AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYÎ
Anadolu'da
yetişen büyük velîlerden. 1541 (H.948) yılında Şereflikoçhisar'da doğdu.
Bursa'da Muhammed Üftâde hazretlerinden feyz aldı. 1598 (H.1007) de Üsküdar'da
câmi ve dergâh yaptırdı. 1628 (H.1038)'de vefât etti. Kabri, İstanbul Üsküdar'da
kendi dergâhı yanındaki türbesindedir.
Mahmûd
Hüdâyî, Fadlullah bin Mahmûd'un oğludur. Çocukluğu Sivrihisar'da geçti. Burada
ilk tahsîline başladı. İlmini ilerletmek için İstanbul'a gitti. Küçük Ayasofya
Medresesinde tahsîline devâm etti. Çok zekî olup bir defâ okuduğunu zihninde
tutar, tekrar kitaba bakmaya lüzum hissetmezdi. Hocalarından Nazırzâde Ramazan
Efendi, ona husûsî bir ihtimâm gösterdi. Mahmûd Hüdâyî genç yaşta; tefsîr,
hadîs, fıkıh ve zamânın fen ilimlerinde büyük bir âlim oldu. Hocası Nâzırzâde
onu yanına yardımcı olarak aldı. Mahmûd Hüdâyî, bir taraftan hocası Ramazan
Efendiye yardım ederken, diğer yandan da Halvetî yolunun şeyhlerinden
Muslihuddîn Efendinin sohbetlerine katılarak tasavvuf yolunda ilerlemeye
çalıştı. Bu arada hocası Nâzırzâde'nin, Edirne'de bulunan Sultan Selim
Medresesine tâyini çıktı. Mahmûd Hüdâyî, yirmi sekiz yaşında iken hocası ile
Edirne'ye gitti. Ramazan Efendi, kısa bir süre Edirne'de müderrislik yaptıktan
sonra, Şam ve Mısır'a kâdı tâyin edildi. Talebesi Mahmûd Hüdâyî'yi oraya da
götürdü. Mahmûd Hüdâyî Mısır'da Halvetî şeyhlerinden Kerîmüddîn hazretlerinden
ders alarak, tasavvuf yolunda yetişmeye çalıştı.
Mahmûd
Hüdâyî otuz üç yaşında iken, hocası Nâzırzâde ile Bursa'ya geldi. Üç sene
Ferhâdiye Medresesinde müderrislik yaptı. Üç sene sonra, hocasının vefâtı ile
Bursa kâdılığına getirildi. Bursa kâdısı olarak vazîfeye başlıyan Mahmûd Hüdâyî
hazretleri, kâdılığı esnâsında bir gece rüyâsında Cehennem'i ve Cehennem'in
ateşinde tanıdığı bâzı kimselerin yandığını gördü. Bu korkunç rüyânın verdiği
dehşet ve üzüntü içindeki günlerde, bir hanım bir dâvâ getirdi. Bu dâvadan sonra
Bursa kâdılığını bıraktı ki, hâdise şöyle idi:
O günlerde
Bursa'da, evliyâullahtan olan Muhammed Üftâde hazretleri halkın mânevî terbiyesi
işi ile meşgûl olurlardı. Yine Üftâde hazretlerini seven fakir bir kimse vardı.
Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için
arzusuna kavuşamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin
yolu üzerine takılır kalırdı. Evde hanımı, yüzü gülmeyen kocasının bu hâline
oldukça üzülürdü. Yine bir sene hac mevsiminde, parası olmadığı için hacca
gidemeyen bu fakir üzüntüsünden ne yapacağını şaşırdı. Aralarında geçen bu
konuşmanın sonunda elinde olmayarak hanımına; "Eğer bu sene de hacca gidemezsem
seni üç talak ile boşadım." dedi.
Günler
geçti. Kurban bayramı yaklaştı. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca gidemezse,
evde hanımı boş olacaktı. Bir yerlerden borç bulup hacca gidememişti. Ne
yapacağını şaşırdığı bir gün, hatırına Muhammed Üftâde geldi. Hemen huzûruna
gidip ağlayarak durumunu anlattı. O da; "Bizim Eskici Mehmed Dede'ye git,
selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine dermân olur." buyurdu. Fakir,
sevinerek huzûrdan ayrıldı, süratle Mehmed Dede'nin dükkânına koştu. Mehmed
Dede'ye, hocasının selâmını söyleyip derdini anlattı. Mehmed Dede:
"Ey
fakir!Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma." dedi. Fakir gözlerini açtığında
kendilerini Mekke'de buldular. Mehmed Dede, Allahü teâlânın izniyle, fakiri bir
anda Hicâz'a götürmüştü. O gün, arefe idi, hacılar Arafat'a çıkmışlardı. Fakir
ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat'a çıktılar. Ertesi günü Kâbe-i muazzamada
vakfeye durdular. Ziyâret edilecek yerlere gittikten sonra, Bursalı hacıları
buldular. Onlar, hemşehrileri olan Mehmed Dede'yi ve Fakiri görünce sevindiler.
Fakir birkaç hediye alıp, bir kısmını da getirmeleri için komşusu olan hacılara
emânet etti. Vedâlaşarak ayrıldılar. Yine Mehmed Dede'nin kerâmetiyle bir anda,
Mekke-i mükerremeden Bursa'ya geldiler.
Fakir
getirdiği bâzı hediyelerle eve gelince, hanımı birkaç gündür eve gelmeyen
kocasını eve almak istemedi ve;
"Sen beni
boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun?" dedi. Kocası
da; "Hanım, ben hacca gittim geldim. İşte bu getirdiklerimi de Mekke'den aldım."
dediyse de, kadın: "Bir de yalan söylüyorsun. Üç beş gün içinde hacca gidilip
gelinir mi? Seni mahkemeye vereceğim." dedi ve Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye
gelerek; "Kâdı Efendi! Artık ben bu adamla bir arada yaşayamam. Nikâhımızın fesh
edilmesini istiyorum. Bunun Kurban Bayramından iki gün evvel Bursa'da olduğunu
herkes biliyor. Hâlbuki ona sorun, hacca gitmiş, Arafat'a çıkmış, şeytan
taşlamış, zemzemler, sürmeler getirmiş... Beni aldatıyor. Bir haftada oraya
gider, bu işleri yapar ve nasıl geri gelir? Yanına da bir yalancı şâhit bulmuş.
"Eskici Baba gördü, yanımdaydı." diyor ve bu husus şer'iye siciline işleniyor.
Bu sözler
üzerine Azîz Mahmûd Hüdâyî, hanımın kocasını mahkemeye çağırtarak onu da
dinledi. Fakir; hacca gittiğini, Kâbe-i muazzamayı tavâf edip, ziyâret edilecek
yerleri gezdiğini, Bursalı hacılarla görüşüp getirmeleri için emânet dahi
verdiğini iddiâ etti. Bu sebeple boşanmanın vâki olmadığını söyledi. Fakir,
Mehmed Dede'yi şâhit gösterdi. Mahkemeye gelen Mehmed Dede ise kâdının bu
sözlere bir türlü inanmak istemediğini görerek; "A kâdı efendi! Şeytan, Allahü
teâlânın düşmanı olduğu hâlde, bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gidip
gelir de, bir velînin bir anda Kâbe'ye gitmesi niçin kabûl edilmez!" dedi. Kâdı
hayret ederek, mahkemeyi hacıların dönüşüne bıraktı. Aradan günler geçti.
