|
CELÂLEDDÎN-İ HİNDÎ (Kutb-i Rabbânî, Kebîr-ül-Evliyâ)
Hindistan'ın
büyük velîlerinden. İsmi, Muhammed olup babasınınki Mahmûd'dur. Aslen Kâzrûn
şehrinden olduğu için, Kâzrûnî, Hindistan'da Pâni-püt şehrinde yerleştiği için
Pâni-pütî, hazret-i Osmân soyundan olduğu için Osmânî nisbet edildi. Celâleddîn,
Kebîr-ül-evliyâ, Kutb-i Rabbânî lakabları verildi.Hindistan'da Celâl Pâni-pütî
diye tanındı. Yüz yaşından fazla ömür sürdü ve 1363 (H.765) yılında vefât edip,
Pâni-püt şehrinde defnedildi. Mezarının üstüne büyük bir türbe yapıldı.
Küçük yaşta
babası vefât etti. Amcasının terbiyesinde yetişti. Temel din bilgileri ile âlet,
yardımcı ilimleri öğrendi. Asrın büyüklerinden yüksek din bilgilerini tahsîl
etti.
Nice büyük
kimseler, Celâleddîn hazretlerinin büyüklüğünü daha küçük yaşta anlayarak,
yetişmesine yardımcı olmak için zaman zaman ziyâretine giderlerdi. Bunlardan
biri de Kutb-i ebdâl Şeyh Şerefüddîn Ebû Ali Kalender idi. Kutb-i Rabbânî
Celâleddîn Pâni-pütî'yi çocuk iken de çok sever, her gün ziyâretine gider, ona
teveccüh ederdi. Eğer evde bulamazsa, gittiği yeri öğrenir ve oraya varırdı.
Yine bir gün onun ziyâretine gitti. Bağa gittiğini söylediler. O da atına binip
bağa vardı. Onun geldiğini gören Şeyh Celâleddîn, bir kap içinde bir mikdâr yem
getirdi. Ebû Ali Kalender; "Evlâdım, bu nedir?" diye sordu. Celâleddîn de;
"Atınız için yem getirdim." dedi."Öyleyse, önce ata bir sor, bakalım aç mı, tok
mu?" buyurunca, ata döndü. Daha birşey sormadan at konuşmaya başlayıp; "Tokum,
efendim yem yedirdikten sonra sırtıma bindi." dedi. Çocuk yaştaki Celâleddîn, bu
hâle çok hayret etti. Kap elinde kaldı. Kutb-i ebdâl Ebû Ali Kalender; "Ey
evlâd! Kapta getirdiğiniz hediyeyi, biz de size bağışladık ve Allahü teâlâdan,
bu kaptaki tâneler kadar sana evlât vermesini diledik." buyurdu. Gerçekten de
Celâleddîn hazretlerinin sayılamayacak kadar çocukları, torunları oldu.
Şerefüddîn
Ebû Ali Kalender hazretlerinin terbiyesine verildi. Yıllarca ilim öğrendi ve
riyâzetler çekti. Çöllerde, sahrâlarda dolaşıp nefsini terbiye etti. Çöllere
düşmesine, Ebû Ali Kalender hazretlerinin bir sözü vesîle oldu. Birgün
Şerefüddîn Ebû Ali Kalender bir yolun kenarında oturuyordu. Kutb-i Rabbânî de
güzel bir atın üstünde uzaktan geldi. Ebû Ali Kalender hazretleri, atlı yanına
yaklaşınca; "Ne güzel at, ne güzel binici!" buyurdu. Bu sözü duyan Celâleddîn
birden değişip, bambaşka bir hâle geldi. Hocasının önüne varıp attan düştü.
Yakasını yırtıp elbisesini parçaladı. Kalkıp yola revân oldu. Senelerce
çöllerde, ıssız yerlerde dolaştı. Pek çok âlim ve velî ile sohbet etti.
