BURHÂNEDDÎN BİN MUHAMMED EĞRİDİRÎ
Anadolu'da
yetişen ve Anadolu'yu aydınlatan meşhûr velîlerden. 1494 (H.900) senesinde
Tosya'da doğdu. 1562 (H.970)'de Eğridir'de vefât etti. Kabri, Eğridir Yazla'daki
câminin yanında bulunan kabristanda dedelerinin kabirleri yanındadır. Baba ve
anne tarafından âlim ve fazîlet sâhibi bir âileye mensuptur. Peygamber
efendimizin soyundan olup seyyiddir. Nesebi baba tarafından evliyânın
meşhurlarından Seyyid Hakim Ali Tirmizî'ye ulaşır. Babası, Tokatlı Mehmed
Muhyiddîn Efendidir. Annesi evliyânın meşhurlarından Seyyid Muhammed Çelebi
Sultan'ın kızı Şehribânû Hâtundur. Annesi; "Oğlum Burhâneddîn doğduğunda kırk
gün beşiğinde zikretti." demiştir.
Tahsîlini
memleketinde tamamladıktan sonra İstanbul'a gitti. Tasavvufta yetişmek üzere
Zeyniyye tarîkatı şeyhi Tosyalı Şeyh Nasûh Efendinin, derslerine ve sohbetlerine
devâm etti. Bu hocasının rehberliği ile kemâle erip, icâzet verildi. Eğridir'de
dedesi Muhammed Çelebi'nin vefâtı ile boşalan zâviyede insanlara rehberlik
yapmak, doğru yolu anlatıp, ilim öğretmekle vazîfelendirildi. Ayrıca vâz ve
nasîhatlarıyla doğru yolu anlatıp halkı irşâd etti. Ehl-i sünnet îtikâdının
kalplere iyice yerleşmesi, din bilgilerinin öğrenilmesi ve öğrenilen bu
bilgilere göre amel edilmesi, yaşanması, İslâm ahlâkının yayılması husûsunda
büyük hizmetler yaptı.
Menkıbe ve
kerâmetlerinden bir kısmı şöyledir:
Hacı Halîfe
adında bir zât şöyle anlatmıştır: "Muhammed Çelebi Sultan hazretleri vefât
edince, Mezar-ı Şerîfdeki dergâhı bir müddet hocasız kaldı. Yerine geçecek kimse
bulunamadı. Torunu Burhâneddîn Efendi dergâha yerleşti. Burada Zeyniyye
tarîkatını, yolunu yaymak istedi. Dedesinin talebeleri; "Bu iş böyle olmaz, kişi
kendiliğinden şeyh olamaz. Bir mürşîd-i kâmilin terbiyesinde yetişip, bu hususta
icâzet alması lâzımdır." dediler. Burhâneddîn Efendi de bu sırada kendisini
yetiştirecek bir mürşîd-i kâmil aramaya başladı. Bursa'da Şeyh Tâceddîn
zâviyesinde bulunan Şeyh Nasûh Efendinin büyük âlim, yetişmiş ve yetiştirebilen
bir rehber olduğu haber verildi. Annesi istihâre edip, evliyânın meşhurlarından
olan babası Muhammed Çelebi Sultanın rûhâniyetinden istimdâd, Allahü teâlânın
izniyle yardım istedi. Oğlunu Şeyh Nasûh Efendiye göndermesi, kalp gözünün o
zâtın rehberliği ile açılacağı işâret edildi. Şeyh Burhâneddîn Efendi o sırada
henüz on yedi on sekiz yaşlarında idi. Beni de yanına aldı. Berâberce Bursa'ya
gittik. Şeyh Nasûh Efendinin huzûruna varıp bir müddet sohbetinde bulunduk.
Burhâneddîn Efendiye nazar edip, çok kâbiliyetli olduğunu ve tasavvufta
eğitilmeye muhtaç olduğunu gördü. Hemen halvete girmesini söyledi. Bana da
halvete girmemi söyledi. Usûl üzerine her gün gördüğümüz rüyâyı hocamıza
anlatıyorduk. Bir gün rüyâmızı arz etmek üzere huzûruna çıkacaktık. Kapıya
vardığımızda içeride bir zât ile sohbet ettiğini anladık. Bu, Muallimzâde idi.
Konuştukları dışarıdan duyuluyor ve şöyle konuşuyorlardı:
Muallimzâde,
şeyhe; "Efendim, Eğridirli Burhan Çelebi'nin hâli nasıldır?" diye soruyordu.
"Efendim onun hâlini sormaya ne hâcet! Eline bir balta almış ve bir ormana
girmiş önüne geleni kesip ormanı yararak gider. Onun önünde durulmaz! Kısa
zamanda bir mürşîd-i kâmil olur. Onun hâli dil ile anlatılamaz." diyordu.
Nihâyet Şeyh Nasûh Efendinin yanında tahsîlini ve verilen vazîfeleri tamamlayıp
kemâle erdi. Hocası ona icâzet vererek irşâd ve insanlara rehberlik etmekle
vazîfelendirdi. Bundan sonra Eğridir'e dönüp dedesinin dergâhında mürşid oldu.
Senelerce rehberlik edip pekçok insanın saâdete kavuşmasına vesîle oldu."
Osmanlı
devlet adamlarından Rüstem Paşa vezir olmayı arzu edip bunun için uğraşırdı.
Fakat bâzı kimselerin aleyhinde çalışması sebebiyle Teke sancağına tâyin edilip,
merkezden uzaklaştırıldı. Teke'ye vazîfeli olarak gidince Isparta'ya da uğradı.
Orada zamânın meşhur velîsi, büyük mürşid Şeyh Burhâneddîn hazretlerinin
şöhretini duydu. Bu zâtı tanımak ve sohbetinde bulunmak için Eğridir'e
ziyâretine gitti. Sohbetinde bulunup duâsını aldı. Şeyh hazretleri kendisine
iltifat gösterdi. Bu tanışmadan sonra dergâhına sık sık gidip sohbetinde
bulunurdu. Yine bir gece dergâha misâfir olmuştu. Bu ziyâretinde Rüstem Paşaya
vezir olacağını iki defâ müjdeledi. Rüstem Paşa çok arzu ettiği vezirlik için
ümit kesilmişken böyle bir müjdeye çok sevindi. O zâtın duâsını ve himmetini
aldıktan sonra günden güne devlet kademelerinde yükselmeye başladı. Sonunda
vazîriâzam oldu. Burhâneddîn hazretlerinin verdiği müjde gerçekleşince ona
muhabbeti ve bağlılığı iyice arttı.
Burhâneddîn
hazretleri bir ara oğullarını görmek için İstanbul'a gitmişti. Rüstem Paşa
vezîriâzam sıfatıyla ona çok alâka, hürmet gösterip, hizmet etti. Ayrıca Küçük
Ayasofya Zâviyesini verip burada insanlara hak ve hakîkati anlatması için
ısrarla ricâda bulundu. Ricâsını kabûl edip bir sene kadar bu zâviyede kaldı.