Bursalı hacılar geldi. Mahkeme gününde şâhid olarak, fakirin hac vazîfesini
yaptığını, hattâ verdiği emânetleri getirdiklerini bildirdiler. Kâdı, şâhitlerin
verdiği bu ifâde ile dâvâcı hanımın nikâhı fesh etme isteğini reddetti. Böylece
boşanma olmadı.
Ancak bu
hâdise, Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendinin günlerce aklından çıkmadı ve çok
etkiledi. Nihâyet Eskici Mehmed Dede'nin yanına gidip; "Beni talebeliğe kabûl
buyurmanız için gelmiştim." dedi. O da; "Nasîbiniz bizden değil, Üftâde'dendir.
Onun huzûruna giderek mürâcaatınızı bildirin." dedi. Kâdı evine gitti.
Hizmetçisine atının hazırlanmasını emretti. Kendisi de sırmalı kaftanını,
sarığını giyerek hazırlanan atına bindi. Yanına seyisini de alıp, Üftâde
hazretlerinin dergâhına gitmek üzere yola çıktı. Bugünkü Molla Fenârî Câmiinin
doğu tarafındaki sokağa geldiğinde, atının ayaklarının bileklerine kadar
kayalara saplandığını gördü. Bütün uğraşmalarına rağmen bir adım ileri süremedi.
(Bu kayanın üç kuzular semtinde olduğu da söylenmektedir.) Çâresiz, atından
indi. Sırmalı kaftanıyla Üftâde Dergâhına doğru yürüdü. Kâdı, dergâha
vardığında, bahçede yamalı elbiseler içinde bahçeyi çapalayan bir zât gördü. Ona
hitâben; "Ben Bursa Kâdısı Mahmûd'um. Şeyh Üftâde'yi görmek istiyorum. Çabuk
geldiğimi haber ver." dedi. Kâdının hizmetçi zannettiği Şeyh Üftâde hazretleri
dinledi dinledi, sonra hafifçe doğrularak:
"Yazıklar
olsun ey Kâdı Efendi! Herhâlde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır ve
biz bu kapının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sâhibisin. Bu hâlde ikimizin bir
araya gelmesi mümkün mü? Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmûr bir dünyân
var. Bizim gibi kulların Allahü teâlâdan başka kimsesi yoktur. Atın bile gelmek
istemeyip ayakları kayalara saplanmadı mı?" buyurdu. Bu sözler ve yaptığı hatâ
Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye çok tesir etti. Gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü hâlde;
"Efendim! Her şeyimi mübârek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Dileğim talebeniz
olabilmek ve hizmetinizi görmekle şereflenmektir. Her ne emrederseniz yapmaya
hazırım." dedi. Bu samîmî ifâde üzerine Üftâde hazretleri tâne tâne buyurdu ki:
"Ey Bursa
kâdısı! Kâdılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer
satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin!" Her şeyi bırakacağına,
her emri yerine getireceğine söz veren Mahmûd Hüdâyî derhal kâdılığı bırakıp
ciğer satmaya başladı. Sırtında sırmalı kaftanı olduğu halde, ciğerleri, Bursa
sokaklarında, "Ciğerci! Ciğerciiii!" diye diye bağırarak satıyordu. Bursalıların
hayret dolu bakışlarına, kadınların ve çocukların alay etmelerine hiç
aldırmıyordu. Onu görenler; "Bursa kâdısı Azîz Mahmûd Hüdâyî aklını oynatmış,
tımarhânelik olmuş." diyorlardı. Bu şekilde, nefsini kırıp, rûhunu yükseltmek
için her türlü alaya alınmaya katlanıyordu. Her akşam dergâha geldiğinde hocası
ona; "Bugün ne yaptın? Ciğerleri satabildin mi?" diye soruyor, o da, başından
geçenleri anlatıyordu.
Üftâde
hazretleri daha sonra, yeni talebesinin nefsini iyice kırmak ve terbiye etmek
için onu dergâhta helâ temizleme işi ile vazîfelendirdi.Hüdâyî bir gün
abdesthâneleri yıkarken kulağına davul-zurna sesleri geldi. Şöyle bir kulak
kabarttığında, kendi yerine tâyin olunan yeni kâdının geldiğini ve halkın
karşılamaya çıktığını öğrendi. Bir anlık dalgınlık ile kendi kendine; "Yeni kâdı
geliyor ha!.. Bîçâre Mahmûd, sen böyle bir mesleği bıraktın. Şimdi
abdesthânelerde temizlik yapıyorsun." diyerek nefsinin aldatmasına yakalandı.
Ancak daha bu düşünceler geçer geçmez derhal toparlandı ve;
"Mahmûd! Sen
şeyhine nefsini ayaklar altına alacağına dâir söz vermemiş miydin?" diyerek bu
hâle tövbe etti. Sonra da nefsini tahkir için elindeki süpürgeyi atarak, taşları
sakalıyla süpürmeye başlayacağı bir anda, şeyhi Üftâde hazretleri kapıda göründü
ve;
"Mahmûd,
evlâdım! Sakal mübârek şeydir. Onunla böyle bir iş yapılmaz. Maksad sana bu
mertebeyi atlatmaktı." buyurarak, Hüdâyî'yi alıp içeri dergâha götürdü.
Böylece
nefsinin istek ve arzularına sırt çevirip istemediği şeyleri yapmakta büyük
gayret sarfeden Azîz Mahmûd Hüdâyî kısa zamanda üstâdının en önde ve gözde
talebesi oldu. Develer yükü kitâbın ona öğretemediğini Üftâde hazretlerinin bir
bakışı öğretiyor, gönlünden geçen bir suâline bin cevap birden veriyordu.
Bir gün
Üftâde hazretleri talebeleri ile kırlarda sohbet etmişlerdi. Bir ara talebeler
etrafa dağılarak herbiri birer demet çiçek topladılar. Hüdâyî Efendi ise elinde
kurumuş ve sapı kırılmış bir çiçek olduğu hâlde döndü. Herkes hediyelerini
şeyhleri Üftâde hazretlerine takdim etmiş o da kabûl ederek memnuniyetini
belirtmiş ve duâlar etmişti.Hüdâyî de hediyesini verince, Üftâde hazretleri:
"Oğlum,
arkadaşlarınız demet demet çiçek getirdiler. Siz bize bir tek solmuş çiçeği mi
lâyık gördünüz?" buyurdu. Hazret-i Hüdâyî de; "Efendimize ne getirsem azdır.
