CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

CELÂLEDDÎN-İ DEVÂNÎ

İslâm âlimlerinin ve velîlerin büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Es'ad es-Sıddîkî ed-Devânî, lakabı Celâleddîn'dir. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'ın neslinden olduğu için kendisine Sıddîkî denildi. 1429 (H. 833) senesinde İran'ın Kâzerûn şehrinin Devân nahiyesinde doğdu. 1502 (H.908) senesi Kâzerûn'da vefât etti.

Celâleddîn-i Devânî ilk tahsilini Kâzerûn'daki Câmi-i Mürşid'de hadîs ilmi okutan babası Muhammed bin Sa'düddîn'den yaptı. Kendisinden sarf, nahiv, edebiyât, fıkıh, tefsir ilimlerini öğrendi. Sonra Şîrâz'a gidip Hüseyin Lârî, Hasan bin Bakkal, Seyyid Safiyyüddîn, Abdurrahmân Îcî, Ebü'l-Mecîd Abdullah bin Meymûn Kırmânî, Rükneddîn Rûzbekânî, Ömer Şîrâzî ve Muhyîddîn Muhammed Ensârî Köşknârî'den ilim öğrendi. Devânî, yazmış olduğu Enmûzec-ül-Ulûm adlı küçük ansiklopedik eserinde hocalarının isimlerini bildirmiştir.

Celâleddîn-i Devânî, zamânının din ve fen ilimlerini tamamlayıp icâzet, diploma aldıktan sonra, Karakoyunlu hükümdârı Cihân Şahın Tebrîz'de yaptırdığı Muzafferiyye Medresesinde müderris oldu. Sonraki yıllarda Akkoyunlu hükümdârı meşhûr Uzun Hasan'ın ülkesine giden Mevlânâ Celâleddîn-i Devânî, Şîrâz şehrindeki Medreset-ül-Eytâmda müderris oldu. Şîrâz'a yerleşti. Burada ilim ve irfan âşıklarına fen ve din ilimlerini okutarak, çok talebe yetiştirip fevkalâde hürmet ve saygı gördü. Şöhreti her yere yayıldı. Kendi memleketinin halkı ondan ilim öğrendiği gibi, Anadolu'dan, Mâverâünnehr bölgesinden, Horasan'dan nice ilim âşığı derslerine akın etti. Celâleddîn-i Devânî bir aralık Tebrîz'e gitti. Orada büyük âlim ve velî İbrâhim-i Gülşenî hazretlerinin sohbetine devâm ederek, tasavvufta da yetişti. Tesirli sözleri ve eserleriyle meşhûr oldu.

Celâleddîn-i Devânî çok konuşmanın zararlarını ve konuşma âdâbını şöyle anlatır:

"Fazla konuşmamalıdır. Zîrâ çok konuşmak; zihin hafifliği, akıl zayıflığının alâmetidir. Kişinin heybetini kırar, îtibârını düşürür. Hazret-i Âişe buyurur ki:

"Hiçbir sözü boş olmayan Resûlullah efendimiz, az, öz ve tâne tâne konuşurdu. Bir mecliste konuşsa, mübârek ağzından çıkan kelimeler sayılmak istense, sayılabilirdi." Âlimler demişlerdir ki, lüzûmsuz çok konuşan bir kimseyi görürsen, bilki, aklı yoktur. Söyliyeceği sözü iyice düşünmeden dile getirmemeli, ağzından çıkarmamalıdır. Hikmet sâhibleri; "Önce düşün, sonra söyle." demişlerdir. İhtiyaç, lüzûm olmadan konuşmamalıdır.

Konuşurken gülmemelidir. Mecliste birisi konuşurken, sözünü kesip araya girmemelidir. Bir kimsenin anlattığı bir şeyi bilse de, bildiğini belli etmeyip, o kimse sözünü tamamlamalıdır.