Sonra evliyâ olan ecdâdının rûhâniyetinin işâreti ile Eğridir'de Mezâr-ı Şerîf
denilen yerdeki dergâhlarına dönmeye karar verdi. Vezîriâzam Rüstem Paşaya;
"Oğul! Biz dağ civârında büyüyüp uzlete, yalnızlığa alışmışız. Hayır duâmızı
istersen bizi mekânımıza gönder. Sağ olursak üç dört senede bir İstanbul'a gelip
sizi ve burada bulunan kâdı, müderris olan evlâdımızı ziyâret ederiz." dedi.
Paşa bu durumu pâdişâh Sultan Süleymân Hana arz etti. Gerekli müsâade çıktı.
Eğridir'de bir vazîfe verip maaş bağlamak istenince; "Bize otuz akçe kâfidir."
dedi. Otuz akçe maaş ile Eğridir'e döndü. Dönmeden önce Rüstem Paşa onu
pâdişâhla görüştürmeyi arzu ettiyse de şeyh hazretleri; "Sultanlarla görüşmek
dervişlere zarar verir." diyerek görüşmedi. Burhâneddîn hazretleri Eğridir'e
döndükten sonra Baba Çelebi adında biri hasedinden dolayı Rüstem Paşaya onun
hakkında uygun olmayan sözler sarfederek kötüledi. Rüstem Paşanın îtimâdının ve
muhabbetinin sarsılmasına sebeb oldu. Şeyh hazretleri bu durumun farkına varıp
Rüstem Paşaya kırıldı. Bundan sonra Rüstem Paşa, Sultan Mustafa vak'asında
vezirlikten uzaklaştırıldı. Ummadığı bir anda bu işin başına gelmesi onu şaşkın
bir hâle soktu. Sonra bu işin, Burhâneddîn hazretlerini kırması sebebiyle başına
geldiğinin farkına vararak ziyâretine gidip özür diledi. Daha sonra bir adamını
gönderip, kusurumuza bakmasın, bizi bir kenara bırakıp himmetlerini çekmesinler
diye haber yolladı. Ayrıca bu hâlini arzeden bir de mektup yazdı. Mektubu alıp
okuyunca; "Evvelki sözümüz doğru çıktı ise sonraki sözümüz de doğru çıkar."
buyurarak yeniden vezîriâzam olacağına işâret etti. Gelen haberci dönüp durumu
Rüstem Paşaya anlattı. Rüstem Paşa onun teveccühleri ile yine vezîriâzam oldu.
Hacı Ferhad
adında bir zât şöyle anlatmıştır: "Mısır'dan gelirken, Akdeniz'de gemimiz sâkin
sâkin yol alıyordu. Peşimize bir korsan gemisi takıldı. Saldırmak için
yaklaşmaya başladı. Gemimizde Şeyh Burhâneddîn ve dedesi Şeyh Muhammed Çelebi
Sultan hazretleri de vardı. Bu tehlikeli durum karşısında biz çok endişelendik.
Geminin baş tarafına geçip oturdular ve bize; "Üzülmeyiniz! Allahü teâlâ sizi
kurtardı!" dediler. Bir de baktık ki kuvvetli bir fırtına çıktı. Korsan gemisi
dalgalar arasında kalıp battı. Bizim gemiye bir şey olmadı. Böylece korsanların
şerrinden kurtulduk."
Şeyh
Burhâneddîn hazretlerinin sevenlerinden olan Ispartalı Abdülkâdir Efendi şöyle
anlatmıştır: "Bir defâsında Karadeniz'de gemi ile sefere çıkacaktım. Yanımda bir
de arkadaşım vardı. Gideceğimiz gemiye eşyâlarımızı koyduk. Bu arada arkadaşım
bir iş için yanımdan uzaklaşmıştı. Onu beklerken Şeyh Burhâneddîn hazretleri
âniden gözüme göründü; "Bre Abdülkâdir! Bu gemiye binme, Allahü teâlânın izniyle
bu gemi batar! Ötede bir gemi var ona bin!" buyurdu. Ben hemen eşyâları alıp o
gemiye geçmek için hareket ettim. Şeyh hazretleri bana yardım edip eşyâları öbür
gemiye taşıdı. Sonra birdenbire gözden kayboldu. Oracıkta donup kaldım. Bu arada
arkadaşım da geldi. Benim gemi değiştirdiğimi görüp; "Niçin o gemiyi bırakıp bu
gemiye bindin?" diye çok sıkıştırdı. Fakat sonunda râzı olup bindiğim gemiye
geldi. Binmeyip ayrıldığımız gemi denizde bir mil kadar yol aldıktan sonra
battı. Arkadaşım geminin battığını görünce o gemiye binmediğimiz için çok
sevinip Allahü teâlâya şükretti. Bana da çok minnettâr kaldı. Bunun üzerine ben
o arkadaşa; "Benim bir şeyhim var, Şeyh Burhâneddîn hazretleridir. O sultan
gözüme gözüküp o gemiye binme diye beni uyardı. Yoksa hâlimiz harabdı." dedim."
Ispartalı
Osman Dede adında bir zât şöyle anlatmıştır: "Akdeniz'de bir gemi yolculuğunda
idik. Mısır'dan Anadolu'ya geliyorduk. Yolda peşimizden bir korsan gemisi
yetişti. Çâresiz kalmıştık. Ben; "Ey Şeyh Burhâneddîn hazretleri! Bizi kâfir
diyârında esir kalıp hendek kazmaya lâyık görmeyesin!" diyerek Allahü teâlânın
izniyle o zâtın rûhâniyetinden yardım istedim. Tam darda kaldığımız ve düşmanın
pençesine düşeceğimiz anda Şeyh Burhâneddîn hazretleri deniz üzerinde
görünüverdi. Bindiğimiz geminin arkasına geçip gemimizi itti. Sonra gözden
kayboldu. Gemimiz öyle süratlendi ki, korsan gemisi çok gerilerde kalıp bize
yetişemedi. Düşmana esir düşmekten kurtulup sağ sâlim yurdumuza ulaştık."
Uluborlu'dan
Abdullah Dede şöyle anlatmıştır: "Burhâneddîn Efendi şeyhliğinin ilk yıllarında
Uluborlu'ya geldi. O zaman yirmi yaşında idi. Câmide halka vâz ve nasîhat etti.
Tesirli sözlerini dinleyince günahlarıma pişman olup tövbe ettim. Vâz bitince,
onu evine dâvet edenler oldu. Daha sonra da yanında talebeleri ile Uluborlu'dan
ayrılıp giderken halk büyük bir kalabalık hâlinde uğurlamaya çıktı. Biz hisar
tarafında bâzı kimselerin işinde ücretle çalışıp taş çıkarıyorduk. Şehir halkı
şeyh hazretlerini uğurladı. Biz de seyrediyorduk. Bizim yanımızda çalışan iki
kişi vardı. Burhâneddîn hazretlerine dil uzatıp; "Bir oğlanın arkasına şeyh diye
düşmüşler!" dediler. Bununla kalmayıp uygun olmayan bir hayli söz söylediler.