Fakat koparmak için el uzattığım her çiçek Allahü teâlâyı tesbih ediyordu. Bu
tesbihi işiterek el çekip hiç birini koparamadım. Ancak kurumuş ve sapının
kırılmış olmasından dolayı bu çiçeği tesbihten kesilmiş gördüm. Bu sebeple bunu
getirebildim." Azîz Mahmûd Hüdâyî bu cevâbıyla şeyhinin bir kat daha muhabbet ve
teveccühünü kazandı. Çünkü Üftâde hazretleri Hüdâyî'ye her zaman; "Evlâdım her
zerrede Hakk'ı göreceksin, her zerreye Hak muâmelesi yapacaksın, başka yolu yok,
bu böyledir." derdi. Sevinci, talebesinin bu mertebeye ulaşmasından geliyordu.
Nitekim bir
sabah Hüdâyî hazretlerinin artık nihâyete erdiğini ve halkı irşâda, doğru yolu
göstermeye başlayacağının işâretini verdi. Hüdâyî hazretleri her sabah erkenden
kalkarak hocasının abdest suyunu ısıtıp hazır ederdi. O sabah ise uykuya dalmış
ve ancak son vakitte uyanabilmişti. Derhâl ibriği aldı. Fakat ısıtmaya vakit
yoktu. Çünkü hocasının ayak seslerini işitiyordu. İbriği göğsüne bastırmış bir
halde kalakaldı. Üftâde hazretleri eğilerek; "Haydi evlâdım suyu dök." dedi.
Hüdâyî hazretleri ise ibriği göğsüne bastırmış hâlde duruyor ve buz gibi olan
suyu hocasının eline dökmeye kıyamıyordu. Üftâde hazretleri tekrar; "Haydi
evlâdım! Ne duruyorsun? Geç kalacağız." deyince, çekine çekine ve korkarak suyu
dökmeye başladı. Ancak hocasının sözü onu bir kat daha şaşırttı. "Evlâdım Mahmûd
bu su ne kadar ısınmış böyle. Bunu normal ateş ile ısıtmayıp, gönül ateşi ile
ısıtmışsın. Bu hâl artık senin hizmetinin tamam olduğunu gösteriyor."
Böylece
Muhammed Üftâde hazretleri, Hüdâyî'ye icâzet, diploma verdi ve onu çocukluğunu
geçirdiği Sivrihisar'a, İslâmiyeti yaymak, emir ve yasaklarını bildirmek üzere
gönderdi. Azîz Mahmûd Hüdâyî, âilesiyle birlikte Sivrihisar'a giderek hizmete
başladı. Ancak burada sâdece altı ay kadar kalabildi. Hocasının ayrılığına
dayanamayarak tekrar Bursa'ya geldi. Bursa'ya geldiği günlerde, doksan yaşından
ziyâde olan hocasının hizmetini görmeye başladı. Bu hizmetlerinden çok memnun
olan Muhammed Üftâde; "Oğlum! Pâdişâhlar ardınca yürüsün." diye duâ etti. O sene
Üftâde hazretleri vefât etti.
Azîz Mahmûd
Hüdâyî mânevî bir işâretle Trakya'ya gitti. Bir müddet sonra da Şeyhülislâm Hoca
Sâdeddîn Efendi vâsıtasıyla İstanbul'a geldi. Küçük Ayasofya Câmii tekkesinde
hocalık yapmaya başladı. Bu arada Fâtih Câmiinde, talebelere, tefsîr, hadîs ve
fıkıh dersleri verdi. Burada kaldığı müddet içinde, ilim ve devlet adamlarına
kadar uzanan geniş bir muhit edindi. Bu arada, Üsküdar'da kendi dergâhının
bulunduğu yeri satın aldı. Buraya dergâhını inşâ eyledi. Dergâhında yüzlerce
talebenin yetişmesi için çok uğraştı. Kısa zamanda nâmı her tarafta duyuldu.
Akın akın talebeler dergâhına koştular. Hasta kalblerine şifâ olan sohbetlerine
kavuştular. Onun feyz ve bereketleri ile mârifetullaha kavuştular. Dergâh, en
fakirinden en zenginine ve en üst kademedeki devlet ricâline kadar her tabakadan
insanlar ile dolup taşıyordu. Devrin pâdişâhları da ona hürmette kusur
etmiyorlardı. Üçüncü Murâd Han, Üçüncü Mehmed Han, BirinciAhmed Han, İkinci
Osman Han ve Dördüncü Murâd Han'a nasîhatlarda bulundu. Dördüncü Murâd Han'a,
saltanat kılıcını kuşattı.
1595 yılında
İranlılarla yapılan Tebrîz seferine Ferhat Paşa ile berâber katıldı. Zaman zaman
pâdişâhların dâvetlisi olarak saraya gidip, onlarla sohbetlerde bulundu.Azîz
Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin, çeşitli câmilerde vâz vermesi için sevenleri
devamlı taleplerde bulundular. O, Üsküdar İskelesindeki Mihrimah Sultan Câmii
ile Sultanahmed Câmiinde belli günlerde vâz vererek, insanlara feyz ve mârifet
sundu.
Azîz Mahmûd
Hüdâyî'nin talebesi olmakla şereflenmek için, herkes birbiriyle yarışıyordu.
Bunların başında; Sadrâzam Halîl Paşa, Dilâver Paşa, Şeyhülislâm Hoca Sâdeddîn
Efendi,Şeyhülislâm HocazâdeEsad Efendi, Okçuzâde Mehmed Efendi, İbrâhim Efendi,
NevizâdeAtâyî Efendi geliyordu. O zamandaHüdâyî Dergâhı, İstanbul'un en mühim
bir kültür merkezi hâline geldi.Pekçok âlim yetişti.
Osmanlı
tahtında yirmi yıl kadar saltanat süren Üçüncü Murâd Han, Hüdâyî hazretlerine
büyük muhabbet besler ve yapacağı işlerde onun ile istişâre yapardı. Pâdişâh
1595 Haziranında vefât ettiği zaman, Hüdâyî hazretleri şu ilâhîyi söylemiştir.
Yalancı
dünyâya aldanma yâ hû,
Bu
dernek dağılır dîvân eğlenmez.
İki
kapılı bir virânedir bu,
Bunda
konan göçer, konuk eğlenmez.
Bakma
bunun karasına ağına,
Gönül
verme bostanına bağına,
Benzer
hemân çocuk oyuncağına,
Burda
aklı olan insan eğlenmez.
Vârını
îsâr et Mevlâ yoluna,
Bunda ne
eylersen anda buluna,
Bir gün
sefer düşer berzah iline,
Otağı
kalkacak Sultan eğlenmez.
Sen ey
gâfil ne sandın rûzigârı,
Durur mu
anladın leyl-ü-nehârı,
Yükün
yeynildigör evvelden bârı,
Yoksa
yolcu gider kervan eğlenmez.
Doğrusuna gidegör bu yolların
Geçegör
sarpını yüce bellerin,
Dünyâ
zindânıdır mümin kulların,
Zindanda
olan kul kolay eğlenmez.
Ömür
tamam olup defter dürülür,
Sırat
köprüsü ve mîzân kurulur,
Hakkın
dergâhında elbet durulur,
Buyruğu
tutulur fermân eğlenmez.
Hüdâyî
n'oldu bu kadar peygamber,
Ebû Bekr
u Ömer, Osman u Haydar,
Hani
Habîbullah Sıddîk-ı Ekber,
Bunda
gelen gider bir cân eğlenmez.