Başkasına sorulan bir suâle cevap vermemelidir. Onun da bulunduğu bir topluluğa sorulursa, başkalarından evvel davranıp, cevap vermede acele etmemelidir. Bir kimse cevap verirken, kendisinin daha iyi bildiğini anlarsa, o kimsenin bitirmesine kadar beklemeli, sonra cevap vermeli ve kendinden önce konuşanı ayıplamamalıdır.

Kendisine bir şey söylendiği zaman, söyliyenin sözü bitmeden, cevap vermeye başlamamalıdır. Yanında olan mubâhase, konuşma ve tartışmalarda kendisi yoksa, yâni onu ilgilendirmiyor veya onun karışması istenmiyorsa, karışmamalıdır. Ondan gizli konuşuyorlarsa, kulak vermemelidir.

Lüzûmsuz hareketlerden kaçınmalıdır. Meselâ sakalı ile saçı ile, diğer uzuvları veya elbisesi ile oynamamalıdır. Parmağını burnuna veya ağzına sokmamalı, parmaklarını çıtırdatmamalı, esnememeli, gerinmemeli, tükrüğünü, balgamını, sümüğünü de, sesini başkalarının duyacağı şekilde atmamalı ve kıbleye doğru tükürmemeli, sümkürmemelidir. Elini ve yüzünü eteğiyle, elbisenin kol ağzıyla, yeniyle silmemelidir.

Bir meclise gidince, kendinden aşağı olanların veya yüksek olanların yerlerine oturmamalıdır. Ama meclisin büyüğü o ise, istediği yerde oturabilir. Anlamadan bu yerlerden birinde oturmuşsa, hâtırına geldiği zaman münâsib yere gitmelidir. Orada boş yer yoksa, hiç sıkıntı ve derd etmeden geri dönmelidir.

İnsanların yanında uyumamalıdır. Sırt üstü hiç yatmamalıdır. Hele uyurken horlayan buna çok dikkat etmelidir. Çünkü bu şekilde yatmak horlamayı arttırır. Eğer bir mecliste, kalabalıkta uyku gelirse, mümkünse kalkıp gitmeli, değilse, bir hikâye, bir düşünce veya bir başka yolla def etmelidir. Oradakiler hep uyuyorsa, ya onlara uyup uyumalı, yâhut kalkıp gitmelidir.

Kısaca, öyle hareket etmelidir ki, kimse ondan nefret etmemeli ve ona acımamalıdır. Yâni acınacak hâle düşmemelidir. Bu âdetlerden biri ona ağır gelirse, bunları yapmadığı zaman doğacak zarar ve ayıplamanın, bunlara katlanmaktan ağır ve çirkin olduğunu aklından çıkarmamalıdır.

Celâleddîn-i Devânî hazretleri çocuk terbiyesine çok önem verilmesini sık sık anlatırdı. Bir seferinde buyurdular ki:

"Çocuk dünyâya gelince, yedinci günü ona isim koymalıdır. Düşünüp iyi bir isim koymalıdır. Çünkü rastgele bir isim konursa, ömür boyu ona sıkıntı verebilir. Bunun için çocuğa iyi isim koymaya dikkat etmek, çocuğun babası üzerindeki haklarındandır.

Süt emme zamânı bitince, terbiyesi ile meşgûl olmalı, kötü ahlâk ve huy edinmesine engel olmalıdır. Çünkü çocukların kâbiliyetleri kemâl üzeredir. Tabiatının meyli ise kötülükleredir. Çabuk bozulabilirler. Bunun için iyi ahlâklı olmasına dikkat etmeli ve bunda bir sıra gözetmelidir. Çocukta ilk görülen, göze çarpan duygu hayâdır. Hayânın çokluğu, fazîlete işârettir. Çocukta hayâ hasleti görünce, daha çok ihtimâm etmelidir.

