BİŞR-İ HÂFÎ
Sekizinci ve
dokuzuncu yüzyıllarda Horasan'ın Merv şehrinde ve Bağdât'ta yaşamış olan büyük
velîlerden. İsmi, Bişr bin Hâris Abdurrahmân, künyesi Ebû Nasr'dır. Yalınayak
gezdiği için "Hafî" lakabıyla bilinir. Bişr-i Hâfî diye meşhûr olmuştur. 767
(H.150) senesinde Horasan'ın Merv şehrinde doğdu. 841 (H.227) senesinde
Bağdât'ta vefât etti. Kabri orada olup ziyâret yeridir.
Îtibârlı bir
âileye mensûb olan Bişr-i Hâfî, Merv reislerinden birinin oğludur. Bu sebeple
çocukluğu ve gençliğinin bir kısmı bolluk, refâh içinde geçti. Gençliğinde
kendisini oyun ve eğlenceye verdi. Dünyânın câzibesine kapıldığı ve nefsin,
şeytanın ve kötü arkadaşların teşviklerine kapılarak oyun ve eğlence âlemlerine
daldığı gençlik yıllarında, bir gün kapısı çalındı. Hizmetçisi kapıya çıkarak
gelen kimseye kimi aradığını sordu. Kapıdaki adam; "Bu evin sâhibi hür mü, kul
mu?" diye sordu. Hizmetçi, "Hürdür." diye karşılık verdi. Adam; "Belli!.. Eğer
kul olsaydı, kulluğun edebine riâyet edecek oyun ve eğlence ile uğraşmayacaktı."
diyerek çıkıp gitti. Hizmetçi içeri girip kapıda olanları Bişr-i Hâfî'ye
anlattı. Bişr-i Hâfî, yalın ayak adamın peşinden koştu. Ona yetişerek
söylediklerini tekrarlattı. O kimsenin sözlerinden etkilendi, yaptıklarına
pişmân olup tövbe etti. Bir müddet sözünde durup oyun ve eğlence âlemlerine
gitmediyse de, kötü arkadaşların tesiriyle tekrar eski hayâtına döndü.
Babasından kalan serveti için kendisinden ayrılmayan arkadaşları onu bir türlü
bırakmadılar.
Bir gün
eğlence âlemlerinden sonra sarhoş ve bitkin olarak evine dönerken yolda üstünde
Besmele yazılı bir kağıt buldu. İçi sızlayıp yerden aldı. Öpüp, çamurlarını
silerek, temizledikten sonra, güzel kokular sürüp, evinin duvarına astı. O gece
âlim ve velî bir zâta, rüyâda; "Git Bişr'e söyle! İsmimi temizlediğin gibi seni
temizlerim. İsmimi büyük tuttuğun gibi, seni büyültürüm. İsmimi güzel kokulu
yaptığın gibi, seni güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, senin ismini dünyâda
ve âhirette temiz ve güzel eylerim." dendi. Bu rüyâ üç defâ tekrar etti. O zât
sabah Bişr-i Hâfî'yi arayıp meyhânede buldu. Mühim haberim var diye içerden
çağırdı. Bişr geldiğinde; "Kimden haber vereceksin?" dedi. "Sana Allahü teâlâdan
haber vereceğim." deyince, ağlamaya başladı. "Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı
yapacak?" dedi. Rüyâyı dinleyince arkadaşlarına; "Ey arkadaşlarım! Beni
çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremeyeceksiniz." dedi. O
zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç
ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara, "Allahü teâlâya tövbe ettiğim,
günâh işlememeye söz verdiğim zaman yalın ayaktım. O zaman
giymediğim ayakkabıyı şimdi giymeye hayâ ederim. Allahü teâlâ Bekara sûresi
yirmi ikinci âyetinde meâlen; "Biz yeryüzünü sizin için tefriş ettik,
döşedik." buyuruyor. Pâdişâhların mefrûşâtı üzerinde ayakkabı ile yürümek
edebe uymaz. Ayağım ile yer arasında bir vâsıta olduğu hâlde onun sergisine
basmayı câiz görmüyorum." derdi. Bu zamandan sonra
ayakkabı giymediği için kendisine yalın ayak mânâsında "Hâfî" lakabı
verildi.
Allahü
teâlâya tövbe ettikten ve eski yaşayışını terk ettikten sonra bir müddet
memleketi olan Merv'de ilim tahsîliyle meşgûl oldu. Dayısı Ali bin Harşam'a
talebe oldu. Onun sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. İlim yolunda
seyâhatlere çıktı. Mekke, Kûfe, Basra, Şam ve Lübnan taraflarına gitti. Gittiği
yerlerdeki âlimlerin ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu.
Bu yüzden Seyyâh Sûfilerden sayıldı. En sonunda Bağdât'a gelerek yerleşti. Gerek
memleketinde, gerek gezdiği yerlerde ve gerekse Bağdât'ta devrinin ileri gelen
âlimlerinden ilim tahsîl etti ve hadîs-i şerîf dinledi. İbrâhim Sa'd,
Abdurrahmân bin Zeyd bin Eslem, Hammâd bin Zeyd, Şüreyk bin Abdullah, Muâfâ bin
İmrân Mûsulî, Vekî bin Cerrâh, Ebû Bekr bin Iyâş, Hafs bin Gıyâs, Abdullah bin
Mübârek, Îsâ bin Yûnus, Abdullah bin Dâvûd el-Hayrî, Ebû Muâviye ed-Darîr, Zeyd
bin Ebi'z-Zerka onun ilim tahsîl ettiği ve hadîs-i şerîf dinlediği âlimlerden
bir kısmıdır.
Onun geldiği
yıllarda, dünyâ meraklılarının da âhiret sevdâlılarının da merkezi durumunda
bulunan Bağdât'ta, Ahmed bin Hanbel hazretleriyle görüştü. Süfyân-ı Sevrî Fudayl
bin Iyâd, Muâfa bin İmrân ve İmâm-ı Mâlik hazretlerinin ilim meclislerinde ve
sohbetlerinde de bulunup onlardan feyz aldı. Hadîs ilminde güvenilir âlimlerden
olduğu gibi, tasavvufta da yüksek derecelere kavuştu.
Hanbelî
mezhebinin kurucusu Ahmed bin Hanbel, Bişr-i Hâfî'yi çok sever, devamlı yanına
giderdi. Talebeleri; "Siz âlimsiniz. Hadîste, fıkıhta, ictihadda ve bütün
ilimlerde eşiniz yoktur. Niye Bişr-i Hâfî gibi birini sık sık ziyâret
ediyorsunuz?" dediklerinde; "Evet, dediğiniz ilimleri ondan iyi bilirim. Fakat
o, kalp ilimlerini benden iyi bilir." derdi.