Üçüncü Murâd
Hanın yerine geçen Üçüncü Mehmed Han ve ondan sonra tahta çıkan Birinci Ahmed
Han da Şeyh Hüdâyî hazretlerine büyük bir saygı ile bağlı idiler.
Bir gün
Sultan Birinci Ahmed Han rüyâsında; "Avusturya Kralı ile güreş tuttuğunu, fakat
kendisinin arka üstü yere düştüğünü" görmüştü. Zâhiren bakıldığında rüyâ çok
korkunç idi. Sabahleyin, derhal huzûra getirilen âlimler ve rüyâ tâbircilerinden
hiçbiri bu rüyâyı, Pâdişâhı tatmin edecek şekilde tâbir edemedi. Nihâyet
Üsküdar'da bulunan Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin, bu rüyâyı tâbir edebileceğini arz
ettiler. Pâdişâh Birinci Ahmed bir mektup yazarak, yakınlarından biriyle
gönderdi ve tâbir edilmesini ricâ etti. Haberci, mektubu alıp süratle Üsküdar'a
geçti. Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin kapısını çaldığında, onun içerden elinde bir zarf
ile kapıya çıktığını gördü. Habercinin getirdiği mektubu alırken, kendi elindeki
mektubu da Pâdişâha verilmek üzere verdi ve; Sultânımızın gönderdiği mektûbun
cevâbıdır." buyurdu. Mektubu şaşkınlık içinde alan haberci, derhal mektubu
sultâna götürdü ve gördüklerini anlattı. Sultan Birinci Ahmed Hanın gönderdiği
mektup, daha açılıp okunmadan cevâbı gönderilmişti.Sultan AhmedHan, gönderilen
bu mektubu heyecanla okudu. Deniyordu ki: "Allahü teâlâ insan vücûdunda arkayı,
cansız mahlûklarda ise toprağı, en kuvvetli olarak yarattı. İnsan ile toprağın
birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece,
Pâdişâhımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyla
bu rüyâdan İslâmın temsilcisi olan pâdişâhımızın, küffâra karşı zafer kazanacağı
anlaşıldı." Pâdişâh bu tâbiri pek beğendi ve; "İşte gördüğüm rüyânın tâbiri
budur." dedi. DerhalAzîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerine bin altın gönderdi.
Diğer
taraftanAzîz Mahmûd Hüdâyî'nin hanımı hâmile olup doğumu yaklaşmıştı. Fakir
oldukları için doğacak çocuğun ihtiyaçlarını alamamışlardı. ÇünküHüdâyî
hazretleri kapısına gelen, kendisine el açan fakir ve ihtiyâç sâhiplerine hiç
düşünmeden nesi olsa verirdi. Bu sebeple çoğu kez evde yakacak mum bile
bulamazlardı. Bu sebeple hanımı;
"Bursa
kâdılığını bıraktın, medrese hocalığını terkettin...Elindeki malını mülkünü, ona
buna vererek harcadın... Dünyâya gelecek yavruya saracak bir bez parçası bile
yok!.." diye yakınıyordu.
Tam bu
sırada kapı çalındı. Hüdâyî hazretleri kapıya doğru giderken hanımına da;
"Hâtun, Allahü teâlâ istediğin dünyâlığı gönderdi." buyurdu. Kapıyı açtığında
Sultan Ahmed Hanın hediyelerini ve bir kese içinde gönderdiği bin altını alarak
hanımına teslim etti. Ertesi gün de Pâdişâh kendisi gelerek elini öptü ve
talebesi olmakla şereflendi.
Sultan Ahmed
Han, bir gün Hüdâyî hazretlerine bir hediye göndermiş, o da bunu kabûl etmeyerek
iâde etmişti. Pâdişâh bu sefer aynı hediyeyi Şeyh Abdülmecîd Sivâsî'ye gönderdi.
Onun kabûl etmesi üzerine bir gün pâdişâh kendisine; "Bu hediyeyi Hüdâyî'ye
gönderdiğim halde kabûl buyurmadılar." dedi. Abdülmecîd Sivâsî de; "Pâdişâhım,
Hüdâyî bir ankâdır ki, lâşeye tenezzül etmez." cevâbını verdi.
Pâdişâh
birkaç gün sonra Hüdâyî hazretlerinin sohbetine gidince; "Geri gönderdiğiniz
hediyeyi Abdülmecîd Efendi kabûl etti." dedi. Bu söz üzerine Hüdâyî hazretleri
de; "Sultanım! Şeyh Abdülmecîd bir deryâdır. Ona bir katre necâset düşmekle
pislenmiş olmaz." diyerek zârifâne bir cevap verdi.
Sultan Ahmed
Han, büyük bir câmi yaptırmak istiyordu. Kararını verdi ve yerini tesbit
ettirdi. Temel atma merâsimi için hocası Azîz Mahmûd Hüdâyî ve diğer âlimleri
dâvet etti.Kurbanlar kesildi. Temel atmak için ilk kazmayı, Azîz Mahmûd Hüdâyî
hazretleri vurdu. Pâdişâh, yoruluncaya kadar temel kazdı. Böyle bir başlangıçtan
yıllar sonra, câmi yapıldı ve açılışını yapmak ve Cumâ hutbesini okumak üzere
Azîz Mahmûd Hüdâyî dâvet edildi. Ancak o gün beklenmedik bir şey oldu. Önce
bardaktan boşanırcasına yağmur başladı. Sonra fırtına ile berâber denizde
dalgalar büyüdü, yükseldi ve şiddetlendi. Bu şartlar altında Üsküdar'dan
Sarayburnu'na geçmek imkânsızlaşmıştı. Ne var ki Şeyh hazretleri Hünkâra söz
vermişti. Bu sebeple Üsküdar iskelesine geldi ve bir kayık kiralayarak içine
atladı. O binince sâdık talebeleri durur mu? Hemen onlar da bindiler. Böylece
Şeyh hazretleri yanında birkaç talebesiyle birlikte Sarayburnu'na doğru açıldı.
Allahü teâlânın izniyle Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin himmeti bereketiyle, kayığın
ön, arka ve yanlarından bir kayık mesâfesinde deniz süt liman oluyor, dalgalar
kayığa hiç tesir etmiyordu. Bu şekilde herkes korkudan denize çıkamazken, Azîz
Mahmûd Hüdâyî kayığıyla selâmetle karşıya geçti. Üsküdar ile Sarayburnu
arasındaki bu yola "Hüdâyî yolu" dendi ki, fırtınadan uzak, selâmetle gidilen
bir deniz yolu olduğu kabûl edilir.
