezîriâzam Pîrî Mehmed Paşa ile Nişancı Seydî Beyin kendisini
himâye etmeleriyle, medrese hayâtından ayrılarak, genç yaşında devlet hizmetine
alındı. Yavuz Sultan Selîm Hanın iltifâtına mazhâr olup, 1516 senesinde Dîvân-ı
Hümâyûn kâtipliğine tâyin edildi.
Bir gün
Yavuz Sultan Selîm'e bâzı kimseler gelerek Amasya'da Gümüşlüoğlu Şeyh Mehmed'in,
Sultan Korkut sağdır diye propaganda yaptığını ve başına adamlar topladığını
bildirdiler. Bunun üzerine Pâdişâh şeyhi getirtip İstanbul'da hapsettirdi. Şeyh
Mehmed Efendi doğru sözlü, ihlâslı ve muhterem bir zâttı. Bunu bilen Vezîriâzam
Pîri Paşa derhal Pâdişâhın yanına gelerek Şeyh Mehmed hakkındaki sözlerin
asılsız olduğunu ve bunu tahkik için mûtemed birisinin memur edilmesini arzetti.
Bunun üzerine Sultan Selîm Han da; "Ehl-i vukûftan birisini bana gönder." diye
tenbihledi. CelâlzâdeMustafa Çelebi'yi gören Pîri Paşa; "Dîvânda meseleler
görüşüldükten sonra pâdişâhın yanına gideceksin, bir yere ayrılma." diye
bildirdi. Pâdişâhın huzûruna çıkacağını duyan Celâlzâde büyük bir heyecan
geçirdi ve dîvân müzâkerelerinden sonra arz odasına girdi. Sultan Selîm Han bu
esnâda bir kitap mütâlaası ile meşguldü. Celâlzâde'yi görünce; "Celâl oğlu
Mustafa sen misin?" diye sordu. "Ben kulun Pâdişâhım." demesi üzerine;
"Gümüşlüoğlunu nasıl bilirsin? Cevher veya meder midir? (Yâni cevher veya toprak
mıdır) nice idrâk kılursın, bilürsin?" dedi. Mustafa Çelebi de; "Evliyâlık
membaının, kaynağının cevheri ve nefisle mücâdele meydanının hâlis eri bir ulu
kişi bilirim." diye cevap verince; "Ulu mu, ulu mu, ulu mu?" diye üç kere tekrar
ederek hiddet göstermiş. Fakat Mustafa Çelebi'nin her defâsında; "Evet pâdişâhım
ulu kişidir." demesiyle hiddeti geçmiş ve kendisiyle sonra yumuşak bir şekilde
konuşmuştur. Bu arada Celâlzâde'ye yevmiyesini de soran Selîm Han, on akçe
olduğunu duyunca çok az bulmuş ve artırılmasını emretmiştir. Sonra da; "Şeyhe
bizden selâm söyle, hatırını hoş tutsun." diyerek Celâlzâde'yi Gümüşlüoğlu'na
göndermiştir.
Celâlzâde
Mustafa Çelebi çalışkanlığı, vazîfesini kavraması ve sır saklaması sebebiyle gün
geçtikçe pâdişâhın îtimâdını kazandı. Yavuz Sultan Selîm Han, devlet erkânından
mahrem, gizli olarak bâzı yerlere göndereceği emirleri, Mustafa Çelebi'yi
çağırtarak kendisine yazdırırdı.
Celâlzâde
Mustafa Çelebi'nin dîvân işlerinde yetişmesinde, ikinci hâmisi Nişancı Seydî
Beyin çok gayreti oldu. Nîmetin kadrini bilen bir kimse olan Mustafa Çelebi,
Seydî Bey hakkında: "Benim mürebbî, muallim ve üstâdım idi. O, kânûn-şinâs idi.
Umûr-ı kalemiyyede, yazışma işlerinde gâyet mâhirdi" demektedir.