Bişr-i
Hâfî'ye, bu ilme, yüksek derecelere nasıl kavuştun diye sorduklarında; "Az
yemekle." deyip, "Yiyip gülen ile, yiyip ağlayan aynı olmaz." buyurdu.
İlim ve
fazîletteki yüksekliği, haram ve şüphelilerden sakınması sâyesinde insanlar
arasında yüksek bir velî, konuşmaları ile, tesirli bir yol gösterici oldu.
Mânevî derecesi öylesine yükseldi ki, Halîfe Me'mûn onu ziyâret edebilmek için,
Ahmed bin Hanbel'in arabuluculuk yapmasını istedi. Hattâ Halîfe Me'mûn onun
hakkında; "Bişr-i Hâfî'den başka bu diyarda (Bağdât'ta) kendisinden hayâ edilip
çekinilecek bir kimse kalmadı." demişti.
Dînî
ilimlerde yüksek bir âlim, tasavvufta yüksek bir velî olan Bişr-i Hâfî,
zamânının tıb bilgilerinde de söz sâhibi idi.
Bir gün
Bişr-i Hâfî (rahmetullahi aleyh) rahatsızlanarak tabîb Abdurrahmân'a gitti. Ne
gibi yemekler yiyeceğini sordu. Tabîb de; "Bana soruyorsun, fakat tavsiyelerime
uymuyorsun." dedi. Bişr-i Hâfî de; "Hayır, uyacağım." deyince, tabîb; "Sirke ve
baldan yapılmış sikencübin'i (mayhoş suyu) içer, ayvayı soyup yersin. Sonra da
sıcak çorba içersin." dedi. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî; "Sikencübinin yerini
tutacak daha iyi bir şey bilmez misin?" diye sordu. Tabîb; "Bilmem." dedi.
Bişr-i Hâfî; "Ben bilirim." deyince, tabîb söyle bakalım nedir?" dedi. Bişr-i
Hâfî; "Hurdeba (günnük otu) sirke ile berâber." dedi. Sonra; "Ayvanın yerini
tutacak ondan daha ucuz bir şey bilmez misin?" diye sordu. Tabîb; "Bilmem."
deyince; "Ben bilirim." dedi ve keçi boynuzunu anlattı. Keçiboynuzundan daha
iyisini sordu. Tabîb, bilmem deyince, ona da nohut suyu ile inek yağını anlattı.
Bunun üzerine tabîb Abdurrahmân; "Sen tıb ilmine benden daha iyi vâkıfsın."
diyerek bu ilimdeki üstünlüğünü kabûl etti.
Allahü
teâlânın emirlerine ve Peygamber efendimizin sünnetine titizlikle uyan, haram ve
şüphelilerden şiddetle kaçınan Bişr-i Hâfî hazretleri, bir gece rüyâsında
Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz ona; "Allahü teâlânın seni neden
üstün kıldığını biliyor musun?" buyurdu. O; "Hayır bilmiyorum yâ Resûlallah!"
diye karşılık verdi. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sünnetime tâbi olman,
sâlihlere hizmet etmen, din kardeşlerine nasîhat etmen, Ehl-i beytimi ve
Eshâbımı sevmen sebebiyle bu dereceye kavuştun." buyurdu.
Bişr-i Hâfî
pekçok kimseye ilim öğretip ders verdi. Nuaym bin Heydâm, Muhammed bin Heydâm,
İbrâhim bin Hâşim, Nasr ibni Mansûr, El-Bezzâr, Muhammed bin el-Müsennâ, Sırrî-i
Sekâtî, İbrâhim bin Harbî en-Nişâbûrî Ömer bin Mûsâ el-Celâ gibi birçok âlim
kendisinden ders alıp, hadîs-i şerîf okumuşlardır.
İnsanlara
vâz ve sohbetleriyle pek faydalı olan Bişr-i Hâfî hazretleri, onlara dünyâda ve
âhirette kurtuluşa ermenin yollarını gösterdi. Bir sohbetinde;
"Bir gün
Bağdât'ta bir adam gördüm. Bin kırbaç dayak yediği hâlde hiç sesini çıkarmadı.
Sonra kendisini cezâevine götürdüler. Peşini tâkib ettim ve niçin dövüldüğünü
kendisinden sordum. Bir kadına âşık olduğundan bu hâle düştüğünü söyledi. Bu
kadar dayak yediği hâlde neden ses çıkarmadığını sordum. Sevgilim bana
bakıyordu, dedi. Bunun üzerine kendisine; "Ya Allahü teâlânın seni devamlı
gördüğünü bilseydin hâlin nice olurdu?" dediğimde, hemen haykırarak yere düştü
ve öldü." buyurdu.
Gençliğimde
Abadan'a gitmiştim. Cüzzamlı ve kör bir adamla karşılaştım. Sarası tutmuş,
karıncalar vücûduna üşüşmüş etini yiyorlardı. Başını kaldırdım, kucağıma aldım,
ayılıp, kendisi ile konuşmayı bekledim. Ayılınca; "Benimle Rabbim arasına giren
bu boş adam kimdir? Rabbim beni parça parça yapsa, benim O'na ancak sevgim
artar." dedi. Bundan sonra artık kul ile Allah arasında gördüğüm hiç bir hikmeti
merak edip de, niçin böyle oluyor? demedim."
"Bir gün
evime girince bir zât ile karşılaştım. İzinsiz, evime nasıl girersin, sen kimsin
dediğimde; "Ben kardeşin Hızır'ım." dedi. Bana duâ et deyince, O;
"Allah'ım!İbâdette bulunmasını buna kolaylaştır." diye duâ etti. Biraz daha duâ
et dedim. "Allah'ım! İbâdetinin gizli kalmasını buna nasîb eyle." dedi.
Bişr-i Hâfî
hazretleri yüksek hâller sâhibiydi. Bir gece evden çıkarken ayağının biri eşiğin
iç, diğeri dış kısmında olduğu halde seher vaktine kadar hayret ve hayranlık
içinde bekledi. Kızkardeşinin kalbine; Bu gece Bişr sana geliyor." diye ilhâm
olundu. Kardeşi onu beklemeye başladı. Bişr-i Hâfî yorgun ve perişan hâlde
çıkageldi. Hemen evin damına çıkmaya gayret etti. Birkaç basamak yukarı çıktı.
Ortalık aydınlanıncaya kadar hayran hayran orada kaldı. Namaz vaktinde aşağı
inip câmiye gitti. Namazını kılıp eve geldi. Kızkardeşi; "Bu ne hâl böyle?" diye
sorunca, Bişr-i Hâfî; "Hatırımdan geçti ki Bağdât'ta Bişr gibi bunca kişi
bulunsun, bunlardan kimi yahûdî kimi hıristiyan, kimi de mecûsî olsun, benim
ismim de Bişr olsun ve İslâmiyetle şereflenerek bunca yüksek devlete ermiş
olayım! Ben ne yaptım ki bu devlete kavuştum, onlar ne yaptılar ki bu devletten
mahrûm kaldılar. İşte bu konuyu düşünerek şaşkın bir hâlde kaldım." buyurdu.