Bu sırada
Ahmed Han da, Fevkânî Kasr-ı Hümâyûnunda telaş ve üzüntü içerisinde Hüdâyî
hazretlerini bekliyordu. Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri tam köşkün yanına
gelince, müthiş bir gümbürtü koptu. Kulakları sağır edecek bir biçimde patlayan
gürültünün ardından düşen yıldırım, Kasr-ı Hümâyûnun bir yanını çökertti. Binâ
allak bullak olmuş; ne pâdişâh dışarı çıkabiliyor, ne de bir kimse içeri girip
onu kurtarabiliyordu. Ancak Hüdâyî hazretleri telaşlanmadılar. Kimsenin de
telaşlanmasına fırsat vermediler. Hemen Kasr-ı Hümâyûnun çöken tarafına asâsını
dayayıp binânın yıkılmasına engel oldu. Sonra Pâdişâhı ve yanındakileri tek tek
köşkten indirdiler.
Bu sırada
dayanak direkleri de getirilmiş ve çöken yana konulmuştu. Köşkteki son kişinin
de inmesini müteâkip gerekli tedbirlerin alındığını gören Hüdâyî hazretleri,
bastonunu dayadığı yerden çektiler. O anda inanılmaz bir olay oldu. Küçük bir
bastonun çektiği yüke direkler dayanamayıp çatır çatır kırıldı ve binâ çöktü.
Bu olayı
gören herkes Hüdâyî hazretlerine daha fazla gönülden bağlandı. Artık yağan
yağmur ve kopan fırtına kimsenin umurunda değildi. Büyük bir alayla Sultanahmed
Câmiine gelindi. Sonra câmi büyük mürşîdin eli ve duâsı ile ibâdete açıldı.
Sultan Ahmed
Han, birgün bâzı devlet erkânıyla gezmeye çıkmışlardı. Ormanlık bir yerde
istirâhat ederlerken hizmetçiler bir koyun kesip, kızartarak Pâdişâha ikrâm
ettiler. Sultan Ahmed Han besmele çekerek elini ete uzattığı an, Azîz Mahmûd
Hüdâyî hazretleri beliriverdi. Pâdişâha; "Sultânım! Sakın yemeyiniz, o et
zehirlidir." buyurdu. Etten bir mikdâr kesip, oradaki bir köpeğe verdiklerinde,
köpeğin derhal öldüğü görüldü.
Zamânın
pâdişâhı Ahmed Han; vezirlerinden birini azletmiş, mührünü de Üsküdar tarafında
oturan bir başka vezire göndermişti. Yolda mührü götüren haberci, bir deniz
kazâsına tutulduğu için mührü denize düşürdü. Mührün denize düştüğünü öğrenen
Pâdişâh, Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye gidip durumu anlatınca, o da pöstekisinin altına
elini uzatıp, suları damlamakta olan mührü Pâdişâha teslim etti.
Sultan Ahmed
Han, hocası Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerini ziyârete gitmişti. Bir müddet
sohbetten sonra atlarına binerek gezintiye çıktılar. Karacaahmed mezârlığının
yanından geçerken, Mahmûd Hüdâyî, Pâdişâha dönerek; "Sultânım! İster misiniz
bugün size bir şey göstereyim?" diye sordu. Sultânın, "İsterim!" demesi üzerine,
kabristanlığa dönerek; "Kalkınız!" dedi. Bu hitâb karşısında bütün ölüler arpa
başağı gibi kabirlerinin içinde dikiliverdiler. Pâdişâh bu hâli gördükten sonra,
Mahmûd Hüdâyî; "Dönünüz!" emrini verince, kabir ehli yine eski hâllerine
döndüler.
Sultan Ahmed
Han, Peygamber efendimizin mübârek Kadem-i şerîfin izi bulunduğu bir taşı
Mısır'da Kayıtbay Türbesinden İstanbul'a getirtmiş ve Eyyûb Câmiine koydurmuştu.
Sultanahmed Câmii tamamlanınca da Nakş-ı Kadem oradan alınarak buraya
nakledildi. Nakil işinin yapıldığı günün gecesinde Sultan Ahmed şöyle bir rüyâ
gördü:
Bütün
pâdişâhların toplandığı yüce bir dîvanda Peygamber efendimiz kâdılık
yapmaktadır. Kayıtbay Türbesini ziyârete vesîle olan "Kadem-i şerîf" resmini
kendi câmiine nakleden Sultan Ahmed'den dâvâcıdır. Peygamber efendimiz dâvâcıyı
dinledikten sonra, Kadem-i şerîfin alındığı yere geri verilmesi istikâmetinde
karar verir. Suçlu mevkıinde oturan Ahmed Han, kan ter içerisinde uyanır ve
derhal şeyhi Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerine giderek rüyâsını anlatır. Hüdâyî
hazretleri, rüyâyı; "Emânetin derhâl yerine gönderilmesi." şeklinde yorumlar ve
Kadem-i şerîf taşı Kayıtbay Türbesine iâde edilir.
Bu hâdise
üzerine Sultan Birinci Ahmed, "Kadem-i Saâdet-i Peygamberî" şeklinde bir sorguç
yaptırıp, Cumâ, bayram ve diğer resmî günlerde bereketlenmek için hilâfet
sarığına takmaya başladı. Ayrıca bir tahta üzerine resmedilen "Kadem-i şerîfin"
kenarına da:
N'ola
tâcım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i
resmini dâim Hazret-i Şâh-ı Rusülün
Gül-i
gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir
Ahmedâ
durma yüzün sür kademine o gülün.
kıtasını
kendi hattıyla yazıp şeyhi Hüdâyî Efendiye gönderdi. O da bunu dergâhının
duvarına astırdı.
Azîz Mahmûd
Hüdâyî hazretleri bir gün Ahmed Hanı ziyârete gitmişti. Pâdişâh; "Efendim!
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin, kıyâmet günü talebelerine ve pekçok
günahkâr mümine şefâat edeceği hakkında rivâyetler var. Bu rivâyetlerin
doğruluğu hakkında ne buyurursunuz? diye suâl eyledi. Azîz Mahmûd Hüdâyî hemen
cevap vermedi. Bir müddet murâkabe hâlinde kaldıktan sonra; "Bu söz doğrudur."
buyurdu. Sonra Padişâh; "Efendim! Acabâ zât-ı âlinizin bizlere bir vâdiniz ve
müjdeniz yok mudur?" diye sorunca, Mahmûd Hüdâyî ellerini kaldırarak: "Yâ Rabbî!
Kıyâmete kadar bizim yolumuza katılan, bizi sevenler ve ömründe bir kere
türbemize gelip rûhumuza fâtiha okuyanlar bizimdir. Bize talebe olanlar denizde
boğulmasınlar. Ömürlerinin sonlarında fakîrlik görmesinler. Îmânlarını
kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler." diye duâ eyledi.
(Âlimler ve evliyâ bu duânın kabûl olduğunu, bu yola mensup kimselerin hiç
denizde boğulmadıklarını ve pekçok kimsenin de vefât günlerine yakın,
öleceklerini haber verdiklerini bildirdiler.)
