ALİ RIZÂ
On iki
imâmın sekizincisi. Muhammed Cevâd Tâkî'nin babasıdır. Nesebi, Ali Rızâ bin Mûsâ
Kâzım bin Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Ali Zeynel Âbidîn bin Hüseyin bin
Ali bin Ebî Tâlib'dir (r.anhüm).
Künyesi,
babasının künyesi gibi Ebü'l-Hasan'dır. Mûsâ Kâzım hazretleri ona kendi künyemi
bağışladım buyurmuşlardır. Lakabı Rızâ'dır. Babasına dediler ki: "Halîfe Me'mûn
ondan râzı olduğu için mi oğlun Ali'yi, Rızâ diye çağırıyorsun?" Cevâbında;
"Hayır, Allahü teâlâ ve Resûlü râzı oldukları içindir." buyurdu. Ona uyanlar ve
muhâlifleri ondan râzıydı.
Rızâ
lakabından başka her biri onun üstünlüğünü ifâde etmek için söylenmiş, Sâbir,
Zekî, Velî gibi başka lakapları da vardır. 770 (H.153)de Medîne'de doğdu. 818
(H.203) senesiRamazân-ı şerîfin yirmi birinci Perşembe günü elli yaşında Tûs (Meşhed)de
vefât etti.
Namazını
halîfe Me'mûn kıldırdı. Me'mûn, İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerini çok sever ve
sayardı. Kızını nikâh edip, İmâmı kendine dâmâd yaptı. Yerine halîfe olmasını
emir ve îlân edip, paralara ismini yazdırdı. Fakat, İmâm önce vefât etti.
Bâyezîd-i Bistâmî ve Ma'rûf-i Kerhî hazretleri İmâmın sohbeti ile şereflenip
kemâle gelip, yüksek derecelere ulaştılar.
İmâmlığı,
tasavvufta rehberliği yâni Kur'ân-ı kerîmin mânevî hükümlerine kavuşturma
vazîfesi, bunu kalplere yerleştirmek, tasavvuf hâllerine ve derecelerine
ulaştırma vazîfesi vefâtına kadar sürdü.
İmâm-ı Ali
Rızâ'nın babası İmâm-ı Mûsâ Kâzım'ın üstün talebelerinden biri şöyle anlattı:
"Bir gün İmâm-ı Mûsâ Kâzım; "Mağrib (Fas) tüccarlarından gelen oldu mu?" diye
sordu."Bilmiyoruz." dedik. O da; "Gelmiştir." buyurdu. Atlara binip gittik.
Orada câriye satan bir Mağribli vardı. Bize yedi câriye gösterdi. İmâm
hazretleri hiçbirini kabûl etmedi. Bir daha bulunduğunu fakat hasta olduğundan
göstermediklerini öğrendik. Hazret-i İmâm bana; "Yarın gel. Ne kadar ücret
isterse kabûl edip o câriyeyi al!" buyurdu. Ertesi gün Mağriblinin yanına
vardım. "Dün isteyip de hasta olduğu için göremediğimiz câriyeyi istiyorum."
dedim. Yüksek bir fiat söyleyip; "Daha aşağı olmaz." dedi. Ben de; "O fiyata
kabûl ettim." dedim. Bana; "Bunu kimin için alıyorsun?" diye sorunca; "Dünkü
berâber geldiğimiz zât için." dedim. Tüccar; "O kimlerdendir?" dedi. "Benî
Hâşim'dendir." deyince, Magribli tüccar, bu câriye hakkında şöyle anlattı: "Ben,
bu câriyeyi Magrib'in en uzak beldesinden aldım. Bir kadın bana; "Bu câriyeyi
kimin için aldın?" dedi. Ben de; "Kendim için aldım." diye söyleyince, o kadın;
"Hayır! Bu senin olacak bir câriye değildir! Bu câriye, yeryüzünün en kıymetli
zâtınındır! Bunların bir çocuğu olur. O büyüyüp yetişince, yeryüzünün en âlimi
olacaktır." dedi. Daha sonra câriyeyi Mûsâ Kâzım'a getirdim. Bu câriyeden İmâm-ı
Ali Rızâ dünyâya geldi.