Onların çirkin sözlerini işitince âdetâ ciğerim kanla doldu. Tam ileri geri
konuştukları sırada, dağdan koca bir kaya kopup üzerimize doğru yuvarlandı. Ben
hepsinden ön tarafta idim. Taş tam üstüme düşeceği sırada gaybdan bir el uzanıp
ensemden tutarak beni oradan alıverdi. Yanımda bulunan o iki kişi ise taşın
altında kalıp ezilerek öldüler. Bu hususla ilgili olarak sonra bana talebeleri
şöyle anlattılar. Hocamız ile yolda bir yerde öğle namazı kıldık. Bu sırada
hocamız; "Bana bir iplik verin." dedi. Hemen bir parça iplik verdiler. Bulunduğu
yerde bir kere dönüp ipliğe bir düğüm atarak yere bıraktı. Talebelerinden biri
bu işin hikmetini sorunca da; "Bir dervişim vardı. Onu kurtardık! İki inkârcıyı
da taş bastı!" dedi."
Burhâneddîn
hazretlerinin zamânında yaşayan ve şeyhlik dâvâsında bulunan bir kimse onu ve
talebelerini son derece rahatsız ediyor, sıkıntı veriyordu. Yaptığı işlerde
aşırılığa kaçıyor, onların da böyle yapmasını istiyordu. Şeyh Burhâneddîn
hazretleri ve talebeleri ise bütün işlerinde îtidâl, orta yol üzere bulunuyordu.
Talebeleri o kimsenin verdiği sıkıntılardan dolayı hep birlikte hocalarına
şikâyette bulundular. Hocaları bir hac mevsiminde Arafat'ta kendilerine sıkıntı
veren kimsenin zararından kurtulmak için duâ etti. Duâ sırasında kendilerine
ziyâdesiyle sıkıntı veren adam attan düşüp öldü.
Hac dönüşü
esnâsında da hacılar memleketlerine dönmek üzere Cidde limanına geldiklerinde
bir gemi görüp, gemiye binmek üzere hücum ettiler. Burhâneddîn hazretleri ise
binmedi. Talebeleri, hocamızın oturmasında kalkmasında ve her hâlinde bir hikmet
vardır, diyerek ona uydular. Binenler denize açılıp gittiler. Onlar ise bekledi.
Gemiye binip gidenler denizde şiddetli fırtına ile karşılaşıp çok sıkıntılı
anlar yaşadılar. Onlar ise bekleyip daha sonra gayet rahat bir yolculuk
yaptılar.
Uluborlu'dan
Hasan Dede şöyle anlatmıştır: "Tasavvuf kitaplarını okudum. Kalbime Allahü
teâlânın râzı olduğu yolda bulunmak, tasavvufta ilerlemek arzusu düştü. Fakat
kararsız ve tereddütlü idim. Çünkü okuduğum tasavvuf kitaplarında belirtilen
şeyhlerin, mürşîd-i kâmillerin hallerini ve şartlarını taşıyan bir Allah adamı
var mı diyordum. Allah adamlarını görmüş, onların halleriyle hallenmiş, yetişmiş
ve yetiştirebilen bir zât arıyordum. Bu arayış hâlinde iken Şeyh Burhâneddîn
hazretleri Uluborlu'ya gelmişti. Merhum babamla birlikte ziyâretine gittik.
Babama acaba bu zâtın huzûrunda tövbe edip, talebe olsam mı?" dedim. Babam;
"Şeyh Burhâneddîn Efendi gâyet mübârek bir zâttır. Çok kerâmetini gördük. Eğer
kemâli zâyi olmadıysa, biz huzûruna varınca tövbe etmekle ilgili sözler söyler.
Eğer bir işâret ederse ben de sana işâret ederim. O zaman hemen kalkıp eline
yapış, onun huzûrunda tövbe edip talebesi
ol." dedi. Böyle konuştuktan sonra huzûruna gittik. Biz oturur oturmaz
Eûzübesmele çekip meâlen; Şüphesiz sana bîat edenler, Allah'a bîat etmiş
olurlar." (Fetih sûresi: 10) buyrulan âyet-i kerîmeyi okuyup tefsîr etti.
Sonra da buyurdu ki:
"Resûlullah
sallallahü aleyhi ve selleme bîat eden, Allahü teâlâya bîat etmiş olur. Biz de
bu yolda hizmetkârız. Bizden dahi bîat alıp tövbe eden Resûlullah aleyhisselâma
bîat etmiş olur. Çünkü bizim elimiz silsile ile Resûlullah'a ulaşır." dedi. Bu
sırada babam merhumun göz yaşları ak sakalı üzerine inci tâneleri gibi dökülmeye
başladı. Bana; "Oğul durma!" dedi. Derhal kalkıp tövbe ve bîat ettim. Babam da
benden sonra bîat etti. Artık tasavvufta onun talebesi olduk. Bu hâdiseden bir
müddet sonra Isparta'da bulunan Pîrî Halîfe'nin ziyâretine gittik. O da; "Senin
mürşîdin Şeyh Burhâneddîn'dir. Fethin, kalp gözünün açılması onun
himmetiyledir." dedi. Bundan sonra da Şeyh Burhân hazretlerinin huzûruna gidip
sohbetlerine devâm
ettim. Bir müddet sonra annemin yanına dönmek için izin istedim. Bana, Allahü
teâlâ Peygamber efendimize meâlen; "Rabbin yetim olduğunu bilip de (seni)
barındırmadı mı?" buyurdu diyerek annemin vefât edeceğine işâret
etti ve; "Analara meyl fazla olur. Rızâlarını gözetmek lâzımdır." dedi. Bana
izin verince eve gittim. Birkaç gün sonra annem hastalandı ve vefât etti. Bu
hâdiseden sonra hocamın huzûruna gidip, tasavvufta yetiştirmek üzere verdiği
vazîfeleri yapıp maksada kavuşmakla şereflendim."
Uluborlu'dan
Hasan Dede şöyle anlatmıştır:
"Şeyh
Burhâneddîn Efendi ile hacca gitmiştik. Medîne-i münevvereye vardığımızda Şeyh
Muhammed Çelebi Sultanın halîfelerinden bir zâtın oğlunu orada mücâvir olarak
ikâmet ettiğini gördük. Sâlih ve âlim bir kimse idi. Hocamızın Şeyh Muhammed
Çelebi'nin kızının oğlu, torunu olduğunu öğrenince huzûruna gelip elini öptü.
