CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

ALİ RÂMİTENÎ

İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden. Buhârâ yakınlarındaki Râmiten kasabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1328 (H.728) yılında Harezm şehrinde vefât etti.

Râmiten'de küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başladı. Akıl ve zekâsının parlaklığı, kavrayış kâbiliyetinin yüksekliği dolayısıyla kısa zamanda ilim yolunda yükseldi. Sonunda herkese ilim saçan, yol gösteren, kalbinden nûr ve hikmet Kaynakları fışkıran hazret-i Şeyh Mahmûd-i İncirfagnevî'ye kavuştu. Ali Râmitenî, ondan mânevî yönden çok üstün makamlar elde etti. Ardı arkası gelmeyen vilâyet, evliyâlık derecelerine kavuştu. Mânevî ve maddî ilimlerde kemâl buldu. Öyle ki, şaşırmışların sığınağı, doğru yoldan ayrılanların rehberi, hakka dâvet edenlerin büyüklerinden oldu. Böylece, silsile-i aliyye denilen büyüklerin teşkil ettiği, altın halkalar diye isimlendirilen Hak yolu zincirinin on ikinci halkası olma şerefine kavuştu.

Hâce Mahmûd-ı İncirfagnevî hazretleri, vefâtı yaklaşınca, hilâfeti Ali Râmitenî hazretlerine verdi ve bütün talebelerini ona ısmarlayıp, emânet etti.

Ali Râmitenî hazretleri Pîr-i Nessâc ve Azîzan isimleri ile şöhret bulmuştur. Kendisi ibâdet ve derslerden sonra boş zamanlarda helâl lokma kazanmak için dokumacılık yapardı. Bu sebeple kendisine dokumacıların şeyhi mânâsına Pîr-i Nessâc derlerdi.

Ali Râmitenî hazretlerine, "Azîzân" denmesinin sebebi ise şöyle anlatılır: Bir zaman Ali Râmitenî'nin evinde iki-üç gün yiyecek bir şey bulunmadı. Evdekiler açlık sebebiyle çok üzülüyorlardı. Gelen misâfire de evde ikrâm edecek bir şey yoktu. O sırada Ali Râmitenî hazretlerinin talebelerinden yiyecek satan bir genç, pirinç doldurulmuş bir horoz hediye getirdi. "Bu yemeği, sizin ve yakınlarınız için hazırladım. Eğer hediyemizi kabûl buyurursanız, bizi memnun edersiniz." diyerek yalvardı. Bu nâzik anda gelen yemekten son derece hoşnud olup, o talebesine iltifâtlarda bulundu. Bu yemeği, misâfirine ikrâm ederek ağırladı. Misâfir gittikten sonra o talebesini çağırtarak; "Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir ânımızda imdâda yetişti. Sen de bizden her ne murâdın var ise iste! Çünkü hâcet kapısı şu ânda açıktır." buyurdu. Genç de; "İlimde ve evliyâlık makâmında size benzemekten başka bir arzum yoktur. Beni bu hâle kavuşturmanızı istirhâm ediyorum efendim!" dedi. Ali Ramîtenî hazretleri; "Çok zor ve yükü ağır bir iş arzû ettin. Bunun yükünü kaldıramazsın. Üzerimizdeki yük, senin omuzlarına çökecek olursa ezilirsin. İstersen başka bir dilekte bulun." buyurdu. Genç ise; "Dünyâda tek murâdım, aynen sizin gibi olmaktır. Size benzemekten başka bir şey beni tesellî etmez. Buna rağmen, siz nasıl arzu buyurursanız, ona râzıyım efendim." dedi. Bunun üzerine Ali Râmîtenî hazretleri; "Pekâlâ" buyurup, elinden tutarak berâberce husûsî halvethânesine girdiler. Yüzyüze oturarak, o şahsa teveccüh etmeye başladı. O genç, bir müddet sonra zâhir ve bâtında Allahü teâlânın izniyle Ali Râmitenî'nin derecelerine kavuştu. Fakat aşktan sarhoş olup, kendinden geçti. Öylece kırk gün daha yaşayıp vefât etti. Ona bir anda kendi makamlarını verip, kendisi gibi yaptığı için, iki azîz mânâsında, hazret-i üstâdın ismi "Azîzân" olarak kaldı.