Herbirinden çeşitli nîmetlere kavuştu. Yine de aradığını bulamayıp memleketine
doğru yola çıktı. Herkes aradığını onda buluyor, fakat o, aradığını kimsede
bulamıyordu. Bir kervandaki dervişlerle birlikte memleketine doğru giderken,
Hansî şehrine geldiler.
Zamânın
büyüklerinden Sultân-ül-meşâyıh Şeyh Cemâl Hansevî'ye rüyâsında Celâleddîn'i
karşılamak için emir verilip; "Şeyh Celâl Kebîr-ül-Evliyâ Pâni-pütî geliyor, ona
hizmet etmekte acele et. Senin silsilenin devâmı, onun senin hakkındaki hayırlı
duâlarına bağlıdır." denildi. Daha kervan şehre girmeden, gelenleri karşılamaya
çıktı. Hizmetçisine de târif edip; "Şöyle şöyle dervişler göreceksin, Onların
hepsini al gel!" diyerek gönderdi. Dervişler, eşyâlarını taşıttıkları
Celâleddîn-i Hindî'yi eşyâların başında bırakıp geldiler. Cemâl Hansevî, onları
görünce; "İçinizden kimse ayrıldı mı?" diye sorup, Celâleddîn'in kaldığını
öğrendi. Gidip onu da evine dâvet etti. Hepsine çok izzet ve ikrâmda bulundu.
Dervişleri gönderdikten sonra, Kutb-i Rabbânî Celâleddîn Pâni-pütî
hazretlerinden duâ istedi. Aczini ortaya koyup, onun duâsına çok ihtiyâcı
olduğunu söyledi. Çok ısrâr etti. Hazret-i Kutb-i Rabbânî, Cemâl Hansevî'ye duâ
edip, Fâtiha okudu. Onun bu duâsı bereketiyle, Cemâl Hansevî hazretlerinin
silsilesi, oğlu Nûreddîn vâsıtasıyla devâm etti.Kutb-i Rabbânî, derviş
arkadaşlarının yanına döndü. Dervişler, onun büyüklüğünü anlayıp, çok edeb
gösterdiler. Eşyâları alıp kendileri taşımak istediler. Ancak Celâleddîn-i Hindî
râzı olmadı. Zorla eşyâları yüklendi. Yola koyuldular. Onlardan önde yürüyen
Celâleddîn Hindî'nin eşyâları taşımasına hayret edip baktıklarında, eşyâların,
başının üstünde asılı olduğunu ve devamlı onu tâkib ettiğini gördüler. Ona olan
bağlılıkları daha da kuvvetlenip, eşyâları alarak özür dilediler.
Affedilmelerini istediler. Hazret-i Kutb-i Rabbânî; "Ey azîzler, bize sizden
hiçbir sıkıntı gelmedi. Belki sizin sohbetinizde, aranızda mahfûz kaldım. Bir
kusûr olmuşsa bile, affedilmiştir." buyurdu.
Bu arada
Şeyh Cemâl, henüz oradan fazla uzaklaşmıyan kâfileye tekrar adamlar gönderip,
evine dâvet etti. Dönmek istemediyse de, çok yalvardılar. Birkaç gün daha onda
misâfir kaldılar. O günler, hazretin muhabbetinin coştuğu ve sarhoş olduğu
zamanlar idi. Vatanına dönmek istemiyordu. Şeyh Cemâl, nasîhatler edip râzı
etti. "Bâbâ, sen Allah'ın sevgilisisin. İnsanların olgunlaşmasını sana verdi.
Senin böyle hayrân durman uygun değildir. Memleketinize gidip oturmanız iyi
olur. Bu günlerde oraya bir kemâl sâhibi gelecek. Sizin fütûhâtınız onun elinde
olacaktır. Onun hizmetinde murâdınıza kavuşacaksınız. Bana da izin olsa, ben de
gelir feyzlenirdim. Bugün hangi yoldan olursa, Pâni-püt'e gidiniz!" dedi. O,
Sultân-ül-evliyâ Kutb-i âlem Cemâl Hansevî'nin ısrârına dayanamayıp memleketine
döndü. O kemâl sâhibi bir kimse olarak bildirilen zât, Şems-ül-evliyâ Hâce
Şemsüddîn Türk Pâni-pütî'den başkası değildi. Sonunda o mübârek zâtın sohbetine
kavuşmakla şereflendi.