"Hakk'ın tâlibiyim.Fakat Muhammed Çelebi Sultanın hallerini, üstünlüğünü
gördüğümüzden beri her şeyhe bağlanamadım. Siz ne yapıyorsunuz?" Şeyh
Burhâneddîn hazretleri; "Ben de Hakk'ı tâlibim, arıyorum." diye cevap verdi. O
kimse; "Acem diyârında bir aziz varmış sizinle ona gidelim." dedi. Bir ara
konuşma sırasında Şeyh Burhâneddîn hazretleri; "Bütün dünyânın mürşidi,
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemdir. Burada yatmaktadır. Mübârek rûh-u
şerîfinin tasarrufta bulunduğunda hiç şüphe yoktur. İstihâre edelim ümid ederiz
ki, bir mürşîd-i kâmil işâret buyururlar." dedi. Bunun üzerine o zât,
Resûlullah'ın mübârek Ravzasında on gün kadar uzlet üzere, bir tarafa çekilerek
ibâdet ve tâatle meşgûl olmaya başladı. Kendisine bir mürşîd-i kâmil işâret
olunması için yalvarıp duâlar etti. Bir gün ağlayarak Şeyh Burhâneddîn
hazretlerinin yanına geldi. Ayaklarına kapanıp; "Beni başkasına gönderirsin,
kendini gizlersin." diyerek, teslimiyetini bildirdi. Onu kabûl edip tasavvufta
yetiştirmek üzere irşâd ve terbiye eyledi. Ravda-i mutahherada halvete soktu.
Sonra da ona icâzet verdi. Bir gün ona Resûlullah'ın huzûrunda istihâre edince
ne gördün diye sordum. Dedi ki:
"Sultan-ı
Enbiyâ sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz bana gözüküp, Şeyh Burhâneddîn
hazretleri için; "O, benim evlâdımdandır ve mürşîd-i kâmildir. Tevâzu ve
edebinden sana kendini bildirmedi. Gâfil olma!" buyurdu." dedi. Daha sonra
Mekke-i mükerremeye gittik. Mekke'de dervişlik iddiâsında olan bir kimse, bir
adamını Burhâneddîn hazretlerinin yanına gönderip, ileri geri laflar söyletti.
Ona ve onu yanına gönderenlere nasîhat etti ise de dinlemediler. Hattâ çok hased
edip; "Konuşmasın başını keserim." diye haber yolladı. Burhâneddîn hazretleri;
"Eğer zâhir kılıcı ile başımı alırsa ben zayıf bir fakirim. Nihâyet şehîd
olurum. Eğer bâtın kılıcı ile, mânen bunu yaparım derse elinden geleni yapsın!"
diye haber gönderdi. Ertesi gün hac kâfilesi Mekke-i mükerremeden çıktı. Şeyh
hazretlerine hased edip çok üzen kimse de devesine binmiş, gitmek üzere yola
çıkıyordu. Ancak Burhâneddîn hazretlerine dil uzatmaya devâm ediyordu. Adamın bu
hâlini gelip haber verdiler. Şeyh Burhâneddîn hazretleri; "İlâhî! Bu mülhid,
müslümanların îtikâdlarını bozmaktadır. Onun dilini tut, konuşmasın." diye duâ
etti. Bir kargaşa oldu, bir de baktık ki, o azgın adam devesinden düşüp ölmüş.
Dili bir karış dışarı çıkmış, gözleri fırlamış bir halde yerde yatıyordu."
Hasan Dede
şöyle anlatmıştır: "Uluborlu'dan dervişleri alıp Şeyh Burhâneddîn hazretlerinin
sohbetine gittik ve bağını belledik. Biz bağda çalışırken gelip beni bir kenara
çekti. Hızır aleyhisselâmdan ve onun bâzı vasıflarından bahsetti. Bu sırada
içimden; "Sizin dedeniz Şeyh Muhammed Çelebi Sultan, hazret-i Hızır'ı görmek
isteyen sâdık talebelerine gösterirmiş. Niçin siz göstermezsiniz?" diye
düşündüm. Hemen o anda hepimize seslenip; "Mescide doğru geliniz. Yemek
yiyiniz." dedi. Toplanıp hazırlanan yemekleri yedik. Yemekten sonra Şeyh
Burhâneddîn hazretleri acelece yanımıza gelip; "Çabuk olun göl kenarında
(Eğridir Gölü) cemâatle namaz kılın." dedi. Ben kendi kendime; "Bu acele
dervişler içindir. Ben kalıp mescidde kendileri ile kılarım." diye düşündüm. Ben
bu düşünce ile beklerken bana; "Sen de git." buyurdu. Ben de gittim. Göl
kenarında abdestler alındı. Bu sırada nûr yüzlü ihtiyâr bir zât yanında bir
derviş ile yoldan geçer gibi bir halde namaz kılınacak yere geldi. Namaza durdu.
Yüzü nûrlu ak sakallı olup üzerinde yünden beyaz bir hırka ve ak yünden bir aba
vardı. Yanındaki dervişin üzerinde de yünden bir aba vardı.
Arkadaşlarım
onları Şeyh Burhâneddîn hazretlerinin dostlarından, halîfelerinden birisi
zannettiler. Cemâatle namaza dururken imâmlığı o zâta teklif ettik. Bize imâm
olup namaz kıldırdı. Namazdan sonra duâ ederken göğsünde, kalbinin sesinden öyle
bir hale girdik ki, sanki aklımız başımızdan gitti. Onun Hızır aleyhisselâm
olduğunu anlamıştım. Ayaklarına kapanmak istedim. Ancak kalbime hocamın buna
izin vermediği geldi. Diğer talebelere o zâtın Hızır aleyhisselâm olduğu
açıklanmadı. Sonra Mezâr-ı Şerîf denilen yere doğru yürüdük. Yolda yürürken
Hızır aleyhisselâm yanındaki dervişle birlikte âniden yanımızdan kayboldu.
Durumu hocam Şeyh Burhâneddîn hazretlerine anlatıp bu hâli sordum. Verdiği
cevapta babasının ve dedesinin de Hızır aleyhisselâmla görüşüp feyz aldığını
ifâde etti."
Halîfezâde
diye tanınan bir zât şöyle anlatmıştır: Bir defâsında İstanbul'a gitmek için
yola çıkmıştım. Nasıl olduysa yolum Bursa'ya düştü. Bursa'da birkaç gün kalmam
îcâb etti. Hatırıma Bursa'da yatan meşhur evliyâ Emîr Sultan hazretlerinin
kabr-i şerîfini ziyâret etmek geldi. Yanımda birkaç arkadaşla türbesine gittik.