Mansûr
es-Sayyâd isimli bir zât, bir bayram günü bayram namazını kıldıktan sonra Bişr-i
Hâfî hazretlerine geldi. Bişr-i Hâfî ona; "Bu erken vakitte niçin geldin?"
buyurdu. Mansur; "Evde un ve ekmek yok onun için geldim." dedi. Bişr-i Hâfî;
"Allahü teâlâ düşenlerin yardımcısıdır. Oltanı al ve dereye git. Abdest alıp iki
rekat namaz kıl. Oltayı Bismillah diyerek at!" buyurdu. Mansûr es-Sayyâd onun
dediklerini yaptı. "Bismillah" diyerek oltayı dereye attı. Büyük bir balık
çıktı. Bişr-i Hâfî'ye geldi. Bişr-i Hâfî o balığı satmasını ve ihtiyaçlarını
almasını istedi. O kimse balığı satıp ihtiyâcı olan yiyecekleri aldıktan sonra
Bişr-i Hâfî hazretlerinin kapısını çaldı. Bişr-i Hâfî ona; "Kapıyı kapat.
Elindekileri de hole bırak. Kendin de içeri gel." buyurdu. Mansûr es-Sayyâd
içeri girince, Bişr-i Hâfî hazretleri; "Eğer bu isteği nefsimiz bize bildirseydi
bu balık çıkmazdı." dedi.
Yine bir
sohbetinde buyurdu ki:
"Dünyâda azîz olmak,
âhirette selâmette kalmak isteyen, diline sâhib olsun.
Şâhitlik yapmasın, halka imâm olmasın, hiç kimsenin yemeğini yemesin. İki şey
kalbe kasvet verir. Çok konuşmak ve çok yemektir."
İlme
çalışmayı teşvik husûsunda da buyurdu ki:
İlme
çalışanın işâreti, dünyâdan kaçmaktır, dünyâyı sevip onda kalmak değil."
"Kendisiyle
amel etmediğin şeyi bırakman daha iyidir. İlim, amel etmektir. Allahü teâlâya
itâat ettiğin zaman sana öğretir. Allahü teâlâya isyân edersen, sana öğretmez.
İlim, âlimlerin ihtiyaç malzemesidir."
"Kâmil olan
Allah yolcusu ile sohbet etmek, Kur'ân-ı kerîm okuyan ile sohbet etmekten daha
sevimlidir."
"Mârifetten
mahrum kalan kimse, ibâdetinin tadını bulamaz."
"Sizden
biri, bir eser yazacak olursa, daha çok mânâ bakımından doğruluğuna dikkat
etsin."
"Âlimin sözü
doğru, yediği helâl ve dünyâ malına karşı sevgisi yok ise, zühdü, dünyâya düşkün
olmaması çok olur. Ne yazık ki, bugün bu üç hasletten birini bile onların
birinde göremiyoruz. Bu durumlarıyla onlara nasıl gülelim ve nasıl yüz verelim.
Bu vasıfları kendinde bulundurmayanlar, ilim sâhibi olduklarını, nasıl
söylerler. Onlar dünyâya sarılır, dünyâyı birbirinden kıskanırlar. Dünyâlık için
birbirine hased ederler. Devlet adamlarının yanında birbirlerini çekiştirir ve
gıybet ederler. Maksadları, ellerine geçen dünyâlığı, başkalarına kaptırmamak ve
fânî şeyleri ellerinden kaçırmamaktır. Yazıklar olsun ey âlimler! Siz
peygamberlerin vârisleriydiniz. İlmi alırken birçok vazîfe yüklenmiş oldunuz.
Şimdi o vazîfeleri yapmıyorsunuz. İlminizi şeref vesilesi yapıp onunla dünyâlık
kazanmaya bakıyorsunuz. Âhirette, Cehennem'e ilk atılan zümre olmaktan nasıl
korkmuyorsunuz, anlamıyorum!"
"Bugün ilim, onu vâsıta
yapıp karnını doyuranların eline geçti."
Bir
sohbetinde de sabırla ilgili olarak şöyle buyurdu:
"Sabır
susmaktır. Susmak sabırdandır. Konuşan, susandan daha fazla verâ sâhibi olamaz.
Şu var ki, âlim kişi bir yerde konuşur bir yerde susar."
"Sabır
güzeldir. Bu ise, insanlara şikâyette bulunmamaktır."
"Emri mârûf
ve nehy-i anil-münker yapmak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek
için, eziyetlere sabretmek gerekir."
Şükürle
ilgili olarak Bişr-i Hâfî hazretleri buyurdu ki: "Âzâları içinde yalnız dili ile
şükreden kimsenin şükrü az olur. Çünkü gözün şükrü, bir hayır gördüğü zaman onu
almak, eğer şer görürse onu örtmektir. Kulağın şükrü, bir hayır işittiği zaman
onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmaktır. Ellerin şükrü, onlarla hak olandan
başkasını tutmamaktır. Mîdenin şükrü, ilim ve hilm ile dolu olmak; ayakların
şükrü de, iyilikten başkasına gitmemektir. Kim böyle yaparsa hakîkaten
şükredenlerden olur."
Bir sohbeti
sırasında da;
"Nâfileler
farzların terk edilmesine sebeb olduğu zaman nâfileleri terk ediniz. İyiyi iyi
olarak kabul etmeyen, çirkini de çirkin olarak kabul etmez. İhtilâf ve ayrılıkla
birlikte îtilâf ve birleşme olmaz.
Biz nîmetler
yüzünden değil, nîmetlere karşı az şükrettiğimizden bu hâle geldik. Nitekim biz
amelimizin azlığından değil de amelde sıdk ve ihlâsımızın olmayışından bu hâle
geldik. Yine bizim uğradığımız musîbetler, günâhlarımızın çokluğundan değil,
hayâmızın azlığındandır, istiğfârımızın azlığından değil, vefâmızın azlığından
ve süratle günâhlara düşüşümüzdendir. Eğer biz derhâl günahlarımızın cezâsını
görmüş olsaydık bütün günâhları bırakırdık.
Ey kardeş!
Bunu bil ve içini dünyâ sevgisi ve şehvetinden temizle. Allahü teâlâyı çok
zikret. Kalbini iyice temizlediğin zaman, Allahü teâlâ seni hikmetle konuşturur
ve sen zamânın bir hakîmi olursun. Fakat dünyâ sevgisi ve şehveti ile birlikte
hikmet sâhibi olamazsın." buyurdu.