Mustafa
Çelebi, daha sonra hâmisi olan Vezîriâzam Pîri Mehmed Paşaya tezkireci, özel
kalem müdürü oldu. Tahkîki îcâbeden bâzı mühim işlerde bulundu. Pîrî Paşa
vezîriâzam bulunduğu müddetçe, onun tezkireciliğini yaptı. 1523 senesi Şâban
ayında Pîrî Paşa emekliye sevk edilerek, yerine Rumeli Beylerbeyliği de üzerinde
olarak, Enderûndan has odabaşı İbrâhim Ağa vezîriâzamlığa getirildi. Nişancı
Seydî Beyin tavsiyesiyle Mustafa Çelebi, İbrâhim Paşaya da tezkireci oldu.
Celâlzâde, bunu şöyle anlatıyor: "Maktûl İbrâhim Paşa, harem-i pâdişâhîden ilk
defâ vezîriâzamlıkla çıkdıkda, kâtiplerden ehl-i vukûf, işini bilen bir kimse
isteyip bu hakîri getirtip tezkireci edindi. Kendisinin ahvâl-i âleme, hükümet
işlerine dâir durumlara tecrübesi olmadığından, şikâyetçiler de sıkıştırırdı.
Durum aramızda gizlice ittifâk olundu. Eğer dînî meseleleri ilgilendiriyorsa
kâdıaskere gönderilir, mâlî işleri ilgilendiriyorsa defterdâra gönderilir ve
eğer kendisine ait vezâret ile alâkalı ise ben divit ve kaleme yapışırdım. O,
hüküm yazılsın diye emrederdi."
Yavuz Sultan
Selîm Hanın, Mısır'ı fethinden bir müddet sonra, Çerkes beyleri halkı kışkırtıp
isyâna teşvik ederek, eski Çerkes kölemen ocağını yeniden tüttürmek
istemişlerdi. Halka adâlet gösterilmediğini ve birçok kimsenin bu durumdan
şikâyetçi olmalarını da bahâne olarak ileri sürüyorlardı. Bu şikâyetleri yerinde
incelemek, tetkik ve tahkîk etmek üzereVezîr-i âzam İbrâhim Paşanın Mısır'a
gitmesine lüzum görülmüş ve tezkireci Celâlzâde Mustafa Çelebi ile berâber,
oldukça kalabalık bir heyet ve beş yüz kadar yeniçeri ile ve deniz yoluyla, 1524
senesi Zilhicce ayının başlarında hareket etmişlerdi. Mevsimin sonbahar ve gün
dönümü fırtınalarına tesâdüf etmesi sebebiyle, ancak Rodos Adası önlerine
veMarmaris taraflarına kadar gidilebilip, oradan karayolu ile Sûriye üzerinden
Mısır'a varıldı. Vezîr-i âzam Kâhire'de durumu tahkîk etti. Memlûk
sultanlarından Kayıtbay ve Kansu Gavri ile Mısır'ın ilk Osmanlı Beylerbeyi Hayır
Bey'in tatbik ettikleri kânunları getirterek inceledi. Bunun üzerine hem
hazîneyi, hem de halkı koruyacak âdilâne bir kânun tertib ettirdi. Bu yeni
kânunun tedvîninde, hazırlanmasında, Celâlzâde'nin büyük hizmeti görüldü.
İbrâhim Paşa on bir ay sonra, 1525 senesi Zilkâde ayında karayoluyla İstanbul'a
geldi. Mustafa Çelebi, göstermiş olduğu hizmet ve liyâkatına karşılık, Haydar
Çelebi'nin yerine Reîs-ül-küttâb tâyin edildi. Bu hizmette on sene bulundu ve
seferlere iştirâk etti.