Rûhuna Kur'ân-ı kerîm okudum. Ziyâret ve duâdan sonra türbedârla biraz sohbet
ettik. Nereli olduğumu sorunca, Isparta'nın Kûnân denilen bir kasabasından
olduğumu söyledim. Sonra; "Sizin vilâyetinizde, Eğridir'de Burhâneddîn Efendi
denilen bir aziz zât var onu bilir misin?" dedi. Burhâneddîn Efendi o sırada
vefât etmişti. Onun hasreti ve muhabbetiyle kalbim yanıp elimde olmadan ağlamaya
başladım. "Vefât edip âhirete göçtü." dedim. Türbedâr da ağlamaya başladı. Sonra
onun pekçok menkıbesini ve kerâmetlerini anlattı. "Siz o zâtı nereden
bilirsiniz?" diye merak edip sordum. Bunun üzerine bana şöyle anlattı:
"Merhum,
Şeyh Nâsûh Efendiye talebe olmak için gelip erbeîne (çilehâneye girip kırk gün
kalmak) oturduklarında ben de onlarla berâberdim. İstanbul'dan memleketi
Eğridir'e dönerken Bursa'ya uğradı. Halka birkaç gün vâz ve sohbet etti. Halk
sohbetini dinlemekle mübârek yüzünü görmekle şereflendi. Gidecekleri zaman
yanında bulunan talebelerinden birine bir altın verdi. İhtiyaçları olan bâzı
şeyleri alması için çarşıya gönderdi. O da bir dükkandan alacağını alıp, altını
verip oradan ayrıldı. Dükkan sâhibi talebenin verdiği altını hemen sahte bir
altın ile değiştirip, yanına gelerek sizin altınınız sahte imiş dedi. Talebe her
ne kadar verdiği altının sahte olmadığını söylediyse de adam diretti. Talebeyle
münakaşa etti. Nihâyet durum Şeyh Burhâneddîn hazretlerine anlatıldı. Şeyh
hazretleri, dükkan sâhibine; "Hey kişi bu sahte altın bizim değildir. Bizim
verdiğimiz altın sahte değildir." dedi. Adam bile bile ve inatla direterek;
"Altın sizindir! Ya değiştirin veya aldığınız şeyleri geri verin." diyerek çok
edepsizlik etti. Şeyh Burhâneddîn hazretleri; "Verin şu bedbahtın eşyâsını
yıkılsın gitsin." diyerek alınanları geri verdirdi. Daha sonra da Bursa'dan
ayrılmak üzere kalktılar. Henüz atına binmeden, altınınız sahtedir deyip
haksızlık yapan dükkan sâhibinin hanımı feryâd ederek, şeyh hazretlerinin
huzûruna geldi. "Sultanım! Sizi üzen o zâlim kimse benim kocamdır.
Tamahkârlığından sizin verdiğiniz altını değiştirip, size sahte altın verdiniz
demiş. Eve gelince birdenbire ağrı ve sancılara tutuldu. Kıvranmaya başladı. Bu
dayanılmaz sancılar içinde feryâd ediyor! Beni size gönderdi, sizden aldığı
altını da verdi, getirdim. Bu hâle, size karşı yaptığı edepsizlik ve sahtekârlık
sebebiyle düştüğünü söylüyor." diyerek affedin diye yalvardı. Şeyh Burhâneddîn
hazretleri; "Atılan ok geri dönmez." buyurdu ve yoluna devâm etti. Kadın evine
dönünce kocasının hastalığının şiddetlendiğini gördü. Adam birkaç saat sonra da
öldü." Türbedâr bu hâdiseyi bizzât gördüm, şâhid oldum. Burhâneddîn hazretleri
büyük bir velî idi, dedi."
Şeyh
Burhâneddîn hazretlerinin talebelerinden Hacı Halîfe'nin oğlu şöyle anlatmıştır:
Babam bana şöyle anlattı: "Şeyh Burhâneddîn hazretlerinin zamânında oğullarımın
hepsi vefât etti. Hiç oğlum kalmadı. Devamlı ağladım. Şeyh hazretlerinin
huzûruna sık sık varıp; "Sultânım! Himmet eyle. Belki Allahü teâlâ bana bir
oğulcuk verir. Ocağımız sönmez." derdim. Bana; "Sabreyle Allahü teâlâ her şeye
kâdirdir." derdi. Aradan epey zaman geçti. Bir gün Burhâneddîn hazretleri
dostları ve talebeleri ile birlikte Uluborlu'ya dâvet edilmişti. Bu dâveti kabûl
edip giderken Kûnân'e uğrayıp, beni de yanlarına alıp götürdüler. Uluborlu'ya
varıp bir müddet kaldıktan sonra döndük. Dönerken yolda Çatak denilen yere
geldiğimizde orada gâyet güzel bir su akıyordu. Namaz vakti de girmişti. Namazı
burada kılalım, buyurdular. Herkes abdest almaya başladı. Hocam da mübârek
kollarını sıvamış tenhâ bir yerde kıbleye doğru dönüp durmuştu. Herkes kendi
hâlinde meşguldü. Ben ise hocamın hâlini görüp acaba ne hâl üzeredir? Neye
yönelmiş, ne arzu edip duâ ediyor? diye düşündüm. O sırada gözlerini açıp, bana
doğru bakarak eliyle, yanıma gel diye işâret etti. Hemen yanına yaklaştım. "Hacı
Halîfe oğul! Ağlayıp durma, Allahü teâlâ sana bir oğul verecek! İnşâallah bir
oğlun olacak! İsmini Muhammed koyasın." dedi. Ben mübârek elini öptüm. Sonra sen
dünyâya geldin. İsmini de Muhammed koydum, diye babam anlatırdı. Sonra ben
Uluborlu'da Ömer Çelebi Efendiden ders alıp ilim öğreniyordum. Bu sırada Şeyh
Burhâneddîn hazretleri Uluborlu'ya gelip, Ömer Çelebi Efendide misâfir oldu. Ben
Ömer Çelebi Efendinin tekkesinde üst katta bir odada kalıyordum. Bir gün odamda
otururken ayak sesleri işittim. Yukarı biri çıkıyordu. Bir de baktım ki Şeyh
Burhâneddîn Efendi odamı teşrif ediyor. Hemen ayağa kalkıp, büyük bir sevinçle
karşıladım ve elini öptüm. İçeri girince; "Mevlânâ Muhammed, senin burada
olduğunu bilerek geldim. Bir müddet istirahat edeyim." buyurdu. Hemen yorganımı
verdim. Yatağa uzanıp biraz yattı. Yattıkları yerden bir müddet sohbet etti. Söz
arasında babam Hacı Halîfe'ye benim doğacağıma dâir işâret ettiklerini, babamın
anlattığı üzere söyledim. "Hacı Halîfe bunu bize isnâd eder. Ancaak..." diye
uzattı ve başka bir şey söylemedi. Sonra aradan yıllar geçti. Bir gün yine
Kûnân'e geldiler. Birini gönderip beni huzûruna çağırdı. Huzûra varıp edeple
oturdum. Bana; "Muhammed Halîfe! Artık ömrümüzün sonuna geldik. Bir daha Kûnân'e
gelmeyiz! Âhirete göçeriz!