Talebelerine
ve sevenlerine verdiği muhtelif vâz ve nasîhatler sırasında buyurdukları ise
şunlardır:
"İnsanlar
arasında tanınmak isteyen, âhiretin tadını alamaz."
"Şöhreti
seven kimse, Allah'tan korkmaz."
"Övülmekten hoşlanmak
kadar ahmaklık düşünülemez."
"Dünyâ ve
âhirette elem ve kederlerden kurtumak istiyenler, kötü ahlâk sâhipleriyle
görüşmemelidir."
"Tasavvuf
nedir?" diye sorulunca, buyurdu ki: "Tasavvuf üç anlama gelir. İlki mârifet
nûruna ârif olmak ve verâ hâlini kaybetmemektir. İkincisi, dış görünüşünü bâtıl
olan şeylerden alıkoymaktır. Sonuncusu ise kerâmetlerini gizlemektir."
"İnsanlardan
biri, Allahü teâlâya tevekkül ettim, diyor. Halbuki Allahü teâlâya karşı yalan
söylüyor. Gerçekten Allahü teâlâya tevekkül etseydi, O'nun, hakkındaki
muâmelesine de râzı olurdu."
"Hüzün
pâdişâhtır. Bir yere yerleşince oraya başka bir şeyin yerleşmesine râzı olmaz."
"Ben, Muâfâ
bin İmrân'dan işittim. O da Süfyân-ı Sevrî'den şöyle dediğini işitmiş; insanları
memnun etmek, ulaşılamayan gâyedir."
"Süfyân-ı
Sevrî bir adamı ziyâret ettiği zaman, Allah seni ateşten korusun diye duâ
ederdi."
"El-Evzâî
şöyle buyurdu. Bir zaman gelecek ki, ünsiyet sâhibi kardeş, helâl bir lokma ve
sünnete uygun bir amel o zaman çok az olacak."
"Kim Allahü
teâlâya yaklaşırsa, insanlardan uzak kalır."
"İnsanların sırlarını
ortaya çıkaracak sorular sorma."
"Nefsim için
en güvendiğim amelim, Peygamber efendimizin Eshâbına sevgi ve hürmetimdir."
"Böbürlenmen, kendi ibâdetini çok, başkasınınkini az görmendir."
"Malınız
varken aç sabahlamanızı, malınız yokken tok sabahlamanıza yeğ tutarız."
"Âdemoğlunu
dünyâda tâkib eden musîbetlerin başında, sevdiklerinden ayrılması gelir."
"Bir kimse
bize, hadîs anlat dediği zaman, anla ki, bize kolaylık göster, demek istiyor."
"Makâmların
en yükseği, ölünceye kadar fakirliğe sabretmektir."
"İki haslet
vardır ki, kalbe sıkıntı verir: Çok konuşmak, çok yemek."
"Bir kul
Kur'ân-ı kerîmi hatmederse, melekler onun iki gözü arasını öperler."
"Kişi
gazabını yenmedikçe, takvâ sâhibi olamaz."
"Konuşmak
hoşuna giderse sus, susmak hoşuna gidince konuş."
"Kim Allahü
teâlâdan dünyâyı isterse, Allahü teâlâ da onun dünyâda uzun zaman kalmasını
ister."
"Müminin
izzeti, insanlardan uzak durmasıdır. Şerefi ise gece namaz kılarak ayakta
durmasıdır."
"Ana ve
babanın evlatlarına duâları, bir peygamberin ümmetine olan duâsı gibidir."
"Verâ,
şüphelilerden temizlenmek ve her an nefisle muhâsebe etmektir."
"Kötü
insanlarla arkadaşlık yapmak, hayırlı insanlara sû-i zana, kötü düşünmeye sebeb
olur."
"Cimrinin
yüzüne bakmak, insanın kalbini karartır."
"Şâyet
insanlar Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünselerdi, O'na isyân etmezlerdi."
"Akıllı
kimse, hayrı ve şerri bilen kimse değildir. Akıllı kimse hayrı gördüğünde ona
tâbi olan, şerri gördüğünde ondan kaçınan kimsedir."
"Ölümü
hatırladığın zaman, dünyânın güzelliği ve şehvetleri senden gider."
"Kötülüklerini gizlediğin gibi iyiliklerini de gizle."
"Dünyâyı
seven kişi ölümü sevmez."
"Melekler,
kendisine hayran kaldığı kulun amelini yükseğe çıkarır ve Allahü teâlânın
huzûruna götürür."
"Kişinin
ameli az olursa, düşünce ve sıkıntıya mübtelâ olur."
Vaktin
kıymeti ile ilgili olarak buyurdu ki:
"Dün öldü,
bugün can çekişiyor, yarın doğmadı. Öyle ise şu anı değerlendirmek için amele
sarıl."
Neden câmide
vâz vermiyorsun diye sorduklarında; "Câmide vâz vermek için câmi hüviyetli
olmak, o işin ehli olmak lâzımdır." buyurarak tevâzuda bulundu.
Bişr-i Hâfî
cemâatle sohbet ediyor, rızâdan bahsediyordu. Sohbette bulunanlardan birisi; "Ey
Bişr! Makam ve îtibâr sâhibi olduğun için halktan hiçbir şey kabûl etmiyorsun.
Eğer zühd sebebiyle hakîkaten dünyâdan yüz çevirmişsen, halktan gizlice bir
şeyler alıp fakirlere ver ve kendin de tevekkül üzere oturup rızkına râzı ol."
dedi. Bu söz üzerine Bişr-i Hâfî buyurdu ki: "Bunun cevâbını dinle. Fukarâ ve
dervişler üç çeşittir. Birinci kısım, aslâ kimseden bir şey istemez, verirlerse
de almaz. Bunlar hâl sâhibi, rûhâniyet ehli kimselerdir. İzzet ve celâl sâhibi
Allahü teâlâdan her ne isterlerse, Allah onu bu kimselere verir. Allahü teâlâ
şunu verecek diye yemin edecek olsalar derhâl duâları kabûl edilir. Diğer bir
kısmı halktan bir şey istemez ama verildiğinde kabûl eder. Bunlar dervişlerin
orta tabakasıdır. Allahü teâlâya tevekkül ederek sükûn, rahat bulurlar. Bu
kısım, kudsiyet makâmında ebediyet sofrasına oturmuş bir tâifedir. Üçüncü kısım
ise, güçleri yettiğinde sabrederek oturur ve rızkın geleceği vakti gözler.
Böyleleri zarûrî ihtiyaçları mecbûr bırakırsa, kalpleri Allahü teâlâya bağlı
olduğu hâlde çıkıp halktan isterler." Bu cevâbı alan kimse; "Bu söze râzı oldum.