Kânûnî
Sultan Süleymân'ın 1554 senesinde Irakeyn (Irak-ı Acem ve Irak-ı Arab) seferinde
Tebriz'den Bağdât'a hareketinden sonra Nişancı Seydî Beyin vefâtı sebebiyle
makâmı boş kalmıştı. Bağdât'a girildikten sonra 5 Aralıkta, 180.000 akçe has ile
Celâlzâde Mustafa Çelebi, Nişancılığa, Osmanlı Devletinde yabancı hükümdârlara
gönderilecek mektuplarla ahidnâmelerin, vezirlere verilecek menşûr ve berâtların
müsveddelerini hazırlamak, pâdişâhın adına yazılan fermân, berât vb. yazıların
başına pâdişâhın tuğrasını çekmekle vazîfeli makama tâyin edildi. Celâlzâde
nişancılıkta 23 sene kaldı ve asıl şöhrete bu çeyrek asırda kavuştu. Devlet
kânunlarında mürâcaat edilen yegâne merci oldu. Kendisini yetiştiren Seydî
Beyden daha fazla şöhret buldu. Devlet idâresine dâir bütün kânunlar onun
elinden geçti ve onun tedbirleriyle hallolundu. Kânunlar üzerindeki bilgisi,
ilmi ve ahlâkî fazîleti sâyesinde pek fazla şöhret bulduğundan; "Koca Nişancı"
diye anılmaya başladı. En karışık meselelerin halli için onun mütâlaası
alınıyordu. Meşhûr Tâcizâde Câfer Çelebi'den sonra Celâlzâde kudretinde bir
nişancı gelmemiş ve yapmış olduğu kânunlar, yazışmalar, ahkâm ve menşûrlardaki
ifâde tarzı, kendisinden sonra yarım asırdan ziyâde nümûne olmuştur.
Celâlzâde'nin yüksek vukûf ve mesâisine mükâfât olarak, nişancılık hasları, o
târihe kadar hiç bir nişancıya nasîb olmayan 300.000 akçeye çıkarılmıştır.
Celâlzâde
Mustafa Çelebi, 1557 senesine kadar nişancılık makâmında kaldı. Yaşı yetmişe
dayanmıştı. O târihte vezîr-i âzam bulunan Dâmâd Rüstem Paşanın tavsiye ve
ısrârı üzerine görevinden istifâ etti ve"Müteferrika başılık" rütbesi verildi.
Yerine değerli bir zât olan Eğri Abdizâde Mudurnulu Mehmed Bey tâyin olundu.
Kânûnî Sultan Süleymân Han, Celâlzâde'nin kıymet ve ehliyetini ve uzun yıllar
devâm eden hizmetini takdir ettiğinden, Vezîr-i âzam Rüstem Paşaya rağmen, o
târihe kadar emsâli görülmemiş bir mükâfatla kendisini taltif etti.
Nişancılığında almakta olduğu haslar ile emekli yaptı.
Kânûnî
Sultan Süleymân Hanın son seferinde müteferrika olması dolayısıyle, onun
maiyyetinde bulundu. Zigetvâr muhâsarası esnâsında Nişancı Eğri Abdizâde Mehmed
Bey vefât ettiğinden, Celâlzâde ikinci defâ Nişancı tâyin edildi. Kendisi,
ihtiyarlığını ileri sürerek kabûl etmek istemedi ise de, kesin emir üzerine
kabûle mecbur kaldı. Nişancılığa tâyini esnâsında Sultan Süleymân Han vefât
etmişti (1566). Fakat vefât haberi pek gizli tutulduğundan hâriçten
duyulmamıştı. Celâlzâde, pâdişâhın ölümünden haberdâr olmadığı için, nişancılık
hil'atı giymek için otağ-ı hümâyûna girdiği vakit, hayatta zannettiği kadirşinâs
pâdişâhının öldüğünü anlayınca, kendisini tutamayarak ağlamaya başladı. Fakat
Vezîr-i âzam Sokullu Mehmed Paşanın îkâzı üzerine kendisini toplayanMustafa
Çelebi memuriyet hil'atını giydikten sonra pâdişâhın vefâtını kimseye
sezdirmemek için içi kan ağlar olduğu halde memnun bir şekilde sevinerek otağ-ı
hümâyûndan dışarı çıktı. Onun bu hâlini görenler, pâdişâhın sıhhatte olduğu
zannı ile şüphelerini giderdiler.
Mustafa
Çelebi, ordu ile berâber İstanbul'a döndü ve Sultan İkinci Selîm Han zamânında
da kısa bir müddet, yâni on üç ay kadar nişancılıkta bulundu. 1567 (H. 975)
senesi Rebîulâhir ayında, yaklaşık 75 ilâ 80 yaşları arasında vefât etti. Eyyûb
Sultan Nişancası'nda yaptırdığı câminin bahçesine ve kendisinden evvel vefât
eden kardeşi Sâlih Çelebi'nin yakınına defnedildi. Vefâtı hakkında, Deli
Kâdı'nın söylediği manzum târih, mezar taşına hâkkedilmiş, yazılmış olup, aynen
şöyledir:
Celâl oğlu nişânî ki cihânın,
Fenâsın gördü azmetti bekâya.
Teni hâki olup aslına râci,
Karıştı rûh-ı pâki asfiyâya.
Yeri Cennet ola diyu melekler,
Feleklerden el açtılar duâya.
İşitip rûh-ı kudsî dedi târih:
İlâhî rahmet eyle Mustafa'ya!
Celâlzâde
Mustafa Çelebi, câmiden başka, yine o civarda bir hamam ve Halvetiye tarîkatı
için bir tekke yaptırdı.
Celâlzâde,
uzun süren Reîs-ül-küttâblık ve nişancılığı zamânında çok adam yetiştirdi.
Bunlar, gerek kendi zamânında ve gerekse sonradan devlet işlerinde mühim
mevkilere geldiler. Kendisinin maiyyetinde bulunmuş olan Nevbaharzâde,
Celâlzâde'nin nişancılığı zamânında onun divitdârı idi. Sonradan süratle
yükselerek, defterdâr oldu. Defterdârlar, kânun üzere Dîvân-ı Hümâyûnda
nişancının üst tarafında otururlardı. Bundan dolayı Nevbaharzâde'nin, nişancı
Celâlzâde'den daha yüksekte oturması îcâbediyordu. Fakat Nevbaharzâde'nin;
"Senelerce karşısında el kavuşturup durduğum devletlünün üst tarafına oturmam,
azl-i ihtiyar ederim." demesi üzerine, keyfiyet, Kânûnî Sultan Süleymân Hana
arzedildi. Pâdişâh, Nevbaharzâde'nin bu kadirşinâslığına memnûn olmuş ve bundan
sonra nişancı ve defterdârdan hangisi kıdemli ise, o tekaddüm etsin (üst tarafta
o bulunsun) diyerek, kânunu değiştirmiştir.
Celâlzâde
Mustafa Çelebi, fevkalâde cömert bir zât idi. Tezkire sâhipleri ve Atâî,
eserlerinde onun hâlinden çeşitli örnekler kaydetmektedirler. Bundan başka, çok
merhametli ve iyilik sever bir zât olduğunda da, zamânının âlimleri ve bütün
halk ittifâk etmişlerdir. 1558 senesinde, Eyyûb Sultan'daki konağında kendisini
ziyâret etmiş olan Mekke Emîrinin elçisi Kutbüddîn-i Mekkî, Mustafa Çelebi
hakkında; "Bu zât, huyunun güzelliği ve cömertliği ile o günkü insanların
hepsinden üstün idi. Beni dâvet ile çok ihsânlarda bulundu. Ezcümle İstanbul'dan
çıkacağım sırada bana; "Karadan mı, denizden mi gideceksiniz?" diye sordu. Ben
de, denizden gideceğimi söyledim. "Niçin deniz tehlikesini tercih ediyorsunuz?"
dedi. Ben de; "Elim dardır, onun için." diye karşılık verdim. Derhâl bana yüz
altın liradan ziyâde para ile, gâyet latîf çuhalar ve güzel elbiseler verdi. Bir
gece onun konağında yattım. Pek ziyâde ikrâm gördüm. Cenâb-ı
Allah da onu azîz etsin, ona ikrâmda bulunsun, onun şânını yükseltsin!" diyerek,
fevkalâde
cömertliğini dile getirmektedir. Celâlzâde'yi tanıyan ve meclislerine devâm eden
ve çeşitli hediyelerine kavuşan Latîfî, Tezkire sâhibi Âşık Çelebi ve
Kınalızâde Hasan Çelebi gibi zâtlar da, onun ilmî kudretini uzun uzun
medhettikten sonra, cömertlikte de
zamânının en üstünü olduğunu, güzel ahlâk ile şöhret bulduğunu,
ihsân ve ikrâmlarının bolluğunu, zayıfların ve fakirlerin hâmisi olduğunu
yazmaktadırlar.