Bir rivâyete
göre ise; bir gün Celâleddîn-i Hindî, Kutb-i ebdâl Şeyh Şerefüddîn Ebû Ali
Kalender'e, kendini yetiştirmesi için çok yalvardı. Kutb-i ebdâl; "Ey azîz
oğlum! Senin kalbinin açılması, başkasının eliyle olur. O da bugün yarın bu
şehre gelir." dedi. Bekledi. Birkaç gün sonra vilâyet sâhibi, hidâyet semâsının
güneşi Şems-ül-evliyâ Hâce Şemseddîn Türk, üstâdının izni ile Pâni-püt'i teşrif
etti. O beldeyi vilâyet nûrları ile aydınlattı. Celâleddîn-i Hindî, ilâhî bir
ilhâmla onun huzûruna gitti. Talebeliğe kabûl edildi. Çetin riyâzet ve
mücâhedeler çekti, hilâfetle şereflendi, yüksek derecelere kavuştu. Hocasından
hiç ayrılmak istemedi. Hâce Şemseddîn buyurdu ki: "Sen benim oğlumsun. Allahü
teâlâdan, benden sonra benim yerime senin oturmanı istedim. Senin rehberliğin
ile çok insanlar maksadlarına kavuşurlar. Yalnız Resûlullah'ın sünnetini, yâni
evlenmeyi yerine getirmek, iki dünyâ saâdetlerindendir. Tâ ki, yarın Resûlullah
efendimize karşı mahcûb olmayasın." Kutb-i Rabbânî; "Buyurduklarınız doğrudur.
Tekrar özür dilemem yakışık almaz. Ancak çocuklarımın, kıyâmette beni mahcûb
edecek ameller işlemesinden korkuyorum." diye arz etti. Şems-ül-evliyâ; "Buna
üzülme! Allahü teâlânın emri ile sana söz veriyorum ki, iyileri sana, kötüleri
bana âittir. Onların cevâbını yarın ben vereceğim. Dünyâda da kimin bir müşkili
olursa, gelsin, bana hatırlatsın, ona yardım ederim. Sana bu işte çok
yüklenmemin sebebi bunu ben Levh-i mahfûzda görmemdir. Senden çok sayıda evlâd
dünyâya gelecek. Bu hususta bir şüphen varsa, gel, başını kaftanımın altına sok
ve gör." buyurdu. Emre uyup, başını kaftanın altına sokunca, Levh-i mahfûzu
gördü. Orada evlâdı gerçekten sayılamıyacak kadar çoktu. Onları silmek için
elini uzattı. Birden görmesi durdu. Şems-ül-evliyâ, o anda elini tuttu ve; "Ey
azîz oğlum, Allahü teâlânın irâdesine karışma. O kudret ve kudsiyet sâhibi,
senin amel defterine evlâd yazınca, sen onu silemezsin." buyurdu. Kutb-i
Rabbânî, hocasının ayaklarına kapandı. İstigfâr etti ve; "Emir, hazret-i pîrin
emridir. Onun rızâsı nasıl ve nerede ise, bu kul onu kendi için saâdet bilir."