Allah da senden râzı olsun." dedi.
Bişr-i Hâfî
hazretleri yerinde ve az konuşurdu. Talebelerine ve sevenlerine buyurdu ki:
"Sahîfelerinize ne yazdığınıza dikkat ediniz. Çünkü bu, Rabbinize karşı
okunacaktır. Yazık o kimseye ki çirkin söz konuşur. Eğer içinizden biri bir
kardeşine içinde çirkin söz bulunan bir yazı gönderse, şüphesiz bu bir
hayâsızlık olur. Ya Rabbine karşı kötü söz söyleyenin hâli ne olur?"
Şaşarım o
adamın aklına ki din kardeşini arkasından çekiştirir de yüzüne gelince ona sevgi
gösterir, hemen onu övmeye başlar. Kim insanların şeref ve haysiyetiyle oynadığı
halde, Allahü teâlânın kendisini sevdiğini iddiâ ederse, şüphesiz o bir
yalancıdır. Çünkü o bir şeytandır. Şeytan ise Allahü teâlânın düşmanıdır.
Bir kimse
Bişr-i Hâfî hazretlerine gelerek; "Ben seni Allah için seviyorum." dedi. O da;
"Sen sözünde sâdık ve doğru değilsin. Bâzan akşam olunca ahırdaki merkebini
hatırlamak beni hatırlamaktan sana daha mühim göründüğü hâlde, nasıl oluyor da
Allah için beni sevdiğini iddiâ ediyorsun?" buyurdu.
Bişr-i
Hâfî'nin ilme ve irfâna bağlılığı, şöhret ve riyâset (başkanlık) sevdâsıyla
değil, sünnet-i seniyyeye uyma arzûsuyla idi. Nitekim; "Reislik arzûsuyla ilim
öğrenen, Allahü teâlâyı kızdıracak bir işle O'na yaklaşmaya çalışıyor demektir.
Çünkü ilim sebebiyle reislik istemek gökte ve yerde öfkeyi gerektirir."
buyururdu.
Hikmete
ermenin yolunun Allahü teâlâya isyânı terk etmekte olduğunu söylerdi. O,
ibâdetin lezzetine erenlerdendi. Bu lezzete ermenin yolunu şöyle bildirirdi:
"Kendinle arzu ve isteklerin arasına demirden bir perde çekmedikçe, ibâdetten
lezzet duyamazsın."
Bir kimse
Bişr-i Hâfî'ye gelerek; "Gecenin bir saatinde olsun istirâhat etseniz." dedi. O
da; "Allahü teâlâ geçmiş ve gelecek bütün günâhlarını bağışladığı Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem, ayakları şişinceye kadar ibâdet ettikleri halde ben
nasıl uyuyabilirim? Çünkü ben bir tek günahımın bile, Allahü teâlâ tarafından
bağışlanmış olduğunu bilmiyorum."
Talebelerini
ellerini açmış duâ ederken görünce; "Duâ, günahları terk etmektir." buyururdu.
Rızık konusunda insanları haramlardan ve şüphelilerden sakınmaya teşvik ederdi.
Özellikle ticâret erbâbını helâl ve temiz kazanca yönlendirmeye çalışırdı. Bu
husustaki âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri sık sık tekrar eder; "Ekmeğini
nereden kazandığına iyi bak. Kendini Cehennem'e atma." diye nasîhat ederdi.
Amellerin
kıymetlisinin üç tâne olduğunu bildirir: "Birincisi mal az olduğunda da cömert
olabilmektir. İkincisi, tenhâda da verâ sâhibi olabilmek yâni haramlardan
kaçınabilmektir. Üçüncüsü, kendisinden korkulan ve bir şeyler umulan kimsenin
huzûrunda da hakkı söyleyebilmektir." buyururdu.
Dünyâya
gönül verenlere; "Dünyâya tâlib olan insanlardan dünyâlık istemeye utanmıyor
musun? Siz dünyâlığı, dünyâyı yed-i kudretinde tutan Allahü teâlâdan isteyiniz."
buyururdu.
"Yediğin
neredendir?" diye soranlara şöyle cevap verirdi: "Siz benim nereden yediğimi ne
yapacaksınız. Kendinizin ne sûretle yediğinize bakınız. Çünkü gülerek yiyenle
ağlayarak yiyen bir olmaz. Az yiyen el, çok yiyene denk olmaz. Yediğiniz ekmeğin
nereden olduğuna, çoluk çocuğunun oturduğu evin hangi yoldan kazanıldığına
dikkat ediniz." buyururdu.
Allahü
teâlâya olan muhabbeti sebebiyle Allahü teâlânın düşmanlarına düşmanlık ederdi
ve; "Sevgilini kızdırana muhabbet beslemen sana yakışmaz." buyururdu.
Cömert ve
ikrâm sâhibi idi. Fakirlere ve düşkünlere yardım eder, onların ihtiyaçlarını
giderirdi.
Nâfile hacca
gideceklerden biri Bişr-i Hâfî'ye vedâ için geldi. Ona; "Ben hacca gidiyorum,
bir emriniz var mı?" deyince; "Ne kadar harçlığın var?" diye sordu. "İki bin
dirhem harçlığım var." diye cevap verdi. Bişr-i Hâfî: "Hacca gitmekle zühdü mü,
yoksa Kâbe'ye olan aşkını mı, yoksa Allah rızâsını mı kastediyorsun?" diye
sorunca, adam: "Allah rızâsını kastediyorum." dedi. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî;
"O halde evinde dururken, Allah'ın rızâsını kazandıracak bir şeyi sana
söylersem, yapar mısın?" deyince; "Evet yaparım." karşılığını verdi. Bunun
üzerine Bişr-i Hâfî;
"O halde sen
bu iki bin dirhemi, borcunu ödeyemeyen bir fakire, yiyeceği olmayan bir yoksula,
nüfusu kalabalık, geçimi dar olan bir âileye, yetimi sevindiren bir yetim
bakıcısına ve bunlar gibi on kişiye yirmişer dirhem ve hattâ istersen hepsini
bunlardan birine ver. Zîrâ müslümanı sevindirmek, düşkünlere el uzatmak,
sıkıntıyı gidermek ve zayıflara yardım etmek, nâfile olarak yapılan yüz hacdan
daha sevaptır. Kalk da dediğim gibi yap. Şâyet böyle yapmak istemiyorsan asıl
kalbinde olanı bana söyle." dedi. Vedâya gelen kimse; "Doğrusu kalbimde hacca
gitmek tarafı kuvvetlidir." dedi. Bunun üzerine Bişr gülümseyerek adama döndü
ve; "Servet, şüpheli şeylerden kazanıldığı takdirde, nefs, kendi arzularından
birinin yerine getirilmesini ve sâlih ameller yaptığını göstermek ister. Halbuki
Allahü teâlâ, yalnız muttakîlerin, haramlardan sakınanın amelini kabul eder."
buyurdu.