Mustafa
Çelebi Türkçe inşâ, yazı yazmadaki kudret ve mahâretinden başka Arapça ve
Farsçada da kalem sâhibi, âlim ve şâir bir zâttı. Kaleme aldığı berât veya
menşûrlardaki inşâ, yazma sanatı kudreti, zamânına göre pek kuvvetlidir ve
münşeâtı, yazışmaları, senelerce nümûne olarak kullanılmıştır. Bilhassa Safevî
hükümdârı Şah Tahmasb'a yazılan nâme-i hümâyûn ve pâdişâhın emriyle Vezîr-i âzam
İbrâhim Paşa için kaleme aldığı seraskerlik menşûru, kuvvetli kalem sâhibi
olduğunun en parlak nümûnelerindendir.
Celâlzâde Mustafa Çelebi,
Mevâhibü'l-Hallâk fî Merâtibi'l-Ahlâk isimli eserinde, iyi ve kötü
huyların fayda ve zararlarından bahsetmektedir. Celâlzâde, her konuyu îzâh
ettikten sonra o konu ile ilgili olan âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve velîlerin
sözlerini yazıp çeşitli hikâyeler de zikrederek okuyucuyu aydınlatma yoluna
gider. Eser bu hâli ile hem bilgi kaynağı, hem de bir ibretler hazînesidir.
Sanki bir sohbet niteliğindedir. Okuyucu, âlim bir zâtın huzûrunda oturuyor ve
ondan ders alıyormuş gibi olmakta ve aradaki menkıbelerle de dikkatini
toplamaktadır.
İşte bütün
insanlara lâzım olan, kalplere şifâ sunan, ruhlara ferahlık veren nasîhatlerinin
birinde buyurdular ki:
Tasavvuf
ehline göre murâkabe; kulun, kalbi ile Allahü teâlâyı zikredip, devamlı Allahü
teâlânın, kullarının hâllerine muttali olduğunu, görüp bildiğini hatırından
çıkarmaması, her nefeste Allahü teâlânın azâbından ve cezâsından korku üzere
olmasıdır. Büyüklerden birisi; "Kul harama bakmamak ve günah işlememek için ne
yapmalıdır?" diye sorduklarında; "Kul bir günah işleyince, Allahü teâlânın o
hâline vâkıf ve işlediği günâhı gördüğünü aslâ unutmamak sûretiyle günah
işlemekten korunabilir." buyurmuştur.
Hikâye:
Abdullah ibni Ömer hazretleri köle bir çobana rastladı. Çoban koyunları
otlatıyordu. Çobana, koyunlardan birini kendisine satmasını söyledi. Çoban;
"Koyunlar benim değildir." dedi. Bunun üzerine İbn-i Ömer hazretleri; "Sen bana
koyunu sat, sâhibine kurt yedi dersin." dedi. Çoban; "Fakat Allahü teâlâ her
yerde hâzır ve nâzırdır. O bizi görmektedir." deyince, İbn-i Ömer hazretleri
çobanı ve koyunları sâhibinden satın aldı. Çobanı âzâd ederek, koyunları o gence
hediye etti.
Allahü
teâlânın kendisini her an gördüğünü düşünen kimse O'ndan hayâ eder, günah
işlemekten utanır. Allahü teâlânın azâbından ve cezâsından çok korkar. Bu
sebepten günahlardan çok sakınır. Allahü teâlânın her şeyden onu hesâba
çekeceğini bildiği için, hiçbir nefesini zâyi etmez, boşuna geçirmez. Dâimâ
Allahü teâlâya tâatla meşgûl olur.
Hikâye:
Sâlihlerden birisi vefât etmişti. Cenâzesini sabahleyin kaldırmalarına rağmen,
çok kalabalık olduğundan, ancak ikindiden sonra defnedilebilmişti. O beldenin
sâlihlerinden birisi, defnedilen zâtı rüyâsında görüp, ne hâlde olduğunu sordu.