Bundan sonra Ali Râmitenî hazretlerinin sohbet halkası genişledi. İlim ve tasavvuf talipleri dünyânın her tarafından onun huzûruna koşuyorlardı. Herkes bilemediği ve çözemediği suâllerin cevâbını ondan soruyordu. Kısaca Azîzân hazretleri dünyâya İslâmiyeti yayan bir güneş gibi idi.

O, irşâd, insanlara doğru yolu gösterme makâmına gelmiş olan talebelerine şöyle nasîhat ederdi:

"İrşâd işine giren bir kimseye gerekir ki: Önce mürîdin, talebenin yeteneğini, kâbiliyetini bile... Bunu bildikten sonra ona zikir telkini yapar, yeteneğine göre onu yetiştirir. Bu bakımdan mürîd (talebe) terbiyesi işine girmiş olan tıpkı kuş yetiştiricisi gibidir. Kuş terbiyecisi, kuşun kursağına ne kadar yem gireceğini bilmesi gerekir ki ona fazla yem yüklememelidir. Buna göre mürşîd olan zât da, mürîdin kâbiliyeti nisbetinde ona zikir telkini yapar."

Ali Râmitenî hazretleri ile aynı yüzyılda yaşayan büyük âlim Rükneddîn Alâüddevle Semnânî zaman zaman Şeyh hazretlerine mektup yazar ve sorular sorardı. Bir gün yine bir talebesi gelerek Ali Râmitenî hazretlerine, hocasının şu sorulara cevap istediğini bildirdi.

Suâllerinden birisi şöyle idi: "Biz, gelenlere her hizmeti yaptığımız hâlde, gelenler size gelir. Biz mükellef sofralar, çeşit çeşit yemekler ikrâm ettiğimiz hâlde, sizde böyle bir şey yok iken, gene de insanlar sizden râzı bizden değillerdir. Bunun sebebi nedir?"

Cevap: Minnet karşılığı hizmet edenler çoktur. Hizmetini minnet bilenlerse azdır. Çalışınız ki, hizmetinizi minnet bilesiniz. O zaman şikâyetçiniz olmaz.

İkinci suâl: Duyduğumuza göre, sizi Hızır aleyhisselâm terbiye etmiş; bu nasıl olmuştur?

Cevap: Allahü teâlânın, zâtına âşık öyle kulları vardır ki, Hızır da onlara âşıktır.

Üçüncü suâl: İşittik ki, siz gizli zikir yerine açık zikirle uğraşmaktasınız. Bu nasıl olur?

Cevap: Biz de işittik ki, siz, gizli zikirle meşgûl imişsiniz. Mâdemki işittik, demek sizinki de gizli zikir değil. Gizli zikirden murâd hiçbir şeyin bilinmemesi değil midir? Ha gizli zikirle meşgûl olmuşsunuz, ha açık zikirle. İkisi de müsâvîdir.

Hoca Ahmed Yesevî hazretlerinin en büyük talebelerinden olan Seyyid Atâ zaman zaman Ali Râmitenî hazretleri ile buluşur görüşürlerdi. Ancak buna rağmen bir gün Seyyid Atâ'nın dilinden Azîzân hazretleri hakkında uygun olmıyan bir söz çıktı. Aynı gün Asya içlerinden gelen çapulcu alayları Seyyid Atâ'nın bulunduğu havâliyi yağmalayıp, oğlunu da esir alıp gitmişler. Seyyid Atâ başına gelen bu felâketin, Azîzân hazretlerini üzmenin cezâsı olduğunu anladı, yaptığına pişmân oldu. Büyük bir ziyâfet hazırladı. Özür dilemek için Ali Râmitenî'yi dâvet etti. Azîzân hazretleri Seyyid'in maksadını anlayıp, ricâsını kabûl etti ve dâvetine geldi. Bu mecliste pek çok âlim ve velî var idi. Sofralar kuruldu. Herkes buyur edildiğinde, Ali Râmitenî; "Seyyid Atâ'nın oğlu gelmeyince, Ali bu sofradan ağzına tuz koymaz ve elini yemeklere uzatmaz." dedi ve sonra bir müddet sessiz beklediler. Orada bulunanlar, bu sözün ne demek olduğunu düşünürken, birden kapı çalındı, içeriye Seyyid Atâ'nın oğlu giriverdi. Bu hâli görünce meclisten bir feryâd-ü figândır koptu. Oradakiler şaşırdılar, dona kaldılar. Gelen gençten, nasıl kurtulduğunu sordular. Genç de; "Şu anda bir grup kimsenin elinde esir idim. Elim ayağım iplerle bağlı idi. Şimdi ise kendimi yanınızda görüyorum. Nasıl oldu, ellerim nasıl çözüldü, beni kim kurtararak on günlük yoldan yanınıza geldim, hiçbir şey bilmiyorum." dedi. Meclistekiler bunun Azîzân hazretlerinin bir kerâmeti ve tasarrufu ile olduğunu anladılar. Herbiri onun talebesi olmakla şereflendiler.