Mûsâ Kâzım
hazretlerinin annesi Hamîde Hâtun, Peygamber efendimizi rüyâsında gördü. Ona
buyurdu ki: "Yakın zamanda, zamânın insanlarının en üstünü olan bir torunun
olacaktır."
Ali Rızâ'nın
annesi anlatır; "Hâmile olduğum zaman hiçbir ağırlık duymazdım. Geceleri uykuda
karnımda tesbih,
Sübhânallah ve tehlil, Lâ ilâhe illallah sesleri işitir, korkardım.
Uyandığım zaman hiç ses duymazdım. Oğlum doğduğu zaman ellerini yere
koyup, bir
söz söyleyen veya münâcaat eden bir kimse gibi dudaklarını oynattı."
Huzâa
kabîlesinden Da'bel bin Ali ismindeki zât zamânının en meşhûr şâirlerinden ve
güzel söz söyleyenlerindendi. Şâir şöyle anlattı: "Ehl-i beyte muhabbeti
anlatan Medâris-i Âyât isimli kasîdeyi yazıp, İmâm-ı Ali Rızâ'ya arzettim.
Çok beğendiler ve; "Benden izinsiz hiç kimseye okuma!" buyurdular. Ben; "Peki!"
deyip ayrıldım. Halife Me'mûn, bu kasîdeyi yazdığımı duyup beni çağırdı. Hâl
hatır sorduktan sonra, yeni yazdığım kasîdeyi okumamı istedi. Ben özür dileyip
hazret-i İmâm'ın emrini bildirdim.
Halîfe, hazret-i İmâm'ı çağırıp, kendisinden izin alınca, ben de kasîdeyi
okudum. Halîfe çok memnun olup bana elli bin akçe hediye etti. İmâm-ı Ali Rızâ
da o kadar ihsânda bulundu. Ben de; "Efendim! Ben giydiğiniz elbiselerinizden
istirhâm ediyorum. Bereketlenmek için yanımda bulundururum. Öldüğüm zaman
kefenim olur." dedim. İhsân edip, giydiklerinden bir gömlek ve çok güzel bir
havlu verip; "İnşâallah bunları saklarsın ve bunlarla belâlardan emin olursun."
buyurdular. Bir zaman Irak'a gidiyordum. Yolda eşkıyâ yolumuzu kesip, neyimiz
varsa hepsini almaya başladılar. Eşyâların alındığına değil de, İmâm
hazretlerinin hediyesi olan gömlek ve havlunun da alınacağından çok korktum. Bir
taraftan da hazret-i İmâm'ın; "Belâlardan emin olursun." sözlerini düşünüyordum.
Bu sırada haydutlardan birinin, benim atıma bindiğini ve benim yazdığım kasîdeyi
okuyup ağladığını gördüm. Haydudun Ehl-i beyte olan muhabbetine hayret ettim ve
dedim ki: "O kasîdeyi kim yazdı?" Eşkıyâ; "Bu kasîdeyi yazan, İmâm-ı Ali
Rızâ'nın şâiri, meşhûr Da'bel bin Ali'dir. Fakat sen onu tanımazsın." deyince; "Da'bel
bin Ali benim!" dedim, inanmadı. Kâfilede bulunanlar tasdik edince, eşkıyâ
kâfileden aldığı bütün malları sâhiplerine iâde etti. Bize de kılavuzluk edip
tehlikeli yerlerden selâmetle geçmemize vesîle oldu. Hazret-i İmâm'ın
hediyelerinin bereketiyle bütün kâfile belâdan kurtulduk."
Bir gün İmâm
hazretleri, bir kimseye bakıp, "Hiç kimsenin elinden kurtulamayacağı işe
hazırlık yap, vasiyyetini yaz!" buyurdu. Üç gün sonra o kimse vefât etti.
