BEHÂEDDÎNZÂDE (Muhyiddîn Muhammed bin Behâeddîn)
Osmanlılar
zamânında Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden. Tefsîr, hadîs ve Hanefî
mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Muhammed bin Behâeddîn bin Lütfullah, lakabı
Muhyiddîn'dir. Behâeddînzâde ve Behâî diye tanınır. Doğum târihi ve yeri
bilinmemektedir. 1545 (H.952) senesinde Kayseri'de vefât edip, hocasının hocası
Şeyh İbrâhim-i Kayserî hazretlerinin yanına defn olundu.
Çocukluğundan îtibâren tam bir edeb ve terbiye ile yetiştirilen Muhyiddîn
Efendi, ilim öğrenmek çağına geldiğinde, ilk tahsîlini zamânının âlimlerinden
olan babası Behâeddîn bin Lütfullah'ın huzûrunda yaptı. Ayrıca; Mevlânâ
Hatîbzâde, Müslihuddîn Kastalanî ve Sultan Bâyezîd Han Gâzinin hocası Mârûfzâde
gibi devrin meşhûr âimlerinden ilim öğrendi. Bu mübârek zâtların bereketli
sohbetlerinde bulunmakla, kısa zamanda yetişip ilim ve fazîlette emsâl ve
akrânından ileri geçti. Zâhirî ilimlerin tahsîlini tamamladıktan sonra, tasavvuf
yoluna yönelerek, büyük âlim ve evliyâ Şeyh Muhammed İskilibî'nin huzûr ve
hizmetlerine vâsıl oldu. Bu yolda ilerlemek için çok gayret etti. Hocasının
bereketli nazarlarına kavuşmak için bir an yanından ayrılmadı. Verdiği her emre;
"Baş üstüne." deyip sarıldı. Bu ihlâs ve samîmî gayretlerinin mükâfatı olarak,
tasavvuf yolunda da kemâle gelip, parlayan sabah güneşi misâli etrafı
aydınlatmaya, feyz ve nûr saçmaya başladı. Evliyâlık derecelerinin
yüksekliklerine, mânevî kemâlâta kavuştu. Talebeleri yetiştirmek üzere
hocasından icâzet aldı. Bundan sonra asıl vatanı olan Balıkesir'e yerleşti ve
orada bir mikdâr insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl oldu. Talebe
yetiştirdi.
Bu arada,
Muhammed İskilibî'nin talebelerinin en yükseği ve halîfesi olan Abdürrahîm
Müeyyedî de, hocasının İstanbul'daki zâviyesinde talebe yetiştirmekle meşgûl
idi. Onun vefâtından sonra Behâeddînzâde, hocasının mânevî işâreti üzerine
İstanbul'a geldi. Hocasının zâviyesine yerleşerek ders vermeye başladı.
Behâeddînzâde hazretlerinin sohbetleri gâyet tatlı idi. Dinleyenlerin gönlünü
çeker, bağlananların kalplerini mânevî kirlerden temizlerdi. Allahü teâlânın
nîmetlerinin kendisinde tecellî ettiği bir kimse idi. Mübârek sînesi ilim
hazînesi idi. Dili hep hakkı söylerdi. Her sözü hikmet dolu idi. Mübârek vücûdu
mutlak nûr idi. İslâmiyetin emir ve yasaklarını gözetmekte gâyet titiz ve
gayretli idi. Bunun için çok çalışırdı. Hakkı, doğruyu söylemekten çekinmezdi.
Hakkı ve bâtılı ayırmakta keskin kılıç gibi idi. Kimseden korkmazdı. Bu hususta
başkalarının ayıplamalarından çekinmezdi.
Fen ve din ilimleri ile Arap
dili üzerinde çok geniş ve tam bilgiye sâhip idi. Tefsîr ve hadîs ilimleri
üzerinde de çok geniş ihtisâsı vardı. Kelâm ilmi ile tasavvuf ilmini cemedip,
kendisinde topladı, birleştirdi. Görünüşte bu iki ilim, birbirinden ayrı gibi
idi. Bu ayrılık, tasavvuf âlimleri ile kelâm âlimlerinin bir meseleyi ifâde
etmekte kullandıkları kelimelerin
çeşitli ve değişik olmasından meydana geliyordu. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe
hazretlerinin Fıkh-ı Ekber'ini şerh ederek, kelâm ve tasavvufun ayrı gibi görünen kısımlarını en iyi
şekilde îzâh edip açıkladı. Ayrı zannedilen yerleri ortadan kaldırdı.
Şüpheli
olmak korkusu ile mübah, izin verilen şeylerin çoğundan sakınır, dünyâdan ve
dünyalık şeylerden uzak dururdu. İslâmiyetin emirlerine tam uyardı. Tasavvuf
yolunun inceliklerine, edeplerine çok riâyet ederdi. Devrin âlimleri onun
Kutbü'l-aktâb denilen yüksek evliyâdan olduğunu belirtmişlerdir. Şeyh
Behâeddînzâde tasavvufa dâir çok risâle yazmıştır. Allahü teâlânın emirlerini,
Resûlullah efendimizin sünnetini yaymak ve bu kıymetli bilgileri insanların
öğrenerek iki cihân saâdetine kavuşmaları yolunda çok gayretli ve fedâkâr olup,
kendisini bu yolda adamış, vakfetmiş idi. Hakkı ve bâtılı ayırd etmekte ve
bildirmekte pervâsız ve korkusuz idi.
Osmanlı
âlimlerinin en büyüklerinden Müftü Zenbilli Ali Cemâlî Efendi, ömrünün sonlarına
doğru hastalanıp gücü kuvveti kalmamıştı. Uzun zaman hasta yattı. Fetvâ yazmakta
zorluk çekiyordu. Pâdişâh ve âlimler kendisine bu işte yardımcı olmak üzere
birini nâib, vekil seçmesini istediler. Zenbilli Ali Efendi, verâ ve takvâsından
dînin emirlerini hakkıyla gözetmesinden ötürü bu işe Behâeddînzâde'yi münâsip
gördü. Şeyh Behâeddînzâde, Zenbilli Ali Efendinin 1526 yılında vefâtına kadar bu
görevde kaldı.
Rivâyet
edilir ki, Behâeddînzâde Muhammed Muhyiddîn Efendi zamânında bâzı uygunsuz
hâller zuhûr etmişti. Bu hâllere devlet ileri gelenlerinden de bulaşanlar
oluyordu. Behâeddînzâde hazretleri sohbet meclislerinde meydana çıkan bu
uygunsuz hâllerin, Resûlullah efendimizin bildirdiği hükümlere uygun olmadığını
ve bunların derhâl yok edilmesini, bâzı densiz kimselerin dînimize uymayan işler
yapmalarına müsâade edilmeyip, bunlara mâni olunması gerektiğini söyledi. Onun
bu sözleri, o uygunsuz kimselerin kulağına gidince, onlar bu zâta sinirlendiler.
Hattâ öyle oldu ki, Behâeddînzâde'nin talebeleri, o uygunsuz kimselerin,
hocalarına bir zarar vermelerinden endişelenmeye başladılar. Bu endişelerini
kendisine arzettiklerinde, dil anahtarı ile söz kilidini açarak, şu mühim ve
açık cevâbı verdi:
"Dostlarım!
Sizin korku ve endişeniz bende yoktur. Allahü teâlânın izni ve koruması ile
onların zararından korkmam. Eğer beni öldürecek olurlarsa şehîd olurum.
Hapsederlerse, benim için uzlet ve halvet olur. Yâni orada yalnız başıma ibâdet
ve tâat ile meşgûl olurum. Eğer beni bu beldeden uzaklaştırırlarsa, hicret etmiş
olurum. Bunların hepsi, Hakk'ı taleb edenler için saâdettir. Hepsinin
karşılığında nihâyetsiz sevaplar ve sayısız faydalar vardır." Onun bu sözlerini
dinleyenler, dînimizin emirlerine ne kadar bağlı olduğunu, din gayretinin
çokluğunu ve Allahü teâlânın rızâsını başka her şeyden üstün tuttuğunu böylece
daha iyi anladılar.