O da şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâ beni af ve mağfiret eyledi. Pekçok
ihsânlarda bulundu. Fakat çok çetin hesap verdim. Çünkü bir gün oruçlu idim. Bir
arkadaşımın anbarının önünde oturdum. İftar zamânı gelince o anbardan bir buğday
tânesi alıp, ikiye böldüm. Tam yiyeceğim sırada, benim olmadığını düşünerek, iki
parça buğdayı tekrar yerine koydum. Bu sebeple, kırdığım o bir tâne buğday
yüzünden sevaplarımdan alıp, o buğdayın sâhibine verdiler."
Hikâye:
Selmân-ı Fârisî hazretleri gecelerini namaz ve ibâdetle geçirirdi. Çok namaz
kılmaktan dolayı yorulduğu zaman, "Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahü ekber, Lâ
ilâhe illallah" gibi tesbîhle vakitlerini geçirmeye çalışırdı. Bundan da
yorgunluk meydana gelince, Allahü teâlânın celâlini ve azametini, büyüklüğünü
düşünürdü. Bir müddet tefekkürden sonra, nefsine; "Epeyce dinlendik,
rahatladık." der, tekrar namaza dönerdi. Gece bitinceye kadar bu şekilde meşgûl
olurdu.
Çok zaman
olur ki, insan birinin ihtiyâcını gidermek için çok gayret sarfeder, fakat bu
onun için mümkün olmaz. Allahü teâlâ, bu ihtiyâcı başka yoldan gönderir.
Mümin olan kimse başkalarının
ayıbını setredip, gizlemeli,
onları ifşâ etmemelidir. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Kim bir müminin
ayıbını örterse, Allahü teâlâ da kıyâmet gününde onun ayıbını örter."
Kabahatleri ve noksanlıkları görmemezlikten gelmek, dâimâ iyi şeyleri görmek,
güzel ahlâktır.
Şöyle
rivâyet edilir: Îsâ aleyhisselâm, havârîleri ile birlikte bir yere gidiyordu.
Yolda bir köpek leşi gördüler. Çok da fenâ kokmaktaydı. Havârîlerin çoğu, köpek
leşinin çok pis koktuğunu söylediler. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm; "Ne kadar
beyaz dişleri varmış." buyurdu. Yâni dâimâ iyi tarafları görüp, onlardan
bahsetmeli, kötü ve ayıp tarafları görmezlikten gelmelidir. Ancak, dînen
bildirilmesi îcâbeden ayıpların bildirilip, müslümanların aynı duruma
düşmelerini önlemek için olursa, mahzuru yoktur."
Yine haberde
şöyle gelmiştir: Kıyâmet gününde, birisinin Cehennem'e atılması emrolunur.
Cehennem'e götürülürken, o şahıs Cehennem ateşinden kurtulma ümidi ile üç defâ
geriye dönüp bakar. Allahü teâlâ o kulunu geri çevirir. Ona; "Üç defâ
geriye dönüp niçin baktın?" buyurur. O da şöyle cevap verir: "Yolun üçte birine
geldiğimde;
"...Gerçekten Rabbin cezâyı çok çabuk verendir. Yine şüphe yok ki, o çok
bağışlayandır ve çok merhametlidir." (A'râf sûresi: 167) meâlindeki âyet-i
kerîmeyi hatırladım. Yolun yarısına gelince; "Ve bir günah işledikleri veya
nefslerine zulmettikleri zaman, Allahü teâlâyı anarak hemen günahlarının
bağışlanmasını isteyenleri (ki günahları Allahü teâlâdan başka kim
bağışlayabilir?), hem de yaptıkları günaha bile bile ısrâr etmemiş olanlar
(var ya)." (Âl-i İmrân sûresi: 135) meâlindeki âyet-i kerîmeyi
hatırladım. Ümîdim daha da kuvvetlendi. Yolun üçte ikisine gelince; "(Ey
Resûlüm, tarafımdan kavmine) de ki: Ey (günah işlemekle) nefslerine
karşı haddi aşmış kullarım! Allahü teâlânın rahmetinden (sizi
bağışlamasından) ümîdi kesmeyiniz. Çünkü Allahü teâlâ (şirk ve küfürden
başka dilediği kimselerden) bütün günahları mağfiret buyurur." (Zümer sûresi: 53) meâlindeki âyet-i kerîmeyi hatırladım."
