ALÂEDDÎN ÂBİZÎ
Evliyânın
büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Mü'min Âbizî, lakabı Alâeddîn'dir. Kûhistan'a
bağlı Âbiz köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1486 (H.892) senesinde
vefât etti. Kabri, Herat'ta Sa'deddîn-i Kaşgârî hazretlerinin kabri yanındadır.
İlk
zamanlarda Afganistan'ın kuzeybatısında bulunan Herat beldesinde zâhirî ilimleri
tahsîl etmekle meşgul iken, evliyânın büyüklerinden Sa'deddîn-i Kaşgârî
hazretlerini tanıdı. Bu zâtın ruhlara hayat veren tesirli sohbetlerinde yetişti.
Bir ara zâhirî ilimleri okumaya devâm etmekle bırakmak arasında kararsız kaldı.
Bu düşünceler içinde şehirden dışarı çıkıp, Emîr Fîrûz Şah Medresesine giderek
içeri girip mescidin mihrabına oturdu. İçeride kimseler yoktu. O esnâda;
"Ey
Alâeddîn! Kavuştuğun zâtın sohbetine devâm eyle. Râhat ve huzura kavuş." diye
bir ses duydu. Bu sözden, zâhirî ilimlerle bu kadar meşgûl olmasının kâfî
geldiğini, bundan sonra bütün gayreti ile tasavvuf yolunda ilerlemeye çalışması
gerektiğini anladı. Dışarı çıkıp giderken, evliyâdan Necmeddîn Ömer isimli bir
zâtın bulunduğu köye vardı. Köyde o zâtı gördü. Gönlünden;
"Acabâ bu
hususta bu zât bana ne tavsiyede bulunur." diye düşünerek, Necmeddîn Ömer'in
yanına yaklaştı. Necmeddîn Ömer buna;
"Biraz önce
medresenin mescidindeyken sana söylediğim sözü duymadın mı? İçinde hâlâ tereddüd
mü var?" dedi. Bu söz karşısında hayretler içinde kalan Alâeddîn Âbizî, o anda
her şeyden alâkayı kesip, Mevlânâ Sa'deddîn-i Kaşgârî'ye teslim olmaya kat'î
karar verdi ve doğruca o büyük zâtın yanına vardı.
Sa'deddîn-i
Kaşgârî hazretleri bu sırada câmide bir köşeye çekilmiş, yalnız başına oturup
murâkabe ve tefekkür ile meşgûl idi. Mevlânâ Alâeddîn, büyük bir edeble
yaklaşıp, hürmetle oturdu. Sa'deddîn-i Kaşgârî başını kaldırıp, biraz önceki
sözleri o da söyledi.
"Ey
Alâeddîn! Bu büyük nîmeti elde etmeye bak!" buyurdu. Gönlündeki şüphe ve
tereddüd bulutları sıyrılıp kalkmış olan Alâeddîn Âbizî, bu sözü duymakla çok
değişti. İçinde, insanı Allahü teâlâya kavuşturan bu yolda, bu büyük zât
vâsıtasıyla ilerlemek, her şeyiyle ona teslim olmak arzusu kuvvetlendi ve bütün
kalbi ile bu zâta bağlandığını hissetti.
Bundan sonra
Mevlânâ Sa'deddîn'in sohbet ve hizmetinde bulunmaktan hiç ayrılmadı. Ondan
aldığı feyzlerin bereketi ile mânevî derecelere, yüksek olgunluklara kavuştu. O
büyük zâtın talebelerinin en önde gelenlerinden ve hizmetinde en çok
bulunanlardan oldu. Her an Mevlânâ Sa'düddîn'in mânevî terbiyesi ve koruması
altında idi.
Alâeddîn
Âbizî, birgün hastalanmıştı. Hastalığın tesiri ile öyle hâlsizleşti ki, tâkati
kesildi. Yanındakiler o gece vefât edeceğini zannettiler. Hastalığının verdiği
şiddetli elem ile kendinden geçmiş olan Alâeddîn Âbizî, o hâlde uyuyakaldı.
Rüyâsında hocası Sa'deddîn hazretlerini gördü. Hocası, "Bismillâhi Hasbiyallahü,
Tevekkeltü alellahi Va'tesamtü billâhi fevvadtü emrî ilallâhi Mâşâallahü Lâ
havle velâ kuvvete illâ billâh" duâsını öğretti. Bu duâyı okuyarak uyandı. Bu
duânın bereketi ile, üzerinde hastalıktan hiç bir eser kalmadığını hissetti.
Abdest alıp, gâyet dinç ve rahat olarak sabah namazını kıldı.
Alâeddîn
Âbizî, Mekke-i mükerremeye gitti ve zamânın önde gelen velîlerinden Abdülkebir-i
Yemenî ile görüşüp sohbet etti. Birgün Abdülkâdir-i Yemenî ona;
"Zulüm
nedir?" diye sorunca; "Bir şeyi lâyık olduğu yerden başka bir yerde
kullanmaktır." cevâbını verdi.
"Peki zikir
nedir?" diye sorunca da; "La ilâhe illallah kelime-i tevhîdini söylemektir."
dedi.
Alâeddîn
Âbizî, Abdülkebîr-i Yemenî'nin yanında bir müddet kaldıktan sonra, hocası
Sa'deddîn-i Kaşgârî'nin yanına döndü. Onun sohbetlerinde bulundu. İyice
olgunlaştı. Onun vefâtından sonra da, Mevlânâ Abdürrahmân Câmî hazretlerinin
sohbetlerine devâm etti. Mevlânâ Câmî, bu kıymetli talebesini çok sever, onun
yaratılışını; temiz, pâk bir toprağa benzetirdi.
Mevlânâ
Alâeddîn Âbizî, tasavvuf yolunda yetişip kemâle geldikten sonra, medreselerde,
tekkelerde talebe okutup ders verecek yerde, küçük çocukları okutmaya başladı.
Böylece büyüklük ve yükseklik hâllerini gizler, kendisini setrederdi. Kendisi
şöyle anlatır:
"Hâce
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri Herat'ı teşrif ettiği zaman, ona olan hürmet ve
muhabbetlerimi arzetmek üzere ziyâretine gittim. Bana; "Kimsiniz? Ne ile
meşgûlsünüz?" diye sordu.
"Efendim,
Mevlânâ Sa'deddîn-i Kaşgârî'nin fukarâsından bir fakîrim. (Talebesiyim
diyemediği için bu ifâdeyi kullanmaktadır.) Küçük talebelere muallimlik
yapıyorum." dedim. Bunun üzerine Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri:
"Mektep
hocalığı, muallimlik yapmak büyük ve kıymetli bir iştir. Onun birçok faydaları
vardır." buyurup, bundan sonra hocam Sa'düddîn-i Kaşgârî'nin üstünlüklerinden
anlattı. Aralarındaki muhabbet ve yakınlığı bildirip, bana teveccühde bulundu."
Alâeddîn
Âbizî hazretlerinin büyük oğlu Gıyâseddîn anlatır:
"Bir yaz
günü, yatsı namazından sonra, uyumak üzere odama çekilmiştim.Gökte ay yükselmiş,
ortalık ay ışığı ile aydınlanmıştı. Evimizin bitişiğinde bir ev vardı ve içi
bomboş görünüyordu. O evde, kimsecikler yoktu. Bir ara bu evden bâzı sesler
geldiğini hissettim. Merakla, bir kenardan evin içine baktım. İçeride, gölge
hâlinde, karşılıklı oturan bir erkekle bir kadının konuştuklarını gördüm. Sonra
gelip yatağıma yattım, uyudum. Sabahleyin namazdan sonra, babam bana;
"Evlâdım!
Komşu evine bakıp içindekileri seyretmek câiz değildir. Yandaki evden duyulan
sesin ne olduğunu araştırmak ve anlamaya çalışmak senin vazifen değil ki!"
buyurdu."
Mevlânâ
Alâeddîn hazretleri, sohbetlerinde kendinden bir şey söylemez, daha çok
hocalarından ve diğer büyüklerden naklederek konuşurdu.
Kendisine
dervişlikten sorulduğunda buyurdu ki: "Size mezarda faydası olmayacak her şeyle
alâkanızı kesiniz. Dervişlik, elenmiş ve üzerine hafif su dökülmüş toprağa
benzer. Ne üzerine basanın ayağını incitir, ne de o ayağa toz bulaştırır. Bu
târif, dervişliğin kendisinin değil, sıfatının târifidir. Hakîkatte dervişlik,
her zaman ve her işinde Allahü teâlâyı unutmamaktır."
Talebeye
lâzım olan edeb nedir? denildiğinde; "Talebeye üç şey çok lâzımdır: Birincisi;
her an abdestli bulunmak. İkincisi; bulunduğu hâli çok iyi korumak. Üçüncüsü de;
yiyip içtiğinin helalden olmasına dikkat etmektir." buyurdu.
"Zâhirî ve
bâtınî bütün saâdetlerin, rahatlıkların hepsi, Resûlullah efendimize tâbi
olmakla ele geçer. O'na uymak nisbeti ne ise, huzûr ve saâdet de o nisbettedir.
Bu yolda ilerlemek, kâbiliyet, gayret ve isteğin bir araya gelmesiyle
mümkündür." buyurdu.
Kulluk
hakkında da: "İnsanoğluna verilen mükellefiyet ve mes'ûliyet, mahlûklardan
hiçbirine verilmemiştir. İnsanın, bâzı ibâdet ve tâatları yapmasıyla iş bitmez.
Bunlarla berâber, kulluğa sımsıkı sarılmak, söz söylemekte, yemek yemekte, hattâ
etrâfına bakınmakta fevkalâde dikkati gerektirir. Çünkü, her söz ve hareketinden
mes'ûldür, hepsinden Allahü teâlâya hesap verecektir."
Sık sık
şöyle derdi: "Allahü teâlâdan gâfil olmayan, O'nu unutmayan Cennet'tedir."
"İçinde
hakîkî aşk acısı bulanmayan kimseye, bu yolda ilerlemek nasîb olmaz."
"Allahü
teâlânın velî kulları, meclislerinde bulunan kimseleri mânevî yönden
faydalandırırlar."
"Ağzına
helva veren kimse ile, ensene tokat atan kimse arasında, fark gözettiğin
müddetçe, îmânın kemâle gelmiş değildir."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
İKİ TARAFI KESKİN KILIÇ
"Birgün
Alâeddîn Âbizî'nin gönlünden;
"Allah
adamlarına dil uzatanlar niçin helâk olurlar?" düşüncesi geçti. Bu düşünceler
içinde iken sohbet ettiği Abdülkebîr-i Yemenî hazretleri onun bu hâlini anlayıp;
"Ey Alâeddîn
kardeşim! İki tarafı çok keskin olan bir kılıcı, kabzasından duvara sağlam bir
şekilde yerleştirseler, gâfil bir kimse de süratle gelerek o kılıca kendisini
çarpsa ve boynu kopsa, o kılıcın ne kabahati vardır. Evliyâ çekilmiş kılıç
gibidir. Ona çarpan helâk olur. Evliyâya dil uzatan, o kılıca çarpan kimse
gibidir. Evliyâya dil uzatan, sıkıntı veren kimseyi evliyâ affetse bile, Allahü
teâlâ affetmez ve cezâsını mutlakâ verir." buyurdu.
KAYNAKLAR
1) Reşehât Ayn-ül-Hayât (Arabî); s.137
2) Reşehât Ayn-ül-Hayât (Osmanlıca); s.258
3) Nesâyim-ül Mehabbe; s.398
|