dedi ve evlenmeye râzı oldu. Lâkin bir şart koştu. "Sağır, kör, topal ve benzeri
kadın olursa, benim nikâhıma onu verin." dedi. Araştırmalardan sonra, Kirnâl
şeyhzâdelerinde onun aradığı gibi temiz, afîf, zâhide ve benzeri üstün
vasıflarda bir kız bulundu. Şems-ül-evliyâ, Kutb-i ebdâl, akrabâlar, ileri
gelenler, Kutb-i Rabbânî ile birlikte Kirnâl'e gittiler, düğün yapıp, Pâni-püt'e
döndüler. Kutb-i Rabbânî'nin hanımına ilk sözü; "Ey hanım, bana bak, kalk bana
abdest suyu getir." oldu. Hanım hemen yüzünü açıp, kalktı ve abdest suyu
getirdi. Abdest aldırdı ve emir gereği kendisi de abdest aldı. Sonra o hazret,
ağzının temiz suyunu o afîfenin ağzına sürdü, Kur'ân-ı kerîmi önüne koydu ve
"Oku!" buyurdu. Hemen okudu. Bu hanım, mücâhede ve riyâzetle meşgûl oldu.
Nefsinin istediklerini yerine getirmeyip, istemediklerini yapmayı âdet edindi.
Neticede, bu hanımdan, beş oğlu ve iki kızı dünyâya geldi.
Rabbânî
ilhâmla, Şems-ül-evliyâ Hâce Şemseddîn Türk'ün sohbet ve hizmetini seçen, onun
teveccühü ile kısa zamanda kemâl mertebelerine ulaşan ve kutb-ül-aktâb olan
Kutb-i Rabbânî, dünyâya hidâyet sunup, insanları yakınlık mertebelerine
kavuşturdu. Üstâdı Şems-ül-evliyâ Hâce Şemseddîn Türk Pâni-pütî, Şeyh Celâleddîn
Kebîr-ül-Evliyâya icâzet verip, kendi yerine tâyin etti. İcâzetnâmesinde,
talebelerine onun hizmetinde bulunmalarını, duâlarına kavuşmak için
çırpınmalarını bildirdi. Hocası, icâzetnâmede onun silsilesini şöyle açıkladı:
"Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali, Hasan-ı Basrî, Abdülvâhid bin Zeyd, Fudayl
bin İyâd, İbrâhim-i Edhem, Hüzeyfe-i Mer'aşî, Hübeyret-il-Basrî, Mimşâd-i
Dîneverî, Kutbüddîn Ebû İshâk Şâmî, Ebû Ahmed Çeştî, Ebû Muhammed, Nâsıreddîn
Ebû Yûsuf, Hâce Mevdûd, Hâcı Şerîf Zendânî, Osman Hârûnî, Mu'înüddîn-i Çeştî,
Kutbüddîn Bahtiyâr Kâkî, Ferîdüddîn Mes'ûd Şeker Genc, Alâeddîn Ali Ahmed Sâbir
Kalyârî, o da fakîre hilâfet vermiştir. Ben de, hırka, asâ, makas ve kâseyi,
maddî ve mânevî irşâdlarımla, halîfem Muhammed bin Mahmûd bin Yâkûb'a verdim.
Ona, Çeştî isimlerinden olan Celâleddîn ile hitâb ettim. Onu şu anda makâmına
oturttum. Bundan sonra kimseyi bu görevle vazîfelendirmem. Bendeki her vazîfeyi
ona teslim eyledim. Ona icâzet verdim ve hepinizi ona ısmarladım." buyuran
yüksek hocası Şemseddîn Türk Pâni-pütî, talebelerini de, kimsenin erişemeyeceği
üstün derecelere yükselmiş olan talebesi Celâleddîn Pâni-pütî'ye teslim etti.
Onun üstünlüğünü, zamânın büyükleri îtirâzsız kabûl ederlerdi. Kutb-i Rabbânî
Celâleddîn hazretlerinin hizmetlerine koşarlar, pekçok nîmetlere kavuşurlardı.
Duâsı kabûl olunanlardandı. Her sözü söylemez, dilinden çıkan birçok şey, Allahü
teâlânın izniyle arzusuna uygun vâki olurdu.
Dayanılmayacak riyâzet ve mücâhedelerin ve hocasına yaptığı hizmetlerin sonunda
kalbden kalbe gelen halîfeliğe ve İsm-i âzama kavuştu. Dünyâlığı da çok
görünürdü. Mutfağında her gün çeşit çeşit yemek hazırlanır, yemek sofrasında bin
kişi hâzır bulunurdu. Binden aşağı düşse; hizmetçiler, emre uyarak sokak ve
çarşılardan eksik olan kadar adam getirirlerdi. Canı ava çıkmak istese, ava
giderdi. Bâzan on beş, bâzan bir ay avda kalır; orada da o mikdar yemek gâibden
mevcûd olur, o kadar insan da sofrada hazır bulunur ve yemek yerdi. Bütün bu
hallerine rağmen, evinde fakirlik hâkim olup, bir günlük yiyecek bulunmazdı. Bu
hâli bilenler; "Aman yâ Rabbî, bu ne ev, bu ne ikrâm, bu ne büyük bir
tasarruftur." derlerdi.
Tayy-i zaman
ve tayy-i mekân sâhibi olup zaman ve mekan elinde dürülür, Allahü teâlânın
izniyle, kendisine uzaklar yakın olur, zaman uzar ve kısalırdı. Çok zaman, Cumâ
namazlarını Kâbe-i şerîfte kıldığı halk arasında meşhûrdu.
Bir gün
Kutb-i Rabbânî hazretleri oturuyordu. Bu sırada ihtiyar bir kadın, elinde boş
bir ibrikle, güç belâ su taşımaya gidiyordu. Kutb-i Rabbânî kıymetli bakışlarını
ona çevirdi ve hâline acıdı; "Anacığım, sana yetecek kadar suyu taşıyacak kimsen
yok mu?" buyurdu. "Efendim, bir kimsem olsaydı, yâhut ücretle su taşıtacak kadar
param olsaydı, bu sıkıntıyı hiç çeker miydim?" dedi. Kutb-i Rabbânî, hemen
kalktı, ibriği elinden aldı, kuyunun başına gidip, doldurdu. Omuzuna alıp,
kadının evine götürdü ve; "Yâ Rabbî, bu suya bereket ihsân et!" diye duâ etti. O
günden sonra, ihtiyar kadın bu sudan ne kadar harcadıysa, hiç eksilmedi ve
hayâtı boyunca su taşımak zahmetinden kurtuldu.
Bir zaman
doğu tarafına sefere çıkmıştı. Bir gün bir yere geldi. Gördü ki, o köyün halkı,
mallarını toplamış, kaçmak üzereler. Halkın ne için kaçtığını sordu. Onlardan
biri; "Sultan çok vergi istiyor. Biz de veremiyoruz. Başka çâremiz kalmadı. Köyü
terk edeceğiz." deyince; "Reisinizi bana çağırın." buyurdu. Gidip reisi
çağırdılar. Reis geldi. "Ey reis, eğer şu kadar altın bulunur, sultânın
istediğini verdikten sonra, sizin için de bir miktâr kalırsa burada kalır
mısınız?" buyurdu. Reisleri; "Bu iş, bizim için imkânsız, lâkinAllah dostlarının
teveccühüyle çok kolaydır." dedi. Bunun üzerine Kutb-i Rabbânî; "Önce köyü bana
sat, benim olsun, sen rahat et." buyurdu. O bunu canına minnet bilip kabûl etti.
Sonra; "Köyünüzde ne kadar âlet varsa, toplayın." buyurdu. Hemen toplandı.
"Bunların hepsini, içine tezek konmuş tandıra atın ve tandırı yakın." buyurdu.
Öyle yaptılar. "Şimdi gidin, sabahleyin gelin bunları alın." buyurdu. Kendisi
uyudu. Gecenin yarısı geçince ve insanlar uykuya dalınca, oradan kalktı ve
memleketine döndü. Sabah olunca, köylüler tandırın yanına geldiler. Atılan her
âleti, saf altın olarak buldular ve bozdurarak vergi borçlarını ödeyip râhata
kavuştular. Öyle ki, çocukları bile zengin olup, o günden sonra sıkıntı çekmedi.