Bir kimse
şöyle anlattı: Hacca gitmeye niyet etmiştim. Evdekiler, ihrâm olarak Sevb-i
Mülcem denen, sert ve âdî dokunmuş kumaş elbise hazırlamışlardı. "Bunlarla ihrâm
câiz midir, değil midir?" diye şübhe edip, ihtiyât olarak başka bir ihrâm aldım.
Mekke-i mükerremeye varınca, İmâm-ı Ali Rızâ'ya bir mektup yazdım. Ama asıl
sormak istediğim, Sevb-i Mülcem ile ihrâmın câiz olup olmadığı suâlini yazmayı
unutmuştum. Bir müddet sonra, Hazret-i İmâm mektubuma cevap gönderdiler.
Mektubun sonunda "Sevb-i Mülcem ile ihrâm câizdir." yazısını okudum.
Ebû İsmâil
Sindî isminde bir zât anlatıyor: Bir zaman İmâm-ı Ali Rızâ'nın huzûruna gittim.
Arabî lisânından hiçbir şey bilmediğim için, Sind (Hindistan'ın kuzey batısında
bir eyâlet) lisânı ile selâm verdim. Selâmıma benim lisânım ile cevap verdiler.
Yine Sind lisânı ile bâzı suâller sordum, Sind lisânı ile gâyet açık cevap
verdiler. Ben; "Efendim! Arabî lisânını hiç bilmiyorum. Fakat öğrenmeyi çok arzu
ediyorum." diye sorunca, mübârek elini dudaklarıma sürdü. O anda Arabî konuşmaya
başladım. Allahü teâlâ, hazret-i İmâm hürmetine bunu bana ihsân etti."
İmâm-ı Ali
Rızâ hazretleri Nişâbur'a gelince, yirmi binden fazla âlim ve talebe, kendisini
karşıladı. Dedelerinden gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar. İmâm
hazretleri; "Ben, babam Mûsâ Kâzım'dan, o da babası Câfer-i Sâdık'tan, o da
babası Muhammed Bâkır'dan, o, babası Ali Zeynel Âbidîn'den, o, babası hazret-i
Hüseyin'den, o, babası hazret-i Ali'den, o, Peygamber efendimizden, o, Cebrâil
aleyhisselâmdan, o da Allahü teâlâdan. Bu hadîs-i kudsîyi
okudu. "Lâ ilâhe
illallah kal'amdır. Bunu okuyan, kal'ama girmiş olur. Kal'ama giren de azâbımdan
kurtulur." İmâm-ı
Ahmed ibni Hanbel hazretleri, bu hadîs-i kudsînin râvileri ile berâber
okunduğunda bütün hastalıklara iyi geleceğini bildirmiştir.
Bir tanıdığı
anlatır: Hanımım yüklü idi. İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerinin huzûruna varıp, "Duâ
buyurun da bir oğlumuz olsun." dedim. Bunun üzerine; "Hanımın iki çocuğa
hâmiledir." buyurdu.
Huzûrlarından çıkıp giderken çocukların adını Muhammed ve Ali koysam diye
hatırımdan geçirdim. Beni yoldan çağırtıp: "Çocukların birine Ali, diğerine Ümm-i
Amr adını koy!" buyurdu. Çocuklar doğdu, biri kız diğeri de oğlandı. Adlarını
dedikleri gibi koydum. Anneme Ümm-i Amr adını sorduğumda; "O isim annemin adı
idi." dedi.
Sâlih bir
müslüman, İmâm-ı Ali Rızâ ile ilgili menkıbesini şöyle anlatır:
Peygamber
efendimizi rüyâmda gördüm. Hacıların kondukları mescidde oturuyorlardı.
Huzûrlarına vardım. Selâm verdim. Önlerinde hurma yaprağından örülmüş bir
tabakta Seyhânî hurmaları vardı. Bana bir avuç hurma verdi. Saydım on yedi tâne
idi. Kendi kendime on yedi yıl ömrüm kalmış diye tâbir ettim.