Nitekim
Ahmed Han da öleceğini bilip haber verdi. Şânı yüce pâdişâh 1617 senesinde
hastalandı. Sırtında bir yara çıkmıştı. Mâbeynci Mustafa, Sultânın vefâtından
bir gün önce huzûrunda iken, Ahmed Hanın odada sâhibini göremediği kimselere
dört defâ; "Ve aleyküm selâm." dediğini işitti. Sebebini sorduğunda, Sultan
Ahmed Han; "Şu anda yanıma hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, hazret-i Ömer, hazret-i
Osmân ve hazret-i Ali geldiler. Bana; "Sen dünyâ ve âhiretin sultanlığını
kendinde toplamışsın. Yarın Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin
yanında olacaksın." buyurdular." cevâbını verdi. Hakîkaten ertesi gün vefât
etti. Cenâzesinin yıkanması için hocası Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri dâvet
edildi. Ancak o; "Sultânımı çok severdim. Şimdi dayanamam. İhtiyârlığım
sebebiyle beni mâzur görün." buyurdu ve talebelerinden Şâban Dede'yi gönderdi.
Kimyâ ilmini
öğrenmeye merak eden bir kimse, Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin bu ilimdeki
mahâretini, bilgisini öğrenmişti. Bir gün huzûruna çıkarak, kimyâ ilmini
öğrenmek istediğini arzetti. O anda Azîz Mahmûd Hüdâyî, dergâhının bahçesinde
bir asma ağacının altında istirahat ediyordu. Hiç kimseyi reddetmek âdeti
olmadığı için, talebenin bu arzusunu kırmadı. Yeni talebe, bu hususta bir
mârifet göstermesi için ısrar edince, Mahmûd Hüdâyî asma ağacından bir yaprak
kopardı. Yaprağın üzerine bâzı duâlar okuduktan sonra, talebenin hayret dolu
bakışları arasında yaprağın altın olduğu görüldü. Talebe fazla ısrar edince bu
hâli üç defâ tekrâr etti. Talebenin maksadı, tekrârlar esnâsında duâyı
öğrenmekti. Öğrendiğine kanâat getirince; "Bu iş çok basitmiş, ben de
yapabilirim." diyerek asmadan bir yaprak aldı ve üzerine öğrendiklerini okudu.
Fakat bir türlü altın olmadı. Sonra; "Efendim! Ben de sizin okuduklarınızın
aynısını okuduğum hâlde yaprak altın olmadı. Sebebi nedir acabâ?" diye sordu.
Azîz Mahmûd Hüdâyî de; "Evlâdım! Kimyâyı öğrenebilmek için, önce nefsi terbiye
etmek icâbeder. Nefsi kimyâ etmeden, bu hallere bu mârifete kavuşulamaz."
buyurdu.
Azîz Mahmûd
Hüdâyî zamânında İstanbul'da vebâ salgını olmuştu. Öyle ki, her gün yüzlerce
insan vebâdan ölüyordu. Her evi üzüntüye boğan bu âfet karşısında halk toplanıp
Azîz Mahmûd'a başvurdular. Duâ edip, salgından kurtulabilmeleri için talebde
bulundular. Fakat Mahmûd Hüdâyî; "Bu gibi hususlara karışmak bize uygun
değildir." buyurduysa da, halk duâ etmesi için ısrâr ettiler. Onların bu
ısrârına dayanamayan Azîz Mahmûd hazretleri; "Karacaahmed Mezarlığına gidiniz.
Bir servi ağacının altında, sâdece hasırı bulunan yaşlı bir kimse oturur, İsmine
Hasırpûş Dede derler. Onu bulunuz ve derdinizi anlatınız. Şâyet red ederse,
bizim gönderdiğimizi söyleyiniz." dedi. Herkes sevinç içinde Karacaahmed
Mezarlığına gitti. Hasırpûş Dede'yi bulup durumu anlattılar. Hasırpûş Dede önce
kabûl etmedi, Mahmûd Hüdâyî'nin gönderdiğini öğrenince derhâl ayağa kalkarak
ellerini açtı ve duâ etti. Gelenlere dönerek; "Bugün bir kimsenin daha cenâze
namazı kılınsın da, sonra vebâ salgını dursun." dedi. O günden sonra vebâ
salgınından ölen olmadı.
Zengin bir
kimse, Mahmûd Hüdâyî'nin üstünlüğünü görmek, anlamak için huzûruna gitti.
Hiçkimseye göstermeden, Mahmûd Hüdâyî'nin seccâdesinin yanına elindeki altın
dolu keseyi bıraktı. Ayrılmak için izin isteyince, Mahmûd Hüdâyî; "Bırakmış
olduğunuz altınlar ile, hem dünyâ hem de âhiret mâmur edilebilir. Altın, velîye
de deliye de lâzımdır. Onun için bu altınları, hayr yoluna sarfetmek üzere
kabûlünde bir mahzur görmüyor, red etmeyi uygun bulmuyorum." deyince, o zengin;
"Efendim kalbimde gizlediğim şeyleri aynen ifâde ettiniz." dedi ve Azîz Mahmûd
Hüdâyî'ye muhabbeti ve hürmeti artmış bir şekilde huzûrdan ayrıldı.
Azîz Mahmûd
Hüdâyî hazretleri, 1628 (H.1038) senesinde hakîkî âleme göçtü. Vefâtından önce
talebeleriyle ve tanıdıklarıyla helâlleşti, vasiyetini yaptı. Son nefeste de
Kelime-i şehâdet getirerek rûhunu teslim etti. Türbesi Üsküdar'daki
dergâhındadır. Âşıkları, onu ziyâret etmekte, feyz ve bereketlerinden istifâde
etmektedirler.
Hayatta iken
erkek evlatlarının hepsi vefât etmiş bulunan Hüdâyî hazretlerinin zürriyeti
kızları vasıtasıyla devâm etmiştir.
Azîz Mahmûd
Hüdâyî, insanların Ehl-i sünnet îtikâdında bulunmaları ve ibâdetlerini doğru
yapmaları için pekçok eser yazmıştır. Bu eserlerden bâzıları şunlardır:
1) Nefâis-ül-Mecâlis, 2) Tecelliyât, 3) Dîvân-ı İlâhiyât, 4) Habbet-ül-Muhabbe,
5) Necât-ül-Garîk, 6) Tarîkatnâme, 7) Tezâkir-i Hüdâyî, 8) Ahvâl-ün- Nebiyy-il-Muhtâr
Aleyhi Salevâtullah-il-Melik-i-Cebbâr, 9) Câmi-ul-Fadâil ve Kâmi-ur-Rezâil, 10)
Feth-ul-Bâb ve Ref-ul-Hicâb, 11) El-Feth-ül-İlâhî, 12) Hâşiyet-ül-Kühistânî fî
Şerh-il-Fıkh-ı Keydanî, 13) Hayât-ül-Ervâh ve Necât-ül-Eşbâh, 14) Tarîkat-ı
Muhammediyye, 15) Vâkıât, 16) Şerhun alel- Kasîdet-il Vitriyye fî Medhi Hayr-il-Beriyye,
17) Mensûr Mevlîd-i Nebî...
Azîz Mahmûd
Hüdâyî hazretleri oğullarından birisinin sünneti için yaptırdığı merâsim
dolayısıyla "dünyâya meyletti" denilmesi üzerine şu şiiri söyledi:
Alan
sensin veren sensin kılan sen
Ne
verdinse odur dahi nemiz var
Hakîkat
üzre anlayıp bilen sen
Ne
verdinse odur dahî nemiz var
Tutan el
u ayak senden gelüpdür
Gören
göz u kulak senden gelüpdür
Efendi
dil dudak senden gelüpdür
Ne
verdinse odur dahî nemiz var
Hudâyâ
biz bu zâtı kanda bulduk
Neye
ef'âl sıfâtı kanda bulduk
Fenâyı
yâ sebâtı kanda bulduk
Ne
verdinse odur dahî nemiz var
Bizim
ahvâlimiz ey Hayy-u Kayyûm
Cenâb-ı
Pâkine hep cümle mâlûm
Buyurdun
oldu illa kaldı mâdûm
Ne
verdinse odur dahî nemiz var
Hüdâyî'yi sen eriştir murâda
Senindir
çünkü hükm arz u semâda
Efendi
dahli yok ğayrın arada
Ne
verdinse odur dahî nemiz var
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
DAHA BÜYÜK
KERÂMET Mİ OLUR?
Azîz Mahmûd
Hüdâyî bir gün, Sultan Ahmed Hanla sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest
tâzelemek istedi. İbrik ve leğen getirdiler. Pâdişâh hocasına hürmeten ibriği
eline aldı ve abdest suyunu döktü. Sultan Ahmed Hanın annesi de kafes arkasında
havluyu hazırlamıştı. Vâlide Sultan kalbinden; "Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin bir
kerâmetini görseydim." diye geçirmişti. Bunun üzerine Mahmûd Hüdâyî, Vâlide
Sultan'ın gönlünden geçenleri anlayarak; "Hayret! Bâzıları bizim kerâmetimizi
görmek isterler, Halîfe-i rûy-i zemîn'in elimize su döküp, muhterem
vâlidelerinin havlu hazırlamasından daha büyük kerâmet mi olur?" buyurdu.
SULTANLAR
RİKÂBINDA YÜRÜSÜN!
Bir gün
Sultan Ahmed Han, mürşîdini ziyâret için Üsküdar'a gelmişti. Çarşıdan geçerken,
Hüdâyî hazretlerinin alış-veriş ettiğini gördü. Genç Hünkâr bu esnâda attaydı.
Derhal atından indi, hocasının elini öptü ve atına binmesi için ricâ etti. Bir
müddetHüdâyî hazretleri at sırtında önde ve Pâdişâh da yaya olarak ardınca
yürüdüler. Kısa bir süre sonra Mahmûd Hüdâyî dünyâyı titreten koca bir
pâdişâhın, arkasında yaya yürümesine râzı olmadı ve; "Sultanım! Sırf hocam
Muhammed Üftâde hazretlerinin duâsı ve emri yerine gelsin diye bindim. Çünkü o;
"Pâdişâhlar rikâbında yürüsün." diye duâ etmişti." buyurarak atından indi. Ata
tekrar Sultan Ahmed Hanı bindirdi.
Sultan Ahmed
Hanın bu hâdiseden sonra aşağıdaki beytleri söylediği belirtilir:
"Varımı ben Hakka verdim, gayrı vârım kalmadı.
Cümlesinden el çekip pes dü cihânım kalmadı.
Çünkü hubbullah erişti, çekti beni kendine,
Açtı gönlüm gözünü, gayri gümânım kalmadı.
Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi,
Sâfiyim, buldum safâyı dü cihânım kalmadı.
Ahmedî der, "Yâ ilâhî! Sana şükrüm çok-durur",
Hamdülillah aşk-ı Haktan gayri vârım kalmadı."
BİLMİYORUM
DEMEK İLMİN YARISIDIR
"Ey oğul!
Bir mecliste bulunduğun zaman az konuş. Sana sorulmayan şeye cevap verme. Bir
şey sorulursa cevâbını bilmiyorsan, bilmiyorum de. Bilmediğine, bilmem demek
ilmin yarısıdır. Eğer cevâbını biliyorsan, kısa cevap ver. Sözü uzatma. Mecliste
bulunanlara imtihân için bir şey sorma. Onlarla münâzara ve münâkaşa etme.
Kendini beğenerek en başa, yukarıya oturma. Edebe çok riâyet eyle. Edepsizlik
her zaman ve her yerde yasak ve sevimsizdir. Her yerin kendine mahsus bir edebi
vardır. Arkadaşlarına cömertlik et ve iyi muâmelede bulun. Dünyâ sevgisini
gönülden çıkar. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak yolunda senin önüne ve yoluna
bir şey engel olursa onu terk eyle.
Ey oğul!
Dünyâ ve dünyâ nîmeti hayaldir. Gök kubbesi altında hiçbir şey aynı hal üzere
kalmaz, hep değişir. Onun için dünyâ malına, makâmına ve dünyâ hayâtına güvenme.
Biz bu dünyâda misâfiriz, yolcuyuz. Sonunda ayrılıp gideceğiz. Sıkıntın varsa
üzülme. Bir an sonra ne olacağımız belli değil."
BU KIŞ GÜNÜÜZÜM
OLUR MU?
Azîz Mahmûd
Hüdâyî'nin yükselmesi bâzı talebelerin kıskançlığına yol açtı. Durumu sezen
Üftâde hazretleri, Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin büyüklüğünü göstermek istedi. O sırada
mevsim kış idi. Dışarıda kar yağıyor ve fırtına esiyordu. Hazret-i Üftâde
talebeleri ile yemek yiyorlardı. Sofraya pilav konulunca Üftâde hazretleri;
"Şimdi bağdan taze kopmuş üzüm olsa bu yemekle ne güzel giderdi." dedi. Bu söz
üzerine talebeler içlerinden;
"Bu kış
günü, bu karda tâze üzüm olur mu?" diye düşünürlerken, Azîz Mahmûd Hüdâyî de
kendi kendine; "Mâdem ki bu sözü hocam söyledi, mutlaka bunda bir hikmet
vardır." diyerek ayağa kalktı ve; "Efendim! Müsâade ederseniz bendeniz
getireyim." deyiverdi. Müsâade edilince, sepeti aldığı gibi Bursa'nın Çekirge
mevkıindeki bağa gitti.Bağ karlar altında idi. Bir asma çubuğunun üzerinden
karları temizlediğinde, salkım salkım üzümlerin sarktığını gördü. Bunun, hocası
Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anlayıp, üzümleri sepete koymağa başladı.
Asmadaki üzümler bittiğinde, sepet de ağzına kadar dolmuş idi. Sepeti omuzuna
alarak yola koyuldu. Yolda, hızlı hızlı yürürken, birden ayağı kaydı ve bir
çukura düştü. Çukur derin olduğundan, çıkmak için çok uğraştı fakat başaramadı.
Çâresiz kalınca hocası Üftâde'den yardım istemek hatırına geldi ve içinden;
"İmdât! Yâ mübârek hocam!" der demez, çukurun başından bir ses geldi. "Ey Mahmûd!
Uzat elini de yukarı çekeyim." diyordu. Başını kaldırdığında birisinin kendisine
gülümsediğini gördü. Elini uzattı. Yukarı çıktığında, bir anda o kimseyi göremez
oldu. Yine sepeti omuzuna alarak süratle dergâha doğru gitti. Hocasının huzûruna
vardığında sohbet devâm ediyordu. Omuzunda üzüm dolu sepeti gören arkadaşları
şaşırıp kaldılar. Üftâde, yardım edenin Hızır aleyhisselâm olduğunu söyledi.