Adamın biri
elinde bıçak ile bir kadına musallat oldu. Güçlü olduğu için kimse adama engel
olamıyordu. Kadın çırpınıp duruyordu. Bu esnâda Bişr-i Hâfî rahmetullahi aleyh
oradan geçmekte idi. Adama iyice yaklaşıp bir şey söyledi. Adam birden yere
düştü. Kadın kurtuldu. Etrâfındakiler adamın yanına gittiler ve adamın zor nefes
aldığını gördüler. Sana ne oldu diye sorulunca, adam; "Bilmiyorum, ihtiyar zât
bana; "Senin bu yaptığını Allahü teâlâ görüyor." deyince, ayaklarımın bağı
çözüldü ve gördüğünüz gibi yere düştüm. Bu zât kimdir?" dedi. Bişr-i Hâfî'dir
dediler. Bunun üzerine adam; "Eyvâh ben onu bir daha nasıl göreceğim." dedi ve
kuvvetli bir sıtma hastalığına yakalanarak kısa bir zaman içinde öldü.
Bişr-i Hâfî,
Esved bin Sâlim'i, Ma'rûf-i Kerhî'ye yolladı. Esved bin Sâlim ona; "Bişr-i Hâfî,
seninle kardeşlik olmak istiyor. Bunu açıkça size söylemekten çekindiği için,
beni size gönderdi. Kendisini kardeşliğe kabûl etmenizi diliyor, fakat bâzı
şartları da vardır. Onlar da: Bu kardeşliğin duyulmaması ve karşılıklı ziyâret
ve görüşme yapılmamasıdır; zîrâ o, fazla iltifattan hoşlanmaz." dedi. Bunun
üzerine Ma'rûf-i Kerhî;"Fakat ben kardeş olduğum kimseden gece ve gündüz
ayrılmak istemem." dedi ve Allah için sevginin fazîletini anlatan birçok hadîs-i
şerîf okudu. Sonra; "Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Ali'yi
kendine kardeş yapmakla, onu ilimde kendisine ortak etti. En sevimli kızını ona
verdi. Şimdi sen şâhid ol, mâdem ki seni gönderdi. Ben de onu Allah için
kardeşliğe kabûl ettim. O, beni ziyârete gelmezse de, ben onu ziyârete giderim.
Ona söyle sohbetlerde buluşalım. Hâlinden hiçbir şeyi benden saklamasın, her
hâlini bana bildirsin." dedi. İbn-i Sâlim, durumu Bişr-i Hâfî'ye anlatınca, râzı
oldu ve memnuniyetle kabûl etti.
Bir gün
Bişr-i Hâfî'nin eşyâsını çaldılar. Ağlamaya başladı. "Mal için ağlanır mı?"
denilince; "Mal için değil, hırsızın günah işlediğini, kıyâmet gününde bunun
azâbını çekeceğini düşünüp ağlıyorum." dedi.
Adamın biri
Bişr-i Hâfî'ye gelip; "Bana vasiyet et." dedi. Bişr-i Hâfî ona; "Şöhretten
sakın, helâl lokma yemeye gayret et." dedi.
Büyüklerden
bir zât anlatır: Bişr-i Hâfî'nin yanında idim. Hava çok soğuk idi. Gâyet ince
giymiş, titriyordu. Yâ Ebâ Nasr bu havada çok kalın giyerler, siz giydiklerinizi
çıkardınız dedim. "Fakirleri hatırladım. Malım, param yok ki onlara yardım
edeyim. İstedim ki, ben de onlar gibi olup, sıkıntılarını çekeyim." dedi.
Bişr-i Hâfî
bir gün kabristandan geçiyordu. Mezardakilerin hallerini Allahü teâlâ gösterdi.
Mezarları üzerinde bir şeyi paylaşıyorlardı. "Yâ Rabbî! Bunların ne yaptıklarını
bana bildir." dedi. Git, kendilerine sor diye bir ses duydu. Gitti sordu. Bir
hafta önce, bir kimse üç İhlâs-ı şerîf okuyup bize gönderdi. O günden beri onun
sevâbını taksim etmeye çalışıyoruz, henüz bitiremedik." dediler.
Hasan Hayyât
anlatır: Bir gün Bişr-i Hâfî'nin yanında idim. Birkaç kişi gelip, Bişr-i Hâfî'ye
selâm verdi. Bişr-i Hâfî onlara siz kimsiniz deyince; "Biz Şam'dan geliyoruz,
hacca gidiyoruz. Duânızı almak için size uğradık." dediler. Bişr-i Hâfî onlara;
"Allahü teâlâ sizden râzı olsun." dedi. Onlar; "Bizimle hacca gelmek istemez
misin?" diye sorunca; onlara; "Üç şartla: Yanımızda bir şey taşımayacağız, hiç
kimseden bir şey istemeyeceğiz, eğer birisi bize bir şey verirse kabûl
etmeyeceğiz." dedi. Onlar; "Yanımızda bir şey taşımamaya evet! Kimseden bir şey
istememeye de evet! Fakat bize verileni kabûl etmemeye gelince, buna gücümüz
yetmez." dediler. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî; "Siz Allahü teâlâya değil,
hacıların azığına güvenerek yola çıkmışsınız." buyurdu.
Bişr-i Hâfî,
hazret-i Âişe'den rivâyet edilen şu hadîs-i şerîfi nakletti: Hazret-i Âişe
buyurdu ki: "Ben bir gün Resûlullah'dan sallallahü aleyhi ve sellem suâl ettim:
"Yâ Resûlallah
kadınların üzerinde cihâd var mıdır?" Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
"Kadınlar üzerinde de cihâd vardır. Lâkin o cihâdda harb etmek yoktur." Ben
de; "O cihâd nedir?" dedim. Resûlullah; "Ocihâd hac ile umredir." buyurdu.
Rivâyet ettiği başka bir
hadîs-i şerîfte
Peygamber efendimiz; "Tencerede bir şey pişirdiğin zaman, suyunu çoğalt ve
komşulara dağıt." buyurdu.
Diğer bir hadîs-i şerîfte
Peygamber
efendimiz; "Kula her taraftan belâ gelmedikçe, îmânın tadını tadamaz."
buyurdu.