Behâeddînzâde Muhammed Muhyiddîn Efendi 1544 (H.951) senesinde hacca gitti.
Ertesi sene dönüşünde Kayseri'de vefât edip, hocasının hocası olan İbrâhim
Kayserî'nin yanına defnolundu.
Behâeddînzâde'nin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:
1) Şerhu-Esmâ-il-Hüsnâ, 2) Şerhu Fıkh-ı Ekber li Ebî Hanîfe, 3) Tefsîr-ul-Kur'ân.
Bunlardan başka tasavvufa
dâir birçok risâle de yazmıştır.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
RÜYÂNIN TÂBİRİ
BUDUR
Şakâyık-ı
Nu'mâniyye isimli meşhûr eserin sâhibi olan ve Taşköprüzâde diye tanınan Ahmed
bin Mustafa Efendi, İstanbul'da Sahn-ı Semân medreselerinden birinde müderrislik
yapmakta iken, başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır:
"Fâtih
medreselerinde müderris idim. Bir gece, gecenin üçtebiri geçtikten sonra
teheccüd namazını kıldım. Bundan sonra uyumuşum. Rüyâmda kendimi Medîne-i
münevverede Resûlullah efendimizin huzûrunda gördüm. Başıma bir taç giydirdi. Bu
rüyânın tesiri ve heyecânı ile büyük bir sevinç içerisinde yattığım yerden
doğruldum. Abdest alıp, âdetim üzere Kâdı Beydâvî hazretlerinin tefsîrini
mütâlaaya başladım. Bu mübârek ve saâdet dolu gecenin sabahında gördüğüm rüyâyı
hiç kimseye anlatmadım. Sabah namazından sonra Behâeddînzâde hazretleri bir
haberci göndermiş. Gelen haberci selâm verdikten sonra dedi ki:
"Behâeddînzâde
Efendi size selâm ediyor. İnşâallah pek yakın bir zamanda zât-ı âlileri kâdılık
makâmına getirilecektir. Bu gece gördüğü rüyânın tâbiri budur dedi." Hâlbuki
rüyâyı kimseye anlatmamıştım. Behâeddînzâde Muhyiddîn Efendi, gayb âleminden
keşf yolu ile rüyâmı anlamıştı. Bu vak'adan kısa bir zaman sonra kendisini
ziyârete gittim. Gördüğüm rüyâyı ve kendisi tarafından gelen habercinin
naklettiği tâbiri anlattım. Rüyâmın tâbirinin aynen öyle olduğunu bildirip,
yakın zamanda kâdı olacağımı müjdeledi. Bu sohbet esnâsında, kâdılığı taleb
etmediğimi, mesûliyetinden korktuğumu söyledim. Bunun üzerine:
"Kâdılık
mesleğini taleb etme. Bu mesleğe istekli ve hırslı olmak uygun değildir. Ama
talep ve rağbet etmediğin hâlde bu vazîfe verilirse, o zaman da reddetmeyip
kabûl etmen gerekir." buyurdu. Bu çok güzel ve tesirli sözler gönlüme rahatlık
verdi. Aradan çok zaman geçmemişti ki, bana Bursa kâdılığı verildi.
Behâeddînzâde'nin sözlerini hatırlayıp, bu vazîfeyi kabûl ettim."
KAYNAKLAR
1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye; c.1, s.483
2) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.427
3) Sicilli Osmânî; c.4, s.344
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.293
5) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.9, s.120
6) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.238
7) El-A'lâm; c.6, s.60
8) Kevâkib-üs-Sâire; c.2, s.29
9) Keşf-üz-Zünûn; s.1034, 1287
10) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.181
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.317
12) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.3, s.1556
|