Bir gün dağ
başında bir yere gitti. Bir cûkî, (hind fakîri) gördü. Oturmuş, gözü kapalı
duruyordu. Önüne vardı. Cûkî gözünü açtı. Baktı ki, karşısında bir fakir durur.
Cebinden bir taş parçası çıkarıp ona uzattı ve; "Buna fâris derler. Hangi demire
sürsen, onu altın yapar." dedi. Hazret onu aldı ve yanlarındaki pınarın havuzuna
attı. Cûkî bu hâli görünce, şaşakaldı. Kalktı ve hazreti hırpaladı, ağır lâflar
söylemeye başladı ve: "Ağam, bu taş parçasını binlerce gayret ve mihnetle
buldum. Yazık ki, kıymetini bilmedin. Ben acıdım da, onu sana verdim.
Fakirlikten, darlıktan kurtulmanı istedim. Şimdi senin kurtuluşun, ne yapıp
yapıp o taşı bulup bana vermendedir. Senin işine yaramadı ise, niçin bana iâde
etmedin?" dedi. Hazret; "Ey cûkî! Mâdemki o taşı sen bana bağışladın, o benim
malım oldu. Ne istersem yaparım." buyurdu. Cûkî; "Doğru söylersin, ama gözümün
önünden gitseydin, istediğin gibi yapardın. Sen tutup benim yanımda suya attın,
beni çok kızdırdın. Sen taşımı vermezsen, yakanı bırakmam." dedi. Adamın
istediği olmazsa, rahat edemeyeceğini anlayıp: "Ey kıt düşünceli! O pınara git
ve taş parçanı al! Ancak şu şartla ki, orada o cinsten birçok taş görebilirsin.
Seninkinden başkasına tama' edip, el uzatmayacaksın." buyurdu. Cûkî kabûl etti.
Pınara geldi. Orada milyonlarca fâris taşının olduğunu gördü. En üst
taraflarında onun taş parçası duruyordu. Hayran ve şaşkınlığından ne yapacağını
şaşırdı. Kendi taşını aldı. Kendi taşına kanâat etmeyip, bir taş daha aldı.
İkinci aldığını gizlemek istedi. Kutb-i Rabbânî kalb nûru ile onun hâlini anladı
ve; "Ey taş yürekli, kör kalpli (basîretsiz)! Sana öyle yapmayacaksın demedim
mi? Sözünde durmadın." buyurdu. Cûkî pişmân oldu. Hemen gelip taşların ikisini
de hazret-i Kutb'un önüne koydu ve yüzünü Kutb-i Rabbânî'nin mübârek ellerine
sürdü ve; "Ey hazret! Seni bu ihtiyâçsız hâle getiren ilim ve mârifetten bana da
bir parça ver ve teveccüh eyle." dedi. Kalp gözü ile, cûkînin saâdet vaktinin
geldiğini anladı. Önce ona İslâmı anlattı. O da sıdk ve ihlâsla Kelime-i
tayyibeyi söyledi ve müslüman oldu. Sonra hazret-i Kutb'un talebesi olmakla
şereflendi, hizmetinde ve sohbetinde bulundu. Mücâhede edip, nefsine karşı
gelerek kısa zamanda kâmil bir velî oldu.
Kutb-i
Rabbânî Celâleddîn Pâni-pütî hazretlerinin, ilk evlendiği hanımından beş oğlu
iki kızı olmuştu. Oğulları; Hâce Abdülkâdir, Hâce İbrâhim, Hâce Şiblî, Hâce
Kerîmüddîn, Hâce Abdülvâhid idi. Temiz, afîf ve zâhide iki kızları Kirnâl
şehzâdeleriyle evlendi. On ikinci torunu, Senâullah-i Pâni-pütî, pek kıymetli
Tefsîr-i Mazhârî kitabının yazarıdır.