Talebeler, hocaları Üftâde'nin, Allahü teâlânın katında yüksek bir velî olduğunu
ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin hocalarına olan teslîmiyetini bir kere daha anladılar.
BEYİTLER
HOCASININ DUÂSI
Pâdişâh Ahmed Hanın, gördüğü bir rüyâyı,
Güzel tâbir edince, Azîz Mahmûd Hüdâyî,
Memnun olup bin altın gönderdi kendisine,
Maddî sıkıntıdaydı, mübârek de o sene.
Zîrâ bir çocukları, olacaktı o ara,
Gerekli masraf için, elinde yoktu para.
Hanımı diyordu ki: "Bıraktın kâdılığı,
Dağıttın elindeki, ne varsa dünyâlığı,
Şimdiyse, çok yakında, çocuğumuz olacak.
Bez parçası bile yok, bu çocuğu saracak."
O böyle söylenirken, çalındı kapı birden,
Azîz Mahmûd Hüdâyî, açmak için giderken,
Buyurdu ki: "Ey hâtun, kendini üzme artık,
Belki de Hak teâlâ, gönderdi bir dünyâlık."
Açıp da gördüler ki, hakîkaten sultandan,
Çok büyük hediyeler, gelmişti tam o zaman.
Hem öyle çok idi ki, hanımı etti hayret,
Sırf bir kese içinde, altın vardı bin adet.
Ertesi gün pâdişâh, bizzat gelip kendisi,
Ellerini öperek, olmuştu talebesi.
Bir gün de Sultan Ahmed gitmişti Üsküdar'a,
Çarşıda üstâdını, görmüş idi bir ara.
Kendisi at üstünde, üstâdı yaya idi,
Görünce edebinden, hız ile yere indi.
Bindirdi hocasını, hemen kendi atına,
Geçiverdi kendi de, edeple rikâbına.
Allah'ın velî kulu, Hüdâyî hazretleri,
Pâdişâhın atında, biraz gitti ileri,
Ve dünyâyı titreten, Pâdişâh Sultan Ahmed,
Hocasının ardından, yaya gitti bir müddet.
Sonra o mübârek zât, râzı olmadı buna,
Hemen attan inerek, buyurdu ki sultana:
"Bir gün benim üstâdım, Üftâde hazretleri,
Mübârek ellerini, uzatarak ileri,
Bana cân-ü gönülden, eylemişti bir duâ
Buyurmuştu:"Sultanlar, yürüsün rikâbında."
Sırf hocamın bu sözü, yerine gelsin diye,
Rızâ göstermiş idim, atınıza binmeye."
Pâdişâhı, atına, bindirip hemen tekrar,
Kendi, yaya olarak, yürüdü eve kadar.
Azîz Mahmûd Hüdâyî, hürmetine İlâhî
Onun şefâatine, kavuştur bizi dahi.
YALAN DÜNYÂ
DEĞİL MİSİN!
Kim umar senden vefâyı,
Yalan dünyâ değil misin?
Muhammed-ül-Mustafâyı,
Alan dünyâ değil misin?
Yürü hey vefâsız yürü,
Sensin hod bir köhne karı,
Nice yüzbin erden geri,
Kalan dünyâ değil misin?
Kimisini nâlân edip,
Kimisini giryân edip,
Âhir-i kâr üryân edip,
Soyan dünyâ değil misin?
Kasdedip halkın özüne,
Toprak doldurup gözüne,
Ehl-i gafletin yüzüne,
Gülen dünyâ değil misin?
Eğer şâh u eğer bende,
Her kişiyi salan bende,
Kimse mekân tutmaz sende,
Virân dünyâ değil misin?
Sihr ile donatıp kendin,
Meydana salan semendin,
Âleme mihnet kemendin,
Salan dünyâ değil misin?
İşin gücün dâim yalan,
Çok kişiden arta kalan,
Nice kere boşalarak,
Dolan dünyâ değil misin?
HÜDÂYÎ YOLU
Osmanlı Pâdişâhı Birinci Sultan Ahmed,
Bir câmi yaptırmaya, eyledi birgün niyet,
Temel atma gününde, âlimler toplandılar,
Kur'ân tilâvetiyle, kesildi çok hayvanlar.
Câminin temeline, o zaman ilk kazmayı,
Sultanın arzûsuyla, vurdu Mahmûd Hüdâyî.
Osmanlı pâdişâhı, Sultan Ahmed Han bile,
Yoruluncaya kadar, çalıştı kazma ile.
Kısa zaman içinde, câmi bitti nihâyet,
Sultan açılış için, herkesi etti dâvet.
Ve Cumâ hutbesini, okutmak gâyesiyle,
Üstâdı Hüdâyî'yi, çağırdı birisiyle.
Lâkin o, otururdu, Üsküdar mevkiinde,
Karşıya geçmek için, kıyıya geldiğinde,
Gördü ki, fırtınadan, denizde çok dalga var,
Cesâret edemedi, gitmeye kayıkçılar.
Nihâyet bir tanesi, geçmeye verdi karar,
Geçtiler selâmetle, Sarayburnu'na kadar.
Dalgalar adam boyu ard arda geliyordu,
Ve lâkin o kayığa, hiç zarar vermiyordu.
Onun bindiği kayık, Allah'ın izni ile,
Dalgalardan bir zarar, görmedi zerre bile.
Kayığın etrafını, çevreleyen bir alan,
Hikmet-i ilâhiyle, oluyordu süt liman.
Gelin gibi süzülüp, vardı Sarayburnu'na,
O gün bunu duyanlar, çok hayret etti buna.
Üsküdar-Sarayburnu, arasına bu yüzden,
Hüdâyî yolu diye, ad verildi o günden.
KAYNAKLAR
1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.372
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1033
3) Semerât-ül-Fuâd; s.145
4) Şakâyik-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.760
5) Fezleke; c.2, s.113
6) Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi; c.1, s.479
7) Silsilenâme-i Celvetî; s.82
8) Lemezât-ül-Hulviyye vr. 187 a
9) Tezâkîr-i Hüdâyî (Fâtih blm. 2572)
10) Külliyât-ı Hazret-i Hüdâyî
11) Hadîkat-ül-Cevâmi; c.2, s.195
12) Menâkıb-ı Azîz Mahmûd Hüdâyî
13) Azîz Mahmûd Hüdâyî veCelvetiyye Tarîkatı
14) Anadolu Evliyâları; s.86-98
15) İstanbul ve Anadolu Evliyâları; c.1, s.354
16) Diyânet İslâm Ansiklopedisi; c.4, s.338
17) Mektûbât, Fâtih, Nr. 2572
18) Seyyid Azîz Mahmûd Hüdâyî, Ziver Tezveren
19) Kutbü'l-Ârifîn Seyyid Azîz Mahmûd Hüdâyî,
Hayâtı-Menâkıbı-Eserleri
|