Talebelerimi, dervişleri
sana bırakıyorum. Mümkün olduğu kadar bütün işlerini göresin. Sen bizim
oğlumuzsun. Baban Hacı Halîfenin sana anlattıkları doğrudur. Dervişler
rüyâlarını sana anlatsınlar. Sen dahi Zeynüddîn Hafî'nin Risâle-i Kudsiye'lerinde
bulunan tâbirlere göre tâbir
edersin. Sana bunları söylemek için çağırdım." buyurdu. Sonra bana duâ etti.
Eğridir'e dönüp aradan çok geçmeden hastalandı ve vefât etti."
Kınalızâde
Ali Çelebi şöyle anlatmıştır: Bursa'dan İstanbul'a gitmeye niyetlenmiştim.
Gitmeden önce bir gece akrabâ ve bâzı arkadaşlarımla, müderris ve medrese
mensupları ile sohbet ettik. Söz şeyhlerden açıldı. Bu arada hayatta olanlardan
Şeyh Burhâneddîn Efendiden de söz edildi. Ben onun hakkında bâzı uygunsuz sözler
söyledim. Ertesi gün Mudanya'dan gemiye binip yola çıktım. Rüzgâr ters yönden
esiyordu. Bozburun denilen yere geldiğimizde bindiğimiz gemi batma derecesine
geldi. Artık gemide bulunan herkes geminin batmakta olduğuna kanâat getirdi. Ben
de geminin kaptan odasında oturup, hayâtımdan ümidimi kesmiş ve şaşkın bir halde
ölümü bekliyordum. O sırada birdenbire deniz üzerinde Şeyh Burhâneddîn
hazretleri göründü. Batmak üzere olan geminin sereninden kucaklayıp doğrulttu.
Gemi batmaktan kurtuldu. Bu hâdiseyi görünce biraz kendime gelip ayağa kalktım.
Şeyh hazretlerine doğru yürüdüm. Yanına yaklaşınca gözden kayboldu. Gemideki
yolcuların hepsini deniz tuttuğundan, âdetâ baygın gibi yatıyorlardı. Geminin
serendibine yakın bir yerde bir gayr-i müslim yolcu da vardı. O müslüman olmayan
yolcuya yaklaşıp; "Az önce bir zât serendibinde gözüktü! Sen de gördün mü?" diye
sordum. "Evet gördüm! Gelip batmak üzere olan gemimizi doğrulttu. Sonra da deniz
üzerinde yürüyüp sâhile doğru gitti!" dedi. Daha sonra bu gayr-i müslim kimse
gördüğü bu hâdise üzerine müslüman oldu. Allahü teâlânın izni ile gemimiz
batmadan İstanbul'a ulaştık. İstanbul'a varınca, bir de öğrendim ki Şeyh
Burhâneddîn hazretleri İstanbul'a gelmiş. Ona çok minnetdâr idik. Mübârek elini
öpmek için ziyâretine gittim. Huzûruna varınca ayaklarına kapanıp; "Sultanım!
Bizim kurtulmamıza sebep oldunuz. Denizde batmak üzere iken yardımlarınız
yetişti. Sizi deniz ortasında bize yardım ederken gözümle gördüm!" dedim. Ben
böyle deyince; "Hey Ali Çelebi! O gördüğün senin hayâlindir. Bizim gibilerden
hiç böyle bir kerâmet görülür mü?" diyerek, Bursa'da onun hakkında konuştuğum
uygunsuz sözlerimize işâret etti. O sırada öyle mahcûb oldum ki anlatılamaz.
Hemen mübârek elini öpüp suçumdan dolayı özür dileyip, affetmesini istedim."
Eğridir'in
Geresin köyünden Hâce İslâm adında bir zât şöyle anlatmıştır: Ticâret için
Mısır'a gitmiştim. Dönüşte bindiğim gemide çok tehlikeli anlar yaşadık. Rüzgâr
gidiş istikâmetimize ters yönden esiyordu. Deniz de korkunç derecede dalgalı
idi. Büyük fırtınalar atlattık. Hattâ gemimiz batma derecesine geldi. Gemide
bulunan yolcular hayatlarından ümit kesmiş geminin batacağı ânı bekliyorlardı.
Gece vakti yorgun, bitkin, çâresiz bir halde deniz üzerinde sağa sola sürüklenip
duruyorduk. Ben mahzun, boynu bükük bir halde geminin bir köşesinde oturuyordum.
Dalgın dalgın düşünürken hatırıma Şeyh Burhâneddîn hazretleri geldi. Allahü
teâlânın izni ile onun himmeti ve yardımını düşünerek imdâdımıza yetişmesini cân
u gönülden istedim. Allahü teâlâya yalvarıp duâ ettim. O sırada yorgunluk ve
bitkinlikten uyuya kalmışım. Rüyâmda Şeyh Burhâneddîn Efendiyi gördüm. Üzerinde
yeşil bir elbise ve başında sarık vardı. Bana; "Hâce İslâm! Korkma! Bu musîbet
sizin üzerinizden uzaklaştırıldı. Allahü teâlânın izniyle kurtulursunuz."
buyurdu. Bu sözlerini işitince irkilip uyandım. Baktım, sabah olmak üzereydi.
Gemi aynı şekilde fırtınadan sarsılıyor, yolcular; "Ha battı ha batacak!" diye
ağlaşıyorlardı. Yolculara; "Korkmayın, inşâallahü teâlâ kurtuluruz." dedim.
"Nasıl korkmayalım gemimiz batmak üzere, rüzgâr bir türlü dinmedi!" dediler. Biz
böyle konuşurken rüzgâr yavaşladı ve kesildi. Yolcular şaşırıp; "Sen bu müjdeyi
nasıl verdin, nereden bildin?" diye bana ısrarla sormaya başladılar. Ben de
onlara rüyâmı anlattım. Büyük bir dikkatle ve hayretle dinlediler. Şeyh
Burhâneddîn hazretlerini gıyâben tanıyıp çok sevdiler. Memleketime ulaşınca
doğru Şeyh Burhâneddîn hazretlerinin huzûruna gidip, başımızdan geçenleri
anlattım. Dinledikten sonra; "Ben hayatta iken bunu başka kimseye anlatma."
buyurdular...
Eğridirli
Hacı Dede şöyle anlatmıştır: "Şeyh Burhâneddîn Efendi bir gün bana; "Hacı Dede,
var Eğridir'e git. Taze balık varsa bize alıver. Evden isterler." dedi. Ben de
hemen Eğridir'e gidip, çarşıda sordum. Halk bana gülüşüp, sûfî deli mi oldun. Bu
soğukta balık mı çıkar. Şeyh bu zamanda tâze balık olmadığını bilmez mi,
dediler. Dönüp huzûruna geldim. "Efendim, balık yok halk bana gülüştü." dedim.
Bana öyle heybetli baktı ki, neredeyse rûhum çıkacaktı. "Git çabuk getir." dedi.