On beş yirmi
gün sonra İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerinin bu mescidde konakladıklarını duydum.
Hemen yanlarına koştum. Rüyâmda gördüğüm gibi Resûlullah'ın oturduğu yerde
oturmuştu. Önlerinde de bir tabak hurma vardı. Beni yanına çağırarak bir avuç
hurma verdi. Saydım tam on yedi tâne idi. Biraz daha hurma istediğimde; "Resûlullah'tan
daha fazla verilir mi?" buyurdu.
Tüccarın
biri dil tutukluğundan dolayı güçlükle konuşurdu. Kendi kendine; "İmâm-ı Ali
Rızâ hazretleri Peygamber efendimizin evlâtlarındandır. Huzûruna varayım da
benim dilime bir ilâç tavsiye etsin." diye düşündü. O gece rüyâsında İmâm-ı Ali
Rızâ hazretlerini gördü. Kendisine, "Kimyon, sa'ter ve tuzu, su ile karıştır,
iki üç kere ağzında çalkala şifâ bulursun." buyurdu. Sabahleyin uyandığında
rüyâsını hâtırladı; fakat rüyâ deyip fazla ehemmiyet vermedi. Hazret-i İmâmın
huzûruna gidip, hâlini arz ettiğinde: "Senin dilinin ilâcını rüyâda söylemediler
mi?" buyurdu. Tüccar, târif ettikleri ilâcı kullanınca, konuşması hemen düzeldi.
Birisi bir
mektup yazarak bâzı suâllerini hazret-i İmâm-ı Ali Rızâ'ya arz etmek istedi.
Evlerinin önüne vardığında çok kimsenin orada beklediğini ve kendileri ile
görüşmek istediğini gördü. Bu kalabalıkta mektubunu veremeyeceğini düşünerek,
üzüldü. Tam geri döneceği sırada bir hizmetçi dışarı çıkarak o şahsı ismiyle
çağırarak; "Bu kâğıdı İmâm hazretleri gönderdi." dedi. O şahıs kâğıdı aldı.
Baktığında elindeki suâllerinin cevâbı olduğunu hayret içinde gördü.
Sâlih bir
zât anlatır: "Bir gün İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri ile bir evin duvarının dibinde
duruyorduk. Biraz sohbet ettik. O sırada bir kuş geldi. İmâm hazretlerinin
önünde yere kondu. Ötmeğe başladı. Dertli olduğu belliydi. İmâm hazretleri bana
sordu. "Biliyor musunuz bu kuş ne diyor?" Ben de dedim ki: "Ehl-i beytten olan
Peygamber efendimizin evlâtları daha iyi bilirler." Hazret-i İmâm; "Bu kuş, şu
evde bir yılan olduğunu ve yavrularını yiyeceğini söylüyor. Kalk eve gir ve o
yılanı öldür!" buyurdu. İmâm hazretlerinin buyurduğu gibi eve girdim, gerçekten
içeride bir yılan dolaşıyordu. Hemen bir sopa ile yılanı öldürdüm."
Hüseyin bin
Mûsa şöyle anlatıyor: "Biz Hâşimoğulları'ndan bir grup genç, İmâm-ı Ali Rızâ'nın
yanında oturuyorduk. Biraz sonra akrabâmızdan Câfer bin Ömer, kılık kıyâfeti
perişan bir vaziyette geçti. Biz hâline acıyarak ve üzülerek bakınca, buyurdu
ki: "Ey gençler! Bu zâtın hâline acıyorsunuz değil mi?" buyurunca; "Evet
efendim!" dedik."Kısa bir zaman sonra yanınızdan, kıymetli elbiseler ve
etrâfında hizmetçiler ile geçerse hiç şaşmayın." buyurdu. Aradan bir ay geçti.
Bu zât, halîfe tarafından Medîne'ye vâli tâyin edildi. Bir zaman sonra, biz gene
aynı yerde otururken o zâtı gördük. Kıymetli elbiseleri ve etrâfında
hizmetçileri vardı. Biz, hazret-i İmâm'ın bu durumu daha önceden haber verdiğini
hatırlayıp, İmâm'ın kerâmeti olduğunu anladık.