Bişr-i Hâfî
hazretleri hiç evlenmemişti. Kendisine; "Niçin evlenmiyorsun?" diye soranlara;
"Bana ömrüm kadar bir ömür daha verilseydi, evlenebilirdim. Zîrâ ömrümde ancak
Allahü teâlâya kulluk vazîfelerimi yapabiliyorum."buyurdu. "Eğer sen evlenseydin
kulluğun tam olurdu." deyince de; "Kendi hakkımı yerine getirmekten korkuyorum
da onun hakkını nasıl yerine getirebilirim." buyurdu. "Niçin evlenerek Sünnet-i
seniyyeye muhâlif olmaktan kurtulmuyorsun?" diyenlere de; "Ben
farzlarla meşgûl oluyorum. Zîrâ farzları yerine getirmek, sünnetten evlâdır."
buyurdu. Bişr-i Hâfî hazretleri; "İki yüz yılından sonra sizin en iyiniz,
hafîfülhaz olandır, yâni zevcesi ve çocuğu olmayandır." hadîs-i şerîfini
kendine delil olarak
almıştı.
Bişr-i Hâfî
hazretleri ilim, irfân ve fazîlet sâhibi olup, güzel ahlâklı idi. Onun
üstünlüğünü herkes kabûl ederdi, hâlleri ve yaşayışı ile ilgili olarak Abbâs bin
Dehkam diyor ki: "Dünyâya geldiği gibi ölen tek insan Bişr-i Hâfî'dir. Dünyâya
malsız geldi ve malı olmadan gitti. Ölüm döşeğine yattığı sırada biri gelerek
ondan bir şey istedi. Onun bir gömleği vardı. Onu da çıkardı, dilenciye verdi ve
bir başka kimseden ödünç gömlek aldı ve o şekilde öldü. Yâni ölünce bir gömleği
de yoktu. Gömleksiz geldi, gömleksiz gitti."
İbrâhim
Harbî şöyle der: "Ben üç büyük zât gördüm. Bu üç kişinin benzeri yoktur;
Birincisi Ahmed bin Hanbel'dir ki, anneler onun gibisini doğurmaktan âciz kalır.
İkincisi Bişr-i Hâfî'dir ki, asrından eski devirlere kadar akıllı bir zâttır.
Üçüncüsü Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm ki, sanki o, ilmi kendisinde toplamış bir
dağ gibidir. Bişr-i Hâfî hiçbir müslümana gıybette bulunmadı. Eğer onun aklı
Bağdât halkına dağıtılsa, hepsi akıllı olurdu."
Bilâl
el-Havvâs şöyle anlatır: "Bir gün Sina Çölünde yürüyordum. Yanımda bir zât
belirdi. Kimsin deyince, "Kardeşin Hızır'ım." dedi. Sana suâl sormak istiyorum
deyince; sor dedi. "İmâm-ı Şâfiî hakkında ne dersin?" diye sordum. "Dünyâdaki
dört büyük âlimden biridir." diye cevap verdi. "Ahmed bin Hanbel hakkında ne
düşünürsün?" dedim. "Sıddık (doğru, samîmi) bir zâttır." dedi. "Bişr-i Hâfî
hakkında ne söylersin?" deyince; "Ondan sonra onun gibi bir zât gelmedi." dedi.
Bişr-i
Hâfî'nin üstünlüğünü âlimler, velîler kabûl ettiği gibi, diğer insanlar ve hattâ
hayvanlar bile kabûl ederdi. O Bağdât'a geldikten sonra hayvanlar sokakları
kirletmez oldu. Çünkü Bişr-i Hâfî hazretleri sokaklarda yalınayak geziyordu.
Bağdât halkından biri bir gece hayvanıyla Bağdât sokaklarında giderken, hayvanın
sokağı kirletmesi üzerine; "Eyvah Bişr-i Hâfî öldü." diyerek üzüldü. Araştırıp
öğrendi ki hakîkaten Bişr-i Hâfî vefât edip, Allahü teâlânın rahmetine
kavuşmuştu.
Bişr-i Hâfî
hazretlerinin hastalığı sırasında talebelerinden birisi onu ziyârete gitti.
Bişr-i Hâfî'ye; "Bana nasîhat et." dedi. Bişr-i Hâfî buyurdu ki: "Bir karınca
vardı. Yazın tâneleri toplar, kışın yerdi. Bir gün topladığı tâneyi yemek üzere
ağzına aldı. Tam bu sırada gelen bir kuş onun ağzındaki tâneyi kaptı. Karınca
topladığı şeyi yiyemedi ve emeline kavuşamadı. Dünyâda insanlar da böyledir. Mal
ve servet toplarlar. Onları ya başkaları alıp tüketir veya ölüm kuşu gelip o
kimseyi alır da dünyâdaki emeline kavuşamaz. Hal böyle olunca, dünyâya gönül
vermemeli, âhiret için hazırlanmalıdır."
Bişr-i Hâfî
hazretleri bütün ömrünü ilim öğrenmekle ve öğretmekle geçirdi. Şüphelilerden son
derece sakınırdı. Konuştuğu zaman etrâfa ilim, ahlâk, hikmet kokuları yayılırdı.
Tasavvuf yolunda büyük makâmlara erişmişti. 841 (H.227) senesi Rebîülevvel
ayında Bağdât'ta vefât etti. Vefât ettiğinde cenâzesini sabah evden çıkardılar.
Fakat çok kalabalık olduğundan
kabristana gece
varabildiler. Kendisini rüyâda görüp; "Allahü teâlâ sana ne muâmele etti?" diye
sorduklarında; "Benim cenâzemde bulunanı ve kıyâmete kadar beni seveni
affeyledi." buyurdu.
BEYİTLER
BESMELE'YE
HÜRMETİ
Bişr-i Hâfî adında, bir büyük velî vardı,
Gençlik senelerinde, günah işler yapardı.
Bir gün sarhoş bir halde, sallanarak giderken,
Yerde çamur içinde, bir kâğıt gördü birden.
Besmele-i şerîfe, olduğunu anladı,
Ve içi sızlayarak, eğilip onu aldı.
Öptü ve tâzim ile, giderdi çamurunu,
Güzel koku sürerek, yükseğe astı onu.
O gece rüyâ gördü, bir âlim, yattığında,
Ona şöyle denildi, Bişr-i Hâfî hakkında:
"Git, Bişr'e haber ver ki, dün yaptığı bir işten,
Dolayı memnun olup, râzı oldum Bişr'den.
İsmimi yerden alıp, nasıl temizlediyse,
Onu, günah işlerden, temizlerim ben ise.
Nasıl benim ismimi, büyük tuttuysa o kul,
Ben dahî o kulumu, tutarım öyle makbul."
Uyandı sabahleyin, rüyâ gören o âlim,
Merak edip dedi ki; "Bu kişi acabâ kim?"
Hemen çıkıp aradı, onu o mahallede,
Nihâyet buldu onu, köhne bir meyhânede.
Çağırttırıp dedi ki; "Sana bir haberim var."
Bişr dedi ki: "Acabâ, bana kim haber yollar?"
"Allahü teâlâdan, haberim var" deyince,
Ağlamaya başladı, o bunu öğrenince.