İlk terbiye, çocuğu kötü arkadaşlardan men etmek, alıkoymaktır. Çünkü, çocukların rûhu temiz bir ayna gibidir. Karşısında olanı hemen tutar, alır. Bundan sonra İslâmın şartlarını, dînin emirlerini ve sünnetin edeblerini öğretmeli ve bu öğretme işine devâm etmelidir. Öğrenmek istemezse müsâmaha etmemeli, devâm etmelidir. Gerekirse, azarlamalıdır. Fakat yaşı ve kâbiliyeti de göz önünde bulundurmalıdır. Nitekim dînimizin hükmüne göre, yedi yaşında namazı öğretmeli, kıldırmalıdır. Eğer on yaşına gelir de kılmazsa, azarlamalı, hattâ dövmelidir. İyileri övmeli, kötüleri ayıplamalı ve böylece iyiliğe teşvik etmelidir. Kötülükten, çirkin işlerden men etmelidir. İyi bir iş yaparsa, onu övmeli, âferin demeli, kötü bir iş işlerse, ayıplayıp korkutmalıdır. Elden geldiği kadar açık sitem etmeli, yanlışlıkla yaptı, unutarak etti deyip, cür'etini arttırmamalıdır. Gizli bir şey yapmışsa, yüzüne vurmamalı, hayâ perdesini yırtmamalıdır. Tekrar yaparsa, yalnız bir yerde, onu tembih etmeli, azarlamalıdır. Yaptığı o işin, çok çirkin olduğunu söylemeli, bir daha yapmaması için korkutmalıdır. Sık sık azarlamamalıdır. Yoksa azarlamak, ayıplamak âdet hâline gelir. "İnsanlar yasaklara karşı meyilli ve harîs olurlar." sözü gereğince, tekrar yapmaya koyulabilir. Bunun için iyi idâre etmelidir.

Çocuğun nazarında yemeyi, içmeyi, iyi elbise giymeyi önemsiz göstermeli, süslü elbiseler, renkli kumaşlar kadınların beğeneceği şeylerdir, erkekler böyle şeyleri sevmez demelidir. Hep yemeye, içmeye düşkün olmaması için uyarmalıdır.

Önce yemek yemenin edeplerini öğretmelidir. Yemek yemekten maksad, bedenin sıhhatini korumaktır, lezzet almak değildir demelidir. Yemek ve içmek ilâç gibidir, onunla açlık ve susuzluk giderilir demelidir. İlaç belli miktârda alındığı zaman faydalı olduğu gibi, yemek ve içmek de, açlığı ve susuzluğu giderecek kadar olursa faydalı olur demeli, çeşitli yemeklere alıştırmayıp, bir yemekle yetinmeye alıştırmalı, iştihâsını zabt ettirmeli, istediğini değil, bulduğunu yemeğe alıştırmalı, lezzet ve zevklere önem vermemesini öğretmelidir. Zaman zaman çocuğa kuru ekmek vermeli, zaman olur ki, ondan başka bir şey bulamadığı olur. Onun için öyle alıştırmalıdır. Bu edebler, zengin olmayanlar içindir. Zenginler yaparsa daha iyi olur. Eti normal yedirmelidir. Yemekten hemen sonra mümkünse su içirmemelidir.

Her ne kadar alkollü içkilerden sakınmak herkese lâzım ise de, çocuklara akıllarına göre anlatıp, men etmek husûsunda çok söylemeli, rûha da, bedene de çok zararlıdır demelidir. İnsanın, kızgınlığını, sinirini, hayâsızlığını arttırır ve bu hâller onda meleke, alışkanlık hâline gelir demeli, böyle kimselerle düşüp kalkmaktan, arkadaşlık etmekten kesin olarak men etmelidir.

Çirkin sözleri, dînimize uymayan sesleri dinlemekten men etmelidir. Vazîfelerini bitirmeden ve sıkıntı çekmeden yemeğini vermemelidir.