Ali Râmitenî hazretleri, talebelerinin zaman zaman sohbetlerinde sorduğu suâllere karşı şöyle buyurdular:

"Allahü teâlâ, mümin bir kulunun gönlüne bir gecede üç yüz altmış defâ nazar eder." sözünün mânâsı şudur: "Kalbin, vücûda açılan üç yüz altmış penceresi vardır. Gönül, Allahü teâlânın zikriyle kaynayıp coşunca, Allahü teâlâ o kalbe nazar eder. Bu nazar ile kalbe doğan feyzler ve nûrlar, bu üç yüz altmış koldan bütün vücûda yayılır. Böyle nûrların ve feyzlerin yayıldığı bir uzuv, kendi haline göre zevkle ibadet eder, yapılan tâat ve ibâdetlerden lezzet alınır."

Buyurdular ki: "Talebenin, maksadına kavuşması için çok çalışması, nefsini terbiye etmek için çok uğraşması lâzımdır. Fakat bir yol vardır ki, nefsi itmînâna kavuşturup, rûhu kısa zamanda yüksek derecelere ulaştırır. O da; Allahü teâlânın sevgili kullarından birinin gönlünü kazanmaktır. Zîrâ, onların kalbi, Allahü teâlânın nazar ettiği yerdir."

"Hallâc-ı Mansûr zamânında, büyük mürşid Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin talebesinden birisi bulunmuş olsa idi, elbette ona imdâd edip, tasavvufun en yüksek makamlarına çıkarır idi. Hallâc-ı Mansûr da o hâllere düşmezdi."

"Allahü teâlâya hiç isyân etmediğiniz bir dille duâ ediniz ki, duânız kabûl olsun."

"Duânızı öyle bir delil araya koyarak edin ki, o günah işlememişlerden olsun. O delil, Allah dostudur. Onlara tevâzu ve sevgi gösterin ki, sizin için duâ etsinler."

"İki hâlde kendinizi sakının: Söz söylerken ve yemek yerken."

"Halkı hakka dâvet eden kimse, canavar terbiyecisi gibi olmalıdır. Canavar terbiyecisi, nasıl uğraştığı hayvanın huyunu ve istidâdını bilip de ona göre davranırsa, o da öyle!.."

"İbâdetlere sarılmak ve onları yerine getirmek lâzımdır. Yerine getirilince de yapılmadı farzetmelidir. Böylece kendini kusurlu bilerek tâat ve ibâdete yeniden başlamalıdır."

Bir gün bir kişi huzuruna gelip kalbinin dağınıklığından ve kendisini ibâdetlere tam veremediğinden bahsetti. Şeyh hazretleri şu şiiri okudular:

 

Birisiyle oturup kalbin toparlanmazsa,

Kalbindeki dünyâ derdini senden almazsa,

Onun ile sohbetten etmez isen teberrî,

Sana yardıma gelmez azîzândan hiçbiri.

 

Ali Râmitenî hazretleri: "Ey îmân edenler, Yüce Allah'a nasuh tövbesi ile tövbe ediniz." meâlindeki Tahrim sûresinin sekizinci âyetini açıklarken buyurdu ki; "Bu âyet-i kerîmede hem işâret, hem de müjde vardır. Tövbeden dönseniz de tövbe ediniz demesi işârettir. Müjde ise tövbenin kabûlüdür. Çünkü Allahü teâlâ tövbeyi kabûl etmeyecek olsaydı, bunu emretmezdi. Emretmesi kabûl etmesini gösteriyor. Ancak tövbe dilden değil, gerçekten kusurunu bilerek kalpten olmalıdır.

Bir gün Mevlânâ Şeyh Bedreddîn Meydânî hazretleri, Ali Râmitenî hazretlerine gelerek şöyle sordu: "Allahü teâlâ Ahzâb sûresi 41. âyetinde meâlen; "Ey îmân edenler! Allah'ı çokça zikrediniz." buyurmaktadır. Bu zikirden murad mânâ dil zikri midir, kalb zikri midir?" Ali Râmitenî hazretleri bu soruyu şöyle cevapladı: "Tasavvuf yoluna ilk girenler için dil zikridir. İşin sonuna varanlar için de kalb zikridir. Bu yola ilk giren kimse yüce Allah'ı kendini zorlayarak da olsa zikretmeye çalışır. Yolun sonuna varan kimsenin durumu ise öyle değildir. Kalb zikirden etkilenince onun bu etkisi bütün bedene varır, hemen her organ zikr etmeye başlar. İşte o zaman çokça zikir başlar. Yine o zaman bir günlük ibâdet, bir senelik ibâdet yerine geçer.

Harezm'de de pekçok talebe yetiştiren Ali Râmitenî hazretleri 1321 (H.721) veya 1328 (H.728) yılında 130 yaşında iken vefât etti. İhtiyaç sâhipleri kabrini ziyâret ederek, mübârek rûhâniyetinden istifâde etmektedirler.

Ali Râmitenî hazretlerinin iki oğlu olup, ikisi de maddî ve mânevî ilimlerde söz sâhibi idiler. Hâce Azîzân, vefâtından sonra bulunduğu yerdeki talebelerle meşgûl olmayı küçük oğlu İbrâhim'e bıraktı. Büyük oğlu da maddî ve mânevî ilimlerde çok ileri idi. İnsanlara doğru yolu gösterme vazîfesi, niye büyük oğluna verilmedi? diye, bunları tanıyanlarda bir düşünce hâsıl oldu. Büyük âlim Hâce Ali Râmitenî, bu düşünceleri anlayıp buyurdu ki: "Büyük oğlum bizden sonra fazla yaşamaz. Kısa zamanda bize kavuşur." Gerçekten onun vefâtından on dokuz gün sonra büyük oğlu da babasına kavuştu.

Azîzân hazretlerinin dört büyük halîfesi olup, hepsi de fazîlet ve kemâl sâhibi idiler. Her biri onun vefâtından sonra, cenâb-ı Hakk'ı isteyen talebeye ders öğretmekle meşgûl oldular. Dört halîfesinin de adları Muhammed'dir. Birincisi, Hâce Muhammed Külâhdûz'dur. Hârezm'de medfundur. İkincisi, Hâce Muhammed Hallâc-ı Belhî'dir. Belh şehrinde medfundur. Üçüncüsü, Hârezm'de medfun olan Hâce Muhammed Bâverdî'dir. Dördüncüsü ve halîfelerinin en büyüğü, Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî olup, vefâtı yaklaştığında bütün talebelerini yetiştirmesi için onu vazîfelendirdi. Yerine Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerini vekîl bıraktı.

Ali Râmitenî hazretleri, Allahü teâlâ katında sevgili bir kul olabilmenin on şartı olduğunu bildirip bunları şöyle sıralamaktadır:

Birincisi; temiz olmaktır. Temizlik de iki kısma ayrılır. 1- Zâhirî temizlik: Dış görünüşün temiz olmasıdır. Bu, bütün insanların dikkat edeceği hususlardandır. Giyecek, yiyecek, içeceklerin ve kullanılacak bütün eşyâların temiz olmasıdır. 2- Bâtın temizliği: Kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Hased etmemek, başkaları hakkında kötülük düşünmemek, Allahü teâlânın düşmanlarından nefret etmek, dostlarına da muhabbet etmek gibi cenâb-ı Hakkın beğendiği iyi huylardır. Kalb, Allahü teâlânın nazargâhıdır. Bu sebeple kalbe dünyâ sevgisi doldurmamalıdır. Haram olan yiyeceklerle beslenmemelidir. Nitekim hadîs-i şerîfte; "Uzak yoldan gelmiş, saçı sakalı dağılmış, yüzü gözü toz içinde bir kimse, ellerini göğe doğru uzatıp duâ ediyor. Yâ Rabbî! diye yalvarıyor. Hâlbuki, yediği içtiği haram, gıdâsı hep haram. Bunun duâsı nasıl kabûl olur?"Yâni haram yiyenin duâsı kabûl olmaz buyruldu. Gönül, kalb temiz olmazsa ibâdetlerin lezzeti alınamaz, mârifete, Allahü teâlâya âit bilgilere kavuşulamaz.

İkincisi; dilin temizliğidir. Dilin münâsebetsiz ve uygun olmayan sözleri söylemeyip susması, Kur'ân-ı kerîm okuması, emr-i ma'rûf ve nehy-i münkerde bulunması, Allahü teâlânın emirlerini yapmayı ve yasaklarından kaçınmayı bildirmesi, ilim öğretmesi gibi. Zîrâ sevgili Peygamberimiz; "İnsanlar, dilleri yüzünden Cehennem'e atılırlar." buyurdu.

Üçüncü şart; mümkün olduğu kadar insanlardan uzak durmağa çalışmalıdır. Bu sebeple göz, haram şeylere bakmamış olur. Zîrâ kalb, göze tâbidir. Her harama bakış, kalb aynasını karartır. Nitekim Peygamber efendimiz; "Yabancı kadınların yüzlerine şehvet ile bakanların gözlerine, kıyâmet günü ergimiş kızgın kurşun dökülecektir." buyurmuştur. Yabancı kadınlara bakmak haramdır.

Dördüncü şart; oruç tutmaktır. İnsan oruç tutmak sûretiyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş olur. Bununla ilgili hadîs-i kudsîde; "Oruç bana âittir. Orucun ecrini ben veririm. Sevâbı nihâyetsizdir. Muhakkak, sabrederek ölenlerin ecirleri hesapsızdır." buyrulmaktadır. Yine hadîs-i şerîfte; "Oruç, Cehennem'e kalkandır." buyuruldu. Oruç tutarak gönlü huzûra kavuşturmalı ve şeytanın yolunu kapatıp, siper hâsıl etmelidir.

Beşinci şart; Allahü teâlâyı çok hatırlamak, ismini çok söylemektir. En fazîletli olan zikir, "Lâ ilâhe illallah"tır. Lâ ilâhe illallah diyen kimse ihlâs sâhibi olur. İhlâs; bütün işlerini Allahü teâlânın rızâsı için yapmak, dünyâya âit mal ve makamlardan hevesini kesip âhireti istemektir. İhlâslı kimse; "İlâhî!Benim maksudum sensin, seni istiyorum!" der. Nitekim Resûlullah efendimiz, "Lâ ilâhe illallah" demenin çok fazîletli olduğunu ve günahların affedileceğini buyurdu. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, Ahzâb sûresinin kırk birinci âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey îmân edenler! Allah'ı çok zikrediniz." buyurdu. Nefsin arzu ve isteklerinden kurtulmak için devamlı zikretmelidir.

Altıncı şart; hâtıra yâni kalbe gelen düşüncelerdir. İnsanın kalbine gelen düşünceler dört kısımdır. Bunlar; Rahmânî, melekânî, şeytânî, nefsânîdir. Hâtır-ı rahmânî; gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaktır. Hâtır-ı melekânî; ibâdete, tâate rağbet etmektir. Hâtır-ı şeytânî; günahı süslemekdir. Hâtır-ı nefsânî de; dünyâyı taleb etmek, istemektir. Şeytânî ve nefsânî düşüncelerden kurtulmak gerekmektedir.

Yedinci şart; Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermek, irâdesine teslim olmaktır. Havf ve recâ, korku ve ümid arasında yaşamaktır. Zîrâ Allah'tan korkan kimse, günah işlemez. Ayrıca mümin, ümitsizliğe de düşmez. Allahü teâlâ, ümitsizliğe düşmemeyi emretmektedir.

Sekizinci şart; sâlihlerle sohbeti seçmektir. Sâlihlerle sohbet edildiği takdirde, günahlara perde çekilir, haramlar gözüne kötü görünür.

Dokuzuncu şart; iyi ve güzel hasletlerle bezenmektir. Bu da, her şeyi yaratan Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Çünkü Peygamber efendimiz; "Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanınız." buyurdu.

Onuncu şart, helâl ve temiz lokma yemektir. Bu da farzlardandır. Nitekim Allahü teâlâ, Bekara sûresinin yüz altmış sekizinci ayet-i kerîmesinde meâlen; "Yeryüzündekilerden helâl ve temiz olanını yiyiniz." buyurmaktadır. Peygamber efendimiz ise; "İbâdet on cüzdür. Dokuzu helâlı taleb etmektir." Geriye kalan bütün ibâdetler bir cüzdür. Helâl yemeyen kimse, Allahü teâlâya itâat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl yiyen kimse de, Allahü teâlâya isyânkâr olmaz. Helâl ve temiz yer, isrâf etmez.

 

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

GİTMEYE HAZIRIZ

Ali Râmitenî hazretleri ömrünün sonlarına doğru kalbine gelen ilâhî bir emirle Buhârâ'dan Harezm'e göçtü. Harezm'e geldiği zaman sur kapısında konakladı ve o yerin pâdişâhına iki talebesini gönderdi.

Talebelerine; "Sultâna gidiniz. Fakir bir dokumacı, şehrinize gelmiştir. Müsâade ederseniz burada kalacak, izin vermezseniz tekrar geri gidecektir, deyiniz. Şâyet izin verirse, sultânın elinden mühürlü bir vesîka alınız." buyurdu. Talebeleri gidip sultâna durumu arz ettiler. Sultan böyle bir isteği ilk defa duyduğu için tuhaf karşıladı. Fakat gelen talebeleri de kırmayarak mühürlü bir vesîka verdi. Bu vesîkayı talebeler hocalarına getirdiler. Azîzân hazretleri şehrin kenarında bir semte yerleşti. Her gün işçilerin toplandığı pazara gidip, içlerinden birkaç kişiyi alırdı. Onlara günlük yevmiyelerini sorduktan sonra; "Şimdi abdestlerinizi alıp, ikindi namazına kadar sohbetimize katılınız. İkindiden sonra da ücretlerinizi alıp evlerinize dönünüz." buyururdu. İşçiler, çalışmadan oturmak sûretiyle, ibâdetlerini de yaparak hiç işitmedikleri şeyleri öğreniyorlar, akşama doğru ise ücretlerini almayı ganîmet biliyorlardı. Ali Râmitenî'nin sohbetine bir defâ katılan kimse, sohbetin lezzetine doyamayıp, bir daha Azîzân hazretlerinden ayrılamıyordu. Bu durum, bütün şehre yayıldı. Herkes Ali Râmitenî'nin talebesi olmak, câna can katan sözlerini işitmekle şereflenmek için kapısına koştular. Her gün evi dolup dolup boşaldı, duâsını almak için herkes birbiriyle yarıştı. Nihâyet bâzıları, durumu sultâna şöyle anlattılar: "Şehirde bir hoca türedi, herkes akın akın ona koşuyor. Onun yolunda yürüyor, bir dediği iki edilmiyor. Bir arzusunu, emirmiş gibi yapmak için yarış ediyorlar. Bu gidişle şehirdekiler, onu başlarına sultan seçerler de saltanatınızdan olursunuz. Şimdiden çâresine bakmazsanız, sonu iyi olmaz. Yine de siz bilirsiniz..." Sultan, Ali Râmitenî'nin şehirden çıkması için bir ferman yazdırıp adamlarıyla gönderdi. O da gelen adamlara; "Biz, koynumuzda şehre girebileceğimize ve orada yerleşeceğimize dâir altı imzâlanmış, mühürlenmiş bir ferman taşıyoruz. Sultan, eğer kendi imzâsını, mührünü ve müsâdelerini inkâr ediyorsa, biz çıkıp gitmeye râzıyız." cevâbını verdi. Bu cevâbı sultâna bildirdiler. Sultan, verdiği müsâdeyi geri almak küçüklüğüne düşmedi. Ayrıca Ali Râmitenî hazretlerini ziyâret edip sohbetine katıldı. Onun sohbetindeki lezzeti, nasîhatlerindeki inceliği iyi anlıyan sultan, onun en önde gelen talebelerinden oldu.

 

BEYİTLER

KEMÂLE GELMEK İÇİN

Ali Râmitenî ki, büyük bir evliyâdır,

Her bir nasîhatinde, rabbânî tesir vardır.

 

Buyurdu ki: "Bu yolda, kemâle gelmek için,

Çok gayret göstermesi, lâzım gelir kişinin.

 

Yapsa da senelerce, mücâhede, riyâzet,

Yine de zor erişir, maksadına o gâyet.

 

Lâkin bir yol vardır ki, riyâzetten ayrıca,

İnsanı maksûduna, kavuşturur kolayca.

 

Bu da, "Bir evliyânın, kalbinde yer almaktır,

Ve bir gönül ehlinin, gönlünü kazanmaktır."

 

Zîrâ cenâb-ı Allah, çok sever bu kulları,

Onların hürmetine, açar çok kapıları.

 

Kalpleri, "Nazargâh-ı ilâhî"dir onların,

Mahrum kalmaz hiç biri, o kalpte olanların."

 

Ali Râmitenî'nin, sohbetine her yandan,

İnsanlar akın akın, gelirlerdi durmadan.

 

Dolup boşalıyordu, gece-gündüz hânesi,

Zîrâ onun sohbeti, cezb ederdi herkesi.

 

Bir hoca var idi ki, o devirde çok zengin,

Uğraşırdı herkesi, kendine çekmek için.

 

Ziyâfetler verirdi, şehrin ahâlisine,

Ki herkes onu sevip, gelsinler hânesine.

 

Lâkin gelen olmazdı, yine ona çok kişi,

O ise merak edip, anlamadı bu işi.

 

Ve bir mektup yazarak, Ali Râmitenî'ye,

Dedi ki: "Herkes size, geliyor, acep niye?

 

Ben yemekler yedirip, yapsam da çok ihsânlar,

Yine bana değil de, size gelir insanlar."

 

Buyurdu ki: (Hikmeti, şöyledir ki bu işin,

Siz hizmet yaparsınız, "halka yaranmak" için.

 

Bizimse yoktur, aslâ, böyle bir düşüncemiz,

Allah'ın rızâsıdır, yegâne, tek gâyemiz.

 

Kim halkın rızâsını, düşünürse, mâlesef,

İnsanların nezdinde, bulamaz izzet şeref.

 

Kim de Hak rızâsını, düşünürse sırf eğer,

İnsanlar nezdinde de, kazanır kıymet değer.

 

Dediler ki: "Efendim, duâ ediyoruz hep,

Lakin kabûl olmuyor, sebebi nedir acep?"

 

Buyurdu ki: "Haramdan, yer ise eğer bir kul,

Hak teâlâ indinde, duâsı olmaz kabul.

 

Hiç günah işlenmiyen, bir ağız ile şâyet,

Her kim duâ ederse, kabûl olur o elbet."

 

Biri de kendisinden, isteyince nasîhat,

Buyurdu ki: "Evlâdım, nefsine verme fırsat.

 

Zîrâ nefs-i emmâren kâfirdir senin şu an,

Ve Allah'a düşmandır, sen de ol ona düşman.

 

Onun hîlelerine, aldanma hiç bir işte,

Yoksa çok pişman olur ve yanarsın ateşte.

 

Bu yolun büyükleri, nefsine muhâlefet,

Ederek Rablerine, ulaştılar nihâyet.

 

Kötü arkadaştan da, çok sakın ki evlâdım,

O seni felâkete, götürür adım adım.

 

Nefisten de kötüdür, zîrâ kötü arkadaş,

Cehennem'e sürükler, seni o yavaş yavaş.

 

Gözünü iyi açıp, gelme ki hiç gaflete,

Yoksa dûçar olursun, ebedî felâkete.

 

KAYNAKLAR

1) Hadâik-ul-Verdiyye; s.120

2) Nefehât-ül-Üns; s.413

3) Reşehât; s.52

4) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.28

5) Reşehât (Arabî); s.37

6) İrgâm-ül-Merîd; s.54

7) Behcet-üs-Seniyye; s.12

8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.401, 985

9) Sefînetü'l-Evliyâ; s.77

10) Nesâyimü'l-Mehabbe; s.234

11) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.182