Allahü teâlâ mağfiret ve rahmeti ile o kulu Cehennem azâbından kurtardı.
Allahü teâlâ
kullarına pekçok rızık vericidir. Rızık, mahlukların faydalandığı şeydir.
Rızıklar zâhirî ve mânevî olur. Zâhirî rızıklar; yiyecekler, içecekler ve
giyecekler v.b.dir. Mânevî rızıklar sayısızdır. Allahü teâlâ bunları kullarına
ihsân eder. Kullar bunlardan faydalanırlar. Bütün faydalı rızıklar arasında iki
rızık vardır ki, herkes ondan faydalanır. Merhum Şeyh Sâdî, bunu Gülistan'ın
başında şöyle bildirmektedir: "İnsanın içine çektiği her nefes hayâtın devâmına,
dışarı verilen nefes ise, vücûdun ferahlamasına ve rahatlamasına vesîledir. Her
nefeste iki nîmet vardır. Her nîmetin şükrü ise vâciptir.
Allahü teâlâ
kulları arasına, âlimler, pâdişâhlar, mürşidler, rehberler, sadaka verenler,
insanlara faydalı kimseler koymuştur. Bunların hepsi rızıktır. İlme muhtâc
olanlara âlimler yeter. İrşâda doğru yolu öğrenmeye muhtac olanlara mürşid-i
kâmiller yol gösterir. Yiyecek ve içeceği olmayanların ihtiyâcını sadaka
verenler giderir. Adâlete muhtâc olan mazlumlara âdil sultanlar fayda verir.
Diğer dilek sâhiplerine de muhakkak bir yardım eden vardır.
Allahü
teâlâ, düşmanlarından intikam alıcı, çirkin işleri beğenmeyip âsilere azâb
edicidir. Allahü teâlânın cezâsı çok çetindir.
Hikâye:
Peygamberlerden birisine bir cemâat gelip; "Allahü teâlânın, kullarından râzı
olmasının alâmeti nedir?" diye sordular. Allahü teâlâ o peygamberine şöyle
bildirdi: "Onların işlerini, onların iyilerine seçilmişlerine bırakırım. Yâni
sultanlarını iyilerden eylerim. Gazabımın alâmeti odur ki, onların işlerini
onların kötülerine bırakırım. Yâni adâletten ayrılan kimseleri onların
başlarında bulundururum."
Eserlerinden
başlıcaları şunlardır:
1) Tabakâtü'l-Memâlik ve Derecâtü'l- Mesâlik, 2) Mohaçnâme, 3) Rodos
Fetihnâmesi, 4) Fetihnâme-i Karaboğdan, 5) Selîmnâme, 6) Mevâhibü'l-Hallâk fî
Merâtibü'l-Ahlâk, 7) Delâil-i Nübüvvet-i Muhammedî ve Şemâil-i Fütüvvet-i Ahmedî,
8) Hediyyetü'l- Mü'minîn, 9) Cevâhirü'l-Ahbâr fî Hasâilü'l-Ahyâr, 10) Kânunnâme,
11) Târih-i kale-i İstanbul ve Ma'bed-i Ayasofya, 12) Mensûr, 13) Münşeât, 14)
Dîvânçe.
KAYNAKLAR
1) Şakâyik-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.466
2) Tuhfe-i Hattâtîn; s.152
3) Peçevî Târihi; c.1, s.743
4) Künh-ül-Ahbâr; c.2, vr. 167
5) Tezkiret-üş-Şu'arâ (Hasan Çelebi); v.227
6) Şakâyik-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.113
7) Rehber Ansiklopedisi; c.3, s.197
8) Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi; c.1, s.406
9) Osmanlı Müellifleri; c.3, s.37
10) Selânikî Târihi; s.51
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.351
|
|