Kapalı ve gizli işlerden onu men ederek, kabahate karşı cesâretini kırmalıdır. Gündüz ve gece çok uyutmamalı, yumuşak elbiselere alıştırmamalı, yaya yürütmeli, bineğe binmesini öğretmeli, oturma, kalkma ve konuşmanın edeplerini anlatmalı, kadınlar gibi süslenmemesini, vakti gelmeyince yüzük takmamasını söylemelidir. Babasıyla ve dünyâ malı ile arkadaşlarına övünmekten men etmeli, yalan söylemekten sıkı men etmeli, doğru veya yalan yemin etmemesini tembih etmelidir. Çünkü yemin, herkes için kötü bir şeydir. Uygun olarak yapılırsa da mekrûhtur. Ancak din için faydalı olursa, câizdir. Büyüklerin yemin etmeye ihtiyâcı olsa da, çocukların hiç ihtiyâcı yoktur. Büyüklerin yanında susup oturmasını, sorulursa, kısa cevap vermesini öğretmeli, hep iyi konuşmayı âdet etmesini anlatmalıdır. Büyüklerin çocuklarına bu edebler daha çok lâzımdır.

İlim öğrenmeye çok teşvik etmelidir. Hoca dövse de, kayırmamalı, lüzumsuz yere çocuğu azarlamamalıdır. Dayağa ihtiyâc olursa, bir daha yapmaması için önce kuvvetli azarlamalıdır.

Çocuğu cömerdliğe alıştırmalı, mal ve mülkü gözünden düşürmelidir. Çünkü para ve mal sevgisinin zararı, zehirden çoktur. İmâm-ı Gazâlî hazretleri; "Yâ Rabbî, beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut!" meâlindeki İbrâhim sûresi: 35. âyetinin tefsîrinde buyuruyor ki: Putlardan murâd, altın ve gümüştür. Yâni İbrâhim aleyhisselâm; "Beni ve çocuklarımı altına ve gümüşe tapmaktan, kalbimizi onlara bağlamaktan koru!" diye duâ ediyor. Çünkü bütün kötülüklerin menşei; parayı, dünyâyı sevmektir.

Boş zamanlarında çocuklara oyun oynamak için izin vermelidir. Ama sıkıntılı ve zor oyunlar ve kötülüğe sebep olacak alışkanlıkları veren oyunlardan sakındırmalıdır. Bu edebler herkes için iyidir. Gençler için ise, daha iyidir. Anlama yaşına gelince, ona dünyâ malından esas maksadın, sıhhati korumak olduğunu anlatmalı, dünyâyı âhirete sermâye yapmayı tembih edip, öğütlemelidir.

Eğer ilim sâhibi olacaksa, ilim tahsîli için gerekli terbiye verilmelidir. San'at sâhibi olacaksa, dînî vecîbeleri öğrenip yaptıktan sonra, o sanatla meşgûl etmelidir. Burada en iyisi, çocuğun tabiatine, yâni kâbiliyetine bakmalı, durumunu incelemeli, neye istidâdı olduğunu sezmeli, kâbiliyetinin hangi ilim ve sanata daha yatkın olduğunu anlayıp, o tahsîl ve sanata vermelidir. Zîrâ Peygamber efendimiz; "Kişi ne için yaratılmışsa, o işi ona kolaylaştırılır." buyurdular. Herkesin her sanata kâbiliyeti olmaz. Belki herkesin bir sanata istidâdı olur. Bunun altında derin bir sır vardır. Böyle olmasının sırrı, cemiyetlerin ayakta durması ve insanların düzenli, tertipli ve herbirinin ayrı işler görerek, birbirinin eksik taraflarını gidermesidir. Çünkü bir kimse bir sanata istidâtlı ise, küçük bir gayretle onu öğrenir. O işe istidâdı yoksa, ona boşuna emek verip, boşuna ömür tüketir. Eğer çocuğun bir sanata karşı kâbiliyeti yoksa, onu başka sanata vermelidir. Bunda da, çocuğun o işi yapamayacağını iyice anlamalıdır. Değilse ümitsizliğe, başarısızlığa kapılır. Bir sanatı öğrenince, geçimini ondan sağlamasını emretmelidir. Onun zevkini alıp daha iyi yapmaya çalışmalı ve o sanatın inceliklerini öğrenmeli, branşında ihtisâs yapmalıdır.

Çocuğa büyüklerin âdeti olan temiz, tayyib bir kazanç getirecek iş yaptırmalıdır. Baba veya anasından kendine ulaşana güvendirmemelidir. Çünkü babalarının malı, parası ile gururlanan, övünen zengin çocukları, sanat öğrenmekten mahrûm olmuşlar, durumları değişince de sıkıntıya düşmüşlerdir.

Çalışma, kazanma ve bir ev idâre etmeyi başardığında, onu evlendirmeli ve kazancını ayırıp, ona vermelidir."

Celâleddîn-i Devânî hazretleri ömrünü ilme ve insanlara hizmetle geçirdi. Uzun Hasan'ın oğullarından Yâkub ve Murâd beyler zamânında, Fars bölgesi kâdısı oldu. Bu büyük âlimin bir aralık Hindistan'a gittiği ve oranın sultânı adına bâzı ilmî eserler yazdığı rivâyet edilmiştir. Celâleddîn-i Devânî hazretleri her ilimde söz sâhibi idi. Özellikle kelâm ve mantık ilimlerine dâir yazdığı eserleri ile pek meşhûrdur. Eserleri, asırlarca İslâm ülkelerindeki medreselerde ders kitabı olarak okundu. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî AhmedFârûkî Serhendî, Mektûbât kitabında bu büyük âlimin yüksek derecesini bildirmektedir.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri: "...Mantığa dayanarak, akl ile, düşünce ile hâsıl olan îmâna gelince, bu yoldan îmân elde edilebilir. Fakat elde edenler pek azdır. Allahü teâlânın varlığını bu yoldan isbât etmekte, Mevlânâ Celâleddîn-i Devânî gibi biri daha bulunduğunu bilmiyoruz. Çünkü, hem muhakkıkdır ve hem de sonra gelenlerdendir ve bu yüksek varlığı isbât etmek için çok uğraşmıştır." buyurmuştur.

Celâleddîn-i Devânî hazretleri pek çok eser yazdı. İstanbul kütüphânelerinde tesbit edilebilen eserlerinin sayısı otuz beşe ulaşmakta olup, bunlardan yirmi sekizi Arabca, diğerleri de Farsçadır. Farsça şiirler yazdığı, KAYNAKLARda ifâde edilmektedir. Bu eserlerin başlıcaları şunlardır: 1) Şerh-i Akâid-i Adûdiyye, 2) Ahlâk-ı Celâlî (Bu eserin asıl adı Levâmi'ul-Eşrâk fî Mekârim-il-Ahlâk'dır.). 3) Fâtiha ve Kâfirûn Sûrelerinin Tefsîri, 4) İsbât-ül-Vâcib (Risâle-i Kadîme), 5) Ef'âl-ül-İbâd, 6) Hakîkat-ün-Nefs, 7) Risâle-üt-Tevhîd, 8) Ta'rîfü İlm-il-Kelâm, 9) El-Es'ilet-üş-Şerîf-ül-Kur'âniyye, 10) Arznâme, 11) Ennümûzec-ül-Ulûm, 12) Erbeûn-es-Sultâniyye, 13) Şerh-i Rubâiyyât, 14) Şerh-ut-Tehzîb, 15) Hâşiyet-üt-Tasavvurât, 16) Heyâkil-ün-Nûr Şerhi, 17) Tehzîb-ül-Mantık Şerhi, 18) Şâfiî mezhebi fıkıh bilgilerinde Fetevâ-i Envâr üzerine yaptığı hâşiye, 19) Tefsîr-i Kalâkıl (Kul ile başlayan 4 kısa sûrenin, Kâfirûn, İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerinin tefsîridir.)

Celâleddîn-i Devânî hazretlerinin, Ahlâk-ı Celâlî adlı ahlâk ile ilgili eseri Farsça olup, 1882 (H.1304) senesinde Hindistan'da sekizinci defâ basılmış ve İngilizceye de tercüme edilmiştir.

 

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

YEMEK YEME ÂDÂBI

Yemek yeme âdâbıyla ilgili şöyle anlatır:

"Önce elini, ağzını, burnunu yıkamalıdır. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Yemekten önce elini yıkayan, fakirlikten kurtulur."

İlk lokmayı alırken Besmele ile yemeğe başlamalı, yemeği bitirince "Elhamdülillah!" demelidir. Ev sâhibi ise, en önce yemeğe o başlamalıdır.

Elini, elbisesini, sofrayı, örtüyü kirletmemeli, elle yenilecek şeyleri üç parmakla yemeli, yerken ağzını açmamalı, büyük lokma almamalı, lokmayı ağzına alır almaz, çiğnemeden yutmamalı, normalden fazla da ağzında tutmamalıdır. Bir lokmayı yutmadan, ikinci bir lokmaya el uzatmamalı, dökülen kırıntıları toplamalıdır. Yemek esnâsında parmağını yalamamalıdır. Ama yemek bitince yalayabilir. Hattâ o zaman yalamak sünnettir.

Yemeğin rengine bakmamalı, yemeği koklamamalı, yemeğin hep birinden yiyip, diğerlerinden yememezlik etmemelidir.

Eğer sofrada iyi bir yemekten az bulunursa, diğerlerini bırakıp hep onu yememeli, diğer arkadaşlarını kendine tercih etmelidir.

Önünden yemelidir. Ancak meyve tabağının diğer tarafından da alınabilir. Ağzına götürmüş olduğu kemik ve benzeri şeyleri, ekmeğin ve sofranın üzerine koymamalı, eğer yediği et veya lokmadan kemik çıkarsa, yavaşca ağzından çıkarmalıdır. Yemek yerken tiksindirici hareketlerden, sözlerden, hikâyelerden sakınmalıdır. Ağzından çıkardığı bir şeyi kâseye, tabağa atmamalı, kısaca; öyle yemek yemelidir ki, tabağında yemek artsa, bir başkası tiksinmeden yiyebilmelidir. Misâfir ise, ev sâhibinden önce yememeli, ama başkaları yemeğe başlamışsa, onlara uyup yemelidir. Aç da olsa, buna riâyet etmelidir. Ama evinde ve mahremlerinin olduğu yerde hemen başlayabilir.

Ev sâhibi ise, misâfirler yemekten el çektikten sonra, yemekten el çekmelidir. Yavaş yavaş yemeli, eğer kimse yemeğe devâm etmiyorsa, yalnız kalıp, utancından bırakmamalıdır.

Yemek arasında su içmek îcâbederse, rahat ve yavaş içmelidir. Ağzının ve boğazının sesi su içerken duyulmamalıdır. Dili ile dişlerinin arasından aldıklarını yutmalı, ama kürdanla aldıklarını uygun bir yere atmalı insanları tiksindirmemelidir.

Ellerini yıkarken ve temizlerken, parmaklarını ve tırnak diplerini iyice yıkamalı, aynı şekilde dudaklarını, ağzını, dişlerini iyice temizlemeli, leğene tükürmemelidir. Ağzını yıkadığı suyu dökerken, eliyle örtmelidir. Yemek yemeden önce el yıkarken, başkalarından öne geçmeye çalışmamalıdır."

 

KAYNAKLAR

1) Mektûbât (İmâm-ı Rabbânî); c.1, mektub, 272

2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (48. Baskı) s.1046

3) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.9, s.47

4) Ed-Dav-ül-Lâmi'; c.7, s.133

5) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.160

6) En-Nûr-us-Safîr; s.123

7) El-A'lâm; c.6, s.32

8) Keşf-üz-Zünûn; s.39, 184, 195, 853, 877, 1141, 1905, 2047

9) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.54

10) Ahlâk-ı Celâlî; s.201, 206, 214, 217, 218, 220, 223, 228

11) Kâmûs-ul-A'lâm; c.3, s.1824

12) Rehber Ansiklopedisi; c.4, s.133

13) Fevâid-ül-Behiyye; s.89

14) Resâil-i Molla Celâl, Hamidiye No. 1438 vr. 131

15) Persian Literatüre; c.2, s.1277

16) Brockelman; Sup. 2, s.306

17) Menâkıb-ı İbrâhim Gülşenî; s.41-44

18) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.344