Halîfe
Me'mûn, İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerini çok sever, sık sık onunla görüşürdü. Saraya
gelişinde saray görevlileri onu karşılar, hürmet gösterirlerdi. Fakat bu
hürmetleri mecbûriyetten idi. Çünkü İmâm hazretlerini sevmiyorlardı. Bir araya
gelerek, hazret-i İmâm'ın geldiğinde sarayın perdesini kaldırmamaya ve onu
karşılamamağa karar verdiler. Fakat hazret-i İmâm'ın her gelişinde ellerinde
olmadan kalkıp, karşılayıp perdeyi de kaldırıyorlardı. Bir gün hazret-i İmâm'ın
geldiğinde yine ayağa kalktılar; fakat perdeyi kaldırmakta biraz durakladılar. O
anda bir rüzgâr peyda oldu ve perde kalktı. Çıkışında da yine rüzgâr gelip
perdeyi kaldırdı.
Bunu gören
saray görevlileri;
"Allahü teâlânın azîz ettiği kimseyi kimse küçültemez!" diyerek eski
âdetlerine devâm ettiler.
İbrâhim ibni
Abbâs diyor ki: "İmâm-ı Ali Rızâ öyle büyük âlim idi ki, hangi ilimden olursa
olsun, sorulan her meseleye çok güzel cevaplar verirdi. Halîfe Me'mûn, kendisine
çok suâl sorar, verdiği cevaplara hayrân kalırdı. Hazret-i İmâm, az uyur, çok
namaz kılar ve çok oruç tutardı. Muhtaçları arayıp bulur, onlara yardım ederdi.
Bir hasır üzerinde oturur, yatacağı zaman da o hasır üzerinde yatardı. Her
işinde Allahü teâlâya karşı tam bir teslimiyet ve tevekkül üzere idi. Yüzüğünün
taşında; "Hasbiyallah=Allahü teâlâ bana kâfidir." yazılı idi.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
MÜSLÜMANA HİZMET
İmâm-ı Ali
Rızâ bir gün hamama gitti. Oturup yıkanırken bir asker geldi ve ona; "Başıma su
dök de yıkanayım." dedi. O da, "Peki." deyip askerin başına su dökmeye başladı.
Biraz sonra İmâmı tanıyanlardan biri gelip, bu hâli görünce çok üzüldü ve
askere; "Ey asker! Senin, kendine hizmet ettirdiğin bu zât, hazret-i Aliyyül
Mürtezâ'nın ve hazret-i Fâtımat-üz-Zehrâ'nın torunu İmâm-ı Ali Rızâ
hazretleridir. Sen ne yaptığının farkında mısın?" dedi. Asker bunları duyunca,
yaptığına pişman olup, Ali Rızâ hazretlerinin ayaklarına kapandı ve; "Aman
efendim, niye bana kendinizi tanıtmadınız! Niçin bana hizmet ettiniz! Kusûrumuzu
affediniz!" diye özür dileyip ağladı. Özrünü kabûl edip; "Müslümana hizmet etmek
sevâb olduğu için senin isteğini kabûl ettim." buyurdu.
KAYNAKLAR
1) El-A'lâm;
c.5, s.26
2)
Vefeyât-ül-A'yân; c.1, s.321, c.3, s.269
3)
Târih-i Taberî; c.10, s.251
4)
El-Kâmil fi't-Târih; c.6, s.119
5)
Nuzhet-ül-Celîs; c.2, s.65
6) El-İber;
c.1, s.340
7) Nûr-ül-Ebsâr;
s.152
8) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1059
9)
Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.2, s.156
10)
Sefînet-ül-Evliyâ (Fârisî); s.26
11)
Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.2, 6
12)
Hadâik-ül-Verdiyye; s.41
13)
Eshâb-ı Kirâm; s.158
14)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.98
15)
Supleman; c.2, s.573
|