Kutb-i
Rabbânî Celâleddîn Pâni-pütî hazretleri pekçok talebe yetiştirdi. Kırk kâmil
halîfesi vardı. Torunlarından Siyer-ül-Aktâb kitabının yazarı Hidâye bin
Abdürrahîm yüksek dedesini öven-birçok şey yazdıktan sonra, şu kıt'ayı ilâve
eder:
"Bu ne söz, bu ne dil, bu ne bilgidir,
Diyen de, demeyen de pişmandır.
Gönül nerde, bu kol kanat nerede,
Ben kimim, Celâl'i tâzîm nerede."
Uzun zaman
Hindistan'ı nurları ile aydınlatan ve insanları ebedî saâdete, âb-ı hayat suyuna
kavuşturmak için uğraşan Kebîr-ül-evliyâ Kutb-i Rabbânî Celâleddîn Pâni-pütî,
birçok kıymetli eser de yazdı. Fevâid-ül-Füâd ve Zâd ül-Ebrâr adlı eserleri çok
ince bilgileri ihtivâ etmekte, severek okuyanların kalplerini serinletmekte ve
gönüllere huzûr, sürûr ve neşe vermektedir.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
KAZANLAR BOŞ
KALDI
Şeyh Ahmed
Kalender adında bir derviş, kemâl sâhibi bir kimse bulabilmek için Hindistan'a
gitti. Lüki-Çengel denilen yerde ikâmet etti. Âlim ve talebe bulunduğunu duyduğu
her yere mektup yazıp, onları dâvet etti. Bu dâvet üzerine, oraya pek çok kimse
geldi. Kutb-i Rabbânî de gitti. Bir sofra yayıp herkesi sofranın başına dâvet
etti. Sofradaki kazan kapakları açılınca, yemeklerin haram ve şüpheli şeyler
oldukları görüldü. Her kazanın içinde, eti pişirilen hayvanın başı da vardı.
Orada bulunanlar bu hâli görünce, ellerini yemeklere uzatmadılar. Uzun zaman
hayrette kaldılar. Hepsi Kutb-i Rabbânî'ye döndüler ve; "Ne yapmak lâzım?" diye
arz ettiler. "Dostlar! Niye şaştınız. "Hak teâlâ, kullarını koruduğu şeylerden
kulları yemesin diye, onlara, onları haram eyledi." diyen siz değil miydiniz?
Şimdi emredin de, o gibi şeyler bu sofradan çıksın gitsin." dedi. Bu söz
ağızlarından çıkmakla, eti pişen ve kellesi kazanda bulunan hayvanların hepsi
canlanıp yerinden fırladı ve doğru kapıya koştu. Kazanlar boş kaldı. Ahmed
Kalender bu büyük kerâmeti görünce, kalktı, Kutb-i Rabbânî'nin ellerine sarıldı
ve; "Ey hazret, fakir bunun için bu ziyâfeti tertib etmiştim. Kemâl sâhibi
arıyordum. Allahü teâlâ benim istediğimi verdi. Bu nîmetin şükrünü hangi dille
yapayım." dedi. Sonra ziyâfeti tertib eden Ahmed Kalender, bütün âlimleri
hürmetle uğurladı. Kutb-i Rabbânî orada bir müddet kaldı. O sâdık tâlib,
dileğine hazretin hizmetinde bir defâda kavuştu ve kâmil evliyâdan oldu. Kutb-i
Rabbânî ona hilâfet verdi ve Mültân'a gönderdi. Kendisi de Pâni-püt'e geldi.
KAYNAKLAR
1) Siyer-ül-Aktâb; s.197
2) Hediyyet-ül-Ârifîn; c.2, s.163
3) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.993, 1064
4) "The big five of India in Sufism", National Press,
India, 1972; s.124, 126
5) Mir'ât-ül-Esrâr; s.22
6) Sevâti-ul-Envâr; No. 26
7) Hazînet-il-Asfiyâ; c.1, s.361
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.10, s.57
|
|