Emre uyup Eğridir Gölünün kenarına gittim. Bir de baktım ki küçük çakıllar
arasında, iri iri balıklar su içinde canlı olarak duruyor. Pek de çoktu. Hemen
bir kaba doldurup, huzûruna tekrar gittim. Balıkları görünce; "Ha şöyle!"
buyurdu. Hayatta oldukları müddetçe bu kerâmetini kimseye anlatmadım."
Elmalı'dan
Hâce Muslihiddîn anlatmıştır: "Şeyh Burhâneddîn Efendi Elmalı'ya dâvet
edilmişti. Bu dâveti kabûl edip Elmalı'ya geldi. Geldiği gün Elmalı'nın pazarı
idi. Halk pazarı bırakıp onu karşılamaya çıkmıştı. Bu sebeple pazar yeri tamâmen
boşalmıştı. Pazarda yalnız üç pazarcı hıristiyan kalmıştı. Bunlar kendi
aralarında; "Türk'ün papazı geldi, herkes onu karşılamaya çıktı." diyerek ileri
geri konuşup hem Burhâneddîn Efendi ile hem de müslümanlarla alay etmişlerdi. Bu
üç hıristiyanın üçü de o gece rüyâlarında Peygamber efendimizi görmüşler.
Huzurlarında müslüman olmuşlar. Peygamber efendimiz herbirine birer de müslüman
ismi vermiş ve onlara; "O Şeyh gerçekten benim evlâdımdandır. Huzûruna gidin
size îmân telkin etsin, müslüman olun." buyurmuşlar. Sabahleyin uyandıklarında
üçü de Şeyh Burhâneddîn hazretlerinin bulunduğu eve gittiler. Kendisiyle
görüşmek istediklerini söylediler. Bu sırada Şeyh hazretleri odasında kendi
hâlinde zikir ve ibâdetle meşgûldü. Durum bildirildi. Onları içeri kabûl etti.
Îmânı telkin etti. Onlar da müslüman oldular. Sonra herbirine bir müslüman ismi
verdi. İsimleri konulunca her üçü de hayretle ve muhabbetle elini öptüler. Çünkü
üçüne de rüyâlarında Peygamber efendimizin verdiği isimleri vermişti. Aynı
isimleri bize verdi diyerek kerâmetini söylediler. Büyük bir sadâkatla ona
bağlanıp, sevenlerinden oldular.
Talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "Hocam Burhâneddîn hazretlerinin
huzûrunda bulunurdum. Bizi zâhiren ve bâtınen terbiye ederken bir gün halvette,
başbaşa oturuyorduk. Birdenbire gözden kayboldu. Orada yalnız kaldım. Şaşırıp
huzursuz oldum. Bu arada hocamın dedesi Seyyid Şeyh Muhammed Çelebi Sultan
hazretleri gözüme göründü. "Huzursuz olma. Şeyh Burhâneddîn İstanbul'a
gitmiştir. İstanbul'da nice müslümanı irşâd etmektedir. Biz kendisine himmet
göndermekteyiz." Meşgûliyete tâkatım kalmadı deyince de, buyurdu ki: "Resûl
aleyhisselâm bildirmiştir ki:
Bir kimse ilm-i zâhir veya ilm-i bâtın taleb ederken (öğrenirken)
vefât etse, Allahü teâlâ o kimseye melek gönderip, o kimsenin rûhunu tâlim ve
terbiye eder. Kıyâmette kemâle ermiş olanlarla haşrolunur, buyurdu."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
NİÇİN DÜNYÂDAN
VAZGEÇMEZSİN
Şeyh
Burhâneddîn hazretleri, talebelerinden Şeyh Muhammed Efendiye şöyle vasiyet
etmişti:
"Benden
sonra kâdılık yaparsan buna rızâm yoktur. Zarar görürsün, hemen benim yerime
otur." Talebesi hocasının vefâtından sonra bir defâ daha kâdı olmuştu.
Borçlarından tamâmen kurtuluncaya kadar kâdılığa devâm etmeyi düşünüyordu.
Kâdılık yaptığı yerden gelirken bir köye uğramıştı. Bu köyde bütün eşyâsı yandı.
Büyük zarara uğradı. Bir defâsında da Lofça'da bulunuyordu. Abdest aldığı sırada
birdenbire gözüne hocası Burhâneddîn Efendinin Eğridir'deki kabri, sonra da
hocası gözüktü. Hocasını mihrabda gördü, oradan şöyle seslendi:
"Oğul! Hani
seninle ahd ü peymânımız, anlaşmamız vardı. Niçin dünyâdan vazgeçip seccâdeye,
dergâha gelip oturmazsın." buyurdu. O talebe bu işâretten sonra kâdılığı
bırakıp, hocasının emrine uydu. Beş altı sene dergâhta irşâdla meşgûl oldu.
İnsanlara dînin emir ve yasaklarını anlattı. Rehberlik yaptı.
SEN KİMSİN!..
Hasan Dede
şöyle anlatmıştır: Şeyh Burhâneddîn zamanında Karahisar'dan Hacı Bayram Sultanın
halîfesi Şeyh Abdurrahîm'in evlâdından bir yiğit genç vardı. O genç dedi ki:
Ben de senin
gibi Hacı Bayram ocağındanım. Hattâ bir gece Karahisar Bîl'e yolunda, yol
kesmeye, eşkıyâlık yapmaya çıktım. Bu kötü işe niyet ettiğim sırada Hızır
aleyhisselâm gelip bana nasîhat etti. Hemen tövbe ettim. Bir ara alay beyinin
oğlu ile arkadaş olup ona sağdıçlık da yaptım. Ancak bu samîmiyetimizi
çekemeyenler hakkımda alay beyine olmadık şeyler anlatıp iftirâ etmişler. Alay
beyi de inanıp beni öldürmeleri için iki kişiyi vazîfelendirmiş. "Bîl'e giderken
onu öldürün!" demiş. Yola çıkıp Bîl'e giderken gâipten bir ses işittim; "Bre
Abdurrahîm!O yola gitme!O yoldan gitmene izin yoktur. Seni öldürmek için
peşinden geliyorlar!" diyordu. "Sen kimsin?" dedim. "Deden Abdurrahîm'in
rûhuyum." dedi. Bunun üzerine yolumu değiştirip, başka yoldan devâm ettim. Bu
yolda da yürürken yine bir ses; "Sağ tarafına bak! Evliyânın rûhâniyetleri
geliyor! Önden gelen zât sana mürşid, rehber olacaktır." diyordu. Sağ tarafıma
baktığımda evliyânın ruhlarını kendi şekillerinde gördüm. Ellerinde bir alem,
bayrak; önlerinde ise heybetli bir zât vardı. Yaklaşıp o zâtın ayaklarına
kapandım. Kendimden geçmiştim. Biraz sonra irkilip kendime geldim. Ancak bu
sefer o zâtı hiçbir yerde göremedim.
Bir gün
sonra Sandıklı kasabasına gittim. Orada bana mürşid olacak zâtın Burhâneddîn
Efendi olduğunu gördüm. Sandıklı'ya dâvet edilmiş, bu sebeple gelmiş. Varıp
ayağına yüz sürdüm. Elinde tövbe etmek istedim. Ancak izin vermedi. "Senin bağlı
olduğun zât Hacı Bayram Sultan'ın ocağıdır." dedi. Ağlayarak evime döndüm.
O gece
rüyâmda Hacı Bayram Sultan'ı gördüm. Bana; "Oğul! Feth, senin kalp gözünün
açılması, bu zât vâsıtası iledir. Şu anda benim oğullarım arasında onun gibisi
yoktur. Fakat kisve ve icâzet zâhiren bizden olsun." dedi.
Sabah olunca
Burhâneddîn Efendinin huzûruna vardım. Bu defâ huzûrunda tövbe etmeme, talebe
olmama izin verdi. Sonra hizmetine girip, halvete girdim. Yedi gün sonra yanıma
geldi. Elinde bir mektup vardı. Bana; "Çabuk Ankara'ya var. Edhem Baba
hazretlerinin vefâtı yakındır. Ondan icâzet al. Halvetini sonra tamamlarsın."
dedi. Mektubu alıp yola çıktım. Mektuba; "Ethem Baba! Artık âhirete teveccüh
etmeniz yakındır! Mektubu getirene icâzetnâme veresiniz." yazmış. Ethem Baba
huzûruna varınca beni görür görmez ağladı. Bana bir icâzetnâme yazdı. Aradan çok
geçmeden vefât etti.
Daha sonra o
genç Hasan Dede'ye Receb ayında dedi ki: "İnşâallah şeyh hazretleri bayramda,
sana ve beş kişiye hilâfet verir. Çünkü gördüm ki, Arş-ı âzâmda Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem, oturmuş halîfe olacakları getirip herbirine bir
seccâde verdiler. Fakat sana bir rahle ile bir seccâde verdiler." Gerçekten
bayramda bu fakire hilâfet verildi. Sonra yine bu fakire, Kur'ân-ı kerîm ilmi
dahi müyesser oldu.
O genç,
erbeîni yâni kırk günlük halveti bizimle berâber tamamlayıp pek meşhur oldu. Bir
müddet sonra şehirde tâûn hastalığı salgın hâlini aldı. Rivâyet olunur ki, o
genç; "Kendimi müslümanlar için kurban ettim." demiş. Büyük bir tâûn salgını
olmuş. O gencin vefâtından sonra şehirde bu hastalıktan hiç kimse ölmemiş."
O yiğit
gencin anlattığı hususlardan biri de şudur: Bir gün Şeyh Burhâneddîn hazretleri
Kûnân'e dâvet edildi. Gitmeden, bana; "Odandan dışarı çıkma!" diye tenbih etti.
Hocam ayrılıp gidince, gönlüm Bursa'nın tâze incirini çekti. Belki şehirde
bulurum, diye tekkeden dışarı çıktım. Baba Sultan türbesine kadar gittim. Bu
sırada hocam Burhâneddîn hazretlerinin atına binmiş bir halde şehir tarafından
geldiğini gördüm. Hemen geri döndüm. "Bre nereye kaçarsın." dedi. Başımı önüme
eğip cevap veremedim. Mezâr-ı Şerîf denilen yere gelince atından indi. Dergâha
gitti. Ben de atı alıp ahıra bağladım. Sonra öğle namazının vakti girdi. Ezan
okudum, bekledim. Vakit geçmeye yaklaşınca hocamın bulunduğu odanın kapısını
çalıp; "Efendim namaz vakti geçmek üzeredir." diye seslendim. Orada bulunan
talebeler bana, Şeyh, Kûnân'e gitmişti. Ne zaman döndü, dediler. Sonra içeri
girip baktılar, yoktu. Her tarafı aradılar bulamadılar. Ben de hayret edip,
ahıra bağladığım atına bakmaya gittim. At da yoktu. Bir hafta sonra hocam şehre
döndü. Bana; "Şehre çıktın mı? Senin hâlini bilmezler mi sandın? O arzu ettiğin
şeyi mescide koydum, var al." dedi. Mescide varıp baktım ki üç tâne iyi cins
incir bırakılmış. Alıp yedim Allahü teâlâya şükrettim."
SİZDE HACI
KOKUSU VAR
Uluborlu'dan
Hasan Dede ve Ali Dede adındaki zâtlar şöyle anlatmışlardır: "Berâberce hacca
gitmeye niyetlendik. Hazırlıklarımızı yapıp duâsını almak üzere Şeyh Burhâneddîn
hazretlerinin Mezar-ı Şerîf denilen yerdeki mescidine gittik. Onu mescidde
gördük. Huzûruna girip oturduk. Bizi görür görmez; "Sizde hacı kokusu vardır. Bu
ne haldir?" dedi. "Sultanım biz hacca gitmeye niyetlendik. Himmet eyleyin."
diyerek duâsını istedik. "Sizi Allahü teâlâya ısmarladık. Korkmayınız!" dedi.
Gemiyle yola çıktık, yirmi gün sonra Cidde açıklarına doğru yaklaştık. Bir gece
âniden bir fırtına çıktı. Gemideki yolcular batacağız diye telaşa kapıldılar.
Geminin ağırlığını azaltmak için gemideki ağır eşyâlarını denize bırakmak
istediler. Telaşlı ve şaşırmış bir halde kıvranırken, Şeyh Burhâneddîn
hazretleri, dedesi Şeyh Muhammed Çelebi Sultan ile birlikte gelip gemimizin
kenarında durdular:
"Korkmayın!
Müslümanlar eşyâlarını denize atmasınlar. İnşâallahü teâlâ fırtına sabaha kadar
sâkinleşir." dediler. Sonra gözden kayboldular. Buyurdukları gibi fırtına
sabahleyin kesildi. Yolcular Allahü teâlâya çok şükrettiler. O sırada Ramazân-ı
şerîf ayında idik. Döndükten sonra annemden öğrendik ki, Şeyh Burhâneddîn
hazretlerinin hanımı bir gün anneme gelip; "Oğulların falan gün bir sıkıntı
çekmişler mi?" diyerek bizim denizdeki sıkıntılı anlar yaşadığımız günü işâret
etmiş. Sonra da falan gün akşam Şeyh hazretleri akşam yemeğinde; "Hey Hasan
Dede. Hey Ali Dede!" dedi. Sonra da kalkıp dergâha gitti. Fakat biz işin sırrını
anlayamadık." demiştir."
KAYNAKLAR
1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.77
2) Menâkıb-ı Burhâneddîn Eğridirî; (Şerîfzâde Muhammed
Efendi, Süleymâniye Kütüphânesi Hacı Mahmûd Kısmı No: 4552)
3) İstanbul Târih Coğrafya Kataloğu; s.507
4) Mecmâ-üt-Terâcim; s.98
5) Sicilli Osmânî; c.3, s.141
|