Dedi ki: "Yoksa bana, kızıyor mu Rabbimiz?
Bana güceniyor mu, ne olur, söyleyiniz?"
O âlimin gördüğü, rüyâyı dinleyince,
Dönüp ahbaplarına, vedâ etti hemence,
Dedi: "Ey arkadaşlar, biz şu anda çağrıldık,
Beni bu meyhânede, göremezsiniz artık."
O âlimin yanında, "tövbe etti" böylece,
Büyük bir velî olup, edindi çok derece.
O buyurur: Bağdat'ta, gördüm ben birisini,
Askerler kırbaç ile, döverdi kendisini.
Dikkat ettim, bin kırbaç, vurdular kendisine,
Ve lâkin o sesini, çıkarmadı hiç yine.
Baktım o zavallıyı, o kadar çok dövdüler,
Sonra onu bağlayıp, hapise götürdüler.
Bu hâli merak edip, gittim onun yanına,
Niçin dövdüklerini, gizlice sordum ona.
Dedi ki: "Ben bir kıza, âşık oldum iyice,
Onu sevdiğim için, dayak yedim bir nice."
Dedim ki: "Bu kadar çok, dövdü de onlar seni,
Ne için bir kerrecik, çıkarmadın sesini?"
Dedi ki: "Oan bana, bakıyordu sevdiğim,
O bakarken, sesimi, çıkarabilir miydim?"
Dedim ki: "Hak teâlâ seni hep görmektedir,
Hattâ senin kalbinden, geçeni bilmektedir.
Rabbinin seni her an, gördüğünü bilseydin,
Acep nice olurdu o zaman hâlin senin?"
O bunu öğrenince, sararıp yere düştü,
Baktım Hak teâlânın, korkusundan ölmüştü.
Evliyânın sözünde, rabbânî tesir vardır,
Onlara kavuşanlar, tâlihli insanlardır.
KERÂMET VE MENKÎBELER
EVLİYÂNIN İŞİNE
KARIŞILMAZ
Ebû Abdullah
Kâdî, Bişr-i Hâfî hazretlerinin yardımseverliğiyle ilgili bir kerâmetini şöyle
nakletti:
Babamın
şöyle anlattığını işittim: Bağdât'ta bir tüccar arkadaşım vardı. Çok zengin idi.
Bir gün baktım bütün malını mülkünü fakirlere dağıtmış, iyi bir müslüman
olmuştu. Bunun sebebini sorduğumda, bana şöyle anlattı: "Bir gün Bağdât'ın bir
câmisinde Cumâ namazı kılmaya gittim. Namazı kıldıktan sonra gördüm ki, Bişr-i
Hâfî câmiden çıktı. Acele acele bir yere gidiyordu. Ben kendi kendime, zühd ve
takvâ sâhibi, dünyâya düşkün olmayan, haramlardan sakınan bir zât nereye acele
acele böyle gidiyor diye merak ederek onu tâkib ettim. Gördüm ki, önce bir
fırına gidip ekmek aldı, sonra kebap yapan bir yere gidip kebab aldı. Daha sonra
helvacıdan helva aldı. Ben kendi kendime böyle bir zâtın bunları alıp yiyeceğine
kızdım. Fakat nasıl yiyeceğini merak ederek tâkibe devâm ettim. Bir süre sonra
bir köye vardı. Köyün câmisine girdi. Baktım ki câmide yatalak bir hasta vardı.
Bişr-i Hâfî aldıklarını lokma lokma bu zâta yedirdi. Ben bu arada köyü merak
edip neresidir diye biraz dolaştım. Sonra hastanın yanına gittim. Bişr-i Hâfî'yi
sorunca, Bağdât'a gitti dedi. Burası Bağdât'a ne kadar uzaklıktadır diye sordum.
Bana 40 fersahdır (240 km) dedi. Ben bunu duyunca, benim bu yolu gidecek param
yok. Burada kimseyi tanımam ve bu yolu yürüyemem dedim. Hasta şahıs, bekle
Bişr-i Hâfî haftaya gene gelir dedi. Bekledim. Cumâ günü tekrar geldi. Hastayı
aynı şekilde tekrar doyurdu. Giderken, o şahıs Bişr-i Hâfî'ye:
"Bu adam
Bağdât'tan senin arkadaşın, geçen hafta seninle berâber gelmiş. Bir hafta burada
kaldı. Onu tekrar yerine götür." dedi. Bana; "Sen benimle niye buraya geldin?"
dedi. Ben özür dileyerek, hatâmı söyledim ve af diledim. "Haydi kalk ve yürü."
dedi. Akşama kadar yürüdük. Akşam olmak üzere iken bana; "Sen Bağdât'ın hangi
mahallesinde oturursun." dedi. Ben falan mahallede otururum deyince, o
mahallenin yolu burasıdır. Git ve arkana bakma dedi. Ben ondan sonra tövbe ettim
ve bir daha böyle işlere karışmadım." dedi.
KAYNAKLAR
1) Tabakâtü'l-Kübrâ; c.1, s.84
2) Hilyetü'l-Evliyâ; c.8, s.336
3) Tezkiretü'l-Evliyâ; s.68
4) Keşfü'l-Mahcûb; s.233
5) Câmiu-Kerâmâtil-Evliyâ; c.1, s.367
6) Risâle-i Kuşeyrî; s.68
7) Bişr bin Hâris el-Hâfî (Dr. Abdülhalîm Mahmûd)
Kâhire-1974
8) Tabakâtü's-Sûfiyye; s.39
9) Sıfatü's-Safve; c.2, s.214
10) Vefeyâtü'l-A'yân; c.1, s.112
11) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (48. Baskı) s.1044
12) Şezerâtü'z-Zeheb; c.2, s.60
13) Târih-i Bağdâd; c.7, s.67, 80
14) Kıyâmet ve Âhiret; s.103
15) Mir'âtü'l-Cinân; c.2, s.92, 94
16) El-Bidâye ve'n-Nihâye; c.10, s.297
17) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.116
18) Rehber Ansiklopedisi; c.3, s.8
19) El-A'lâm; c.2, s.54
20) Ravd-ur-Reyyâhîn; s.61, 86, 144, 209
21) Tabakât-ül-Evliyâ; s.109
22) Makâmât-ı Ebû Saîd; s.22
23) Tehzîbü't-Tehzîb; c.1, s.444
24) Kâmûs-ül-A'lâm; c.2, s.1312
25) Brockelman; Sup.1, s.351
26) El-Kevâkibü'd-Dürriyye; c.1, s.208
27) Ravd-ül-Fâik; s.149
28) Şerh-i Tearruf; s.96
29) Tabakât-ı Ensârî; s.71
30) Dirâsât fit-Tasavvuf-il-İslâmî s.133-152
|