AHMED NÂMIKÎ CÂMÎ
Horasan'ın
büyük velîlerinden. İsmi Ahmed bin Ali Nâmıkî Câmî, künyesi Ebü'l-Hasan'dır.
Eshâb-ı kirâmdan Cerîr bin Abdullah'ın (r.anh) soyundandır. Horasan'ın Nâmık
köyünde 1049 (H.441) senesinde doğdu. Sonradan Câm kasabasına yerleşti. Bu
yüzden Nâmıkî ve Câmî nisbeleri ile tanındı.
Ahmed Câmî
hazretleri ümmîydi. Yâni okula gitmemişti. Yirmi iki yaşında iken tövbe etmek
nasîb oldu. O yaşa kadar arkadaşları ile zevk ü sefâ içinde yiyip içerdi. Bir
gün içki getirmek sırası ona geldi. Bulundukları yerde kırk küp içkileri vardı.
İçki almak için gidip baktığında hiç birinde şarap bulamadı. Şaşırıp kaldı.
Sonra merkebi ile şarap için bağa gitti. Oradaki şarapları merkebe yükledi.
Merkep yürümemekte inâd ediyordu. Hayvanı şiddetle dövmeye başladı, sonra
âniden; "Ahmed niçin bu hayvanı incitirsin? Onu biz yürütmüyoruz. Biz irâde
etmeden yürümeyeceğini bilmiyor musun? Arkadaşların özrünü kabûl etmezse, biz
kabûl ederiz." diye bir ses işitti. Hemen yere kapandı ve; "Yâ Rabbî! Tövbe
ettim. Bundan sonra hiç şarap içmeyeceğim. Emreyle merkep yürüsün. O insanlara
mahcûb olmayayım. " dedi. Merkeb yürümeye başladı. Arkadaşlarının yanına varıp
şarabı önlerine koyduğunda, ona sen de iç dediler. "Ben tövbe ettim." dedi.
Fakat içirmek için ısrâr ettiler. Âniden kulağına yine bir ses geldi; "Yâ Ahmed!
Ellerinden al, iç ve içtiğin bardaktan onlara da içir." diyordu. Hemen alıp
içti, şarap bal şerbeti olmuştu. Allahü teâlânın kudreti ile şarap şerbete
çevrilmişti. Orada bulunanlara da tattırdı, hepsi tövbe ettiler ve dağıldılar.
Sonra dağa çıktı, uzun müddet insanlardan uzak durdu. İbâdet ve nefs terbiyesi
ile meşgûl oldu. Seneler sonra bir gün kalbine; "Ahmed! Hak yoluna böyle mi
giderler? Kavminden senin üzerinde hakları olan birçok insanı bıraktın."
düşüncesi geldi. İnsanların arasına döndü ve eline bir odun alıp, evvelki şarap
küplerini kırmaya başladı. Köyün muhtarına onu şikâyet edip; "Ahmed delirdi.
Şarap küplerini parçalıyor." dediler. Muhtar, bir adam gönderip onu evden
çıkardı ve atların bulunduğu ahırda hapsetti. O da ahırın bir köşesine oturdu.
Ellerini başına koyup;
"Katır, şarap küpüyle hiç durmadan dönüyor,
Ey gönül! Allah için sen de gel bir defâ dön."
beytini
okudu. Bu sözlerini işiten ahırdaki atlar, önlerindeki otları yemeyi bırakıp,
başlarını duvarlara vurmaya başladılar. Gözlerinden yaşlar akıttılar. Atların
bakıcıları bu hâli görüp muhtara haber verdiler. Muhtar gelip onu serbest
bıraktı ve özür diledi.
Yine dağa
dönüp gitti. Nice yıllar orada kalıp, ibâdet ve tâat ile meşgûl oldu. Artık
okuyup yazmaya başladı. Kur'ân-ı kerîm ile diğer temel dînî kitapları, din
büyüklerinin hayâtını devamlı okuyordu. Bir taraftan da bâzı kimselerin üzerinde
hakları olduğunu düşünüyordu. Acaba onları nasıl ödeyecekti. Bu düşünceler
içindeyken, kalbine şöyle bir nidâ geldi: "Ahmed! Sen, insanı Allahü teâlâya
kavuşturan yolda iyi gidiyorsun. Allahü teâlânın lütfuna ve keremine olan
tevekkülün sebebiyle, senden alacaklı olanların borcunu, O, nihâyetsiz
hazînesinden fazlasıyla öder. Gerçekte rızıkların hakîkî sâhibi de odur..."
Bundan sonra
Allahü teâlâ, nihâyetsiz ihsân hazînesinden onun üzerinde hakları bulunanların
ve ona muhabbeti olanların her birine, her gün bir batman (7.692 kg) buğday
verirdi. Şöyle ki, alacaklılar her sabah o bir batman buğdayı sandıklarında
bulurlardı. Bu buğday, o gün evdekilerin hepsine yeterdi. Hattâ misâfirleri
gelse, onlara da yetip artardı. Bir zaman sonra, ona verilen mânevî bir işâret
üzerine tekrar insanlar arasına döndü ve doğru yolu göstermeye başladı. Sirac-üs-Sâirîn
kitabını yazdığı âna kadar 80 bin kişi elinde tövbe etti.
Ahmed
Câmî'nin oğullarından Zâhirüddîn Îsâ, babasının elinde 600 bin kişinin tövbe
ederek doğru yolu bulduklarını bildirmiştir.
Kendisine
sordular ki: "Biz geçmiş velîlerin kitaplarını, kerâmetlerini okuyor ve
âlimlerden dinliyoruz. Ama sizde meydana gelen haller çok azında görülmüştür.
Bunun sebeb-i hikmeti nedir?" Buyurdu ki: "Velîlerin çektiği bütün sıkıntıları
çektik. Allahü teâlâ onlara ayrı ayrı verdiği kerâmetleri, ihsân ederek, Ahmed'e
hepsini verdi. Her dört yüz yılda, bir Ahmed'e böyle ihsânlarda bulunur ve bu
ihsânları da herkes görür."
Nitekim
Ahmed Câmî'den dört yüz sene sonra gelen İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî
Ahmed Fârûkî hazretlerine de Allahü teâlâ böyle ikrâmlar, hattâ daha büyük
makamlar ihsân eylemiştir. Bu, Allahü tealânın husûsî bir ihsânıdır, dilediğine
nasîb eder. O'nun ihsânı boldur.
Ebû Saîd
Ebü'l-Hayr hazretlerinin, ibâdet ederken giydiği bir hırkası vardı. Hattâ, bu
hırkanın hazret-i Ebû Bekr'e âit olduğu, elden ele, ona kadar geldiği de
söylenirdi. Ahmed Nâmıkî hazretlerine hırkayı ulaştırması için, Ebû Saîd'e
mânevî bir işâret gelmişti. Ebû Saîd'in oğlu Ebû Tâhir hazretleri, babasında
bulunan bu mübârek hırkayı taşımak selâhiyetinin kendisine verilmesini arzu
ediyordu. Ebû Saîd keşf yoluyla oğlunun bu düşüncesini anlayıp; "Sizin
istediğiniz bu selâhiyeti başkasına verdiler." buyurdu. Orada bulunanlar bu
sözlerle ne demek istediğini anlayamadılar. Sonra oğlu Ebû Tâhir'e vasiyet edip;
"Benim vefâtımdan yıllar sonra, uzun boylu, şöyle şöyle şekilde, adı Ahmed olan
bir genç hânekâhın kapısından girip gelir. Sen de o zaman, talebelerin
içerisinde benim yerimde oturmuş olursun. Bu hırkayı muhakkak ona teslim eyle!"
buyurdu.
Ebû Saîd
vefât edip aradan uzun yıllar geçince, Ebû Tâhir bir gece rüyâsında, babası Ebû
Saîd'in dostlarıyla birlikte, acele ile bir yere gittiklerini gördü ve nereye
gittiklerini sordu. Ebû Saîd; "Sen de gel! Evliyânın kutbu geliyor." buyurdu. O
da acele etmek istedi, fakat uyanıverdi. Ertesi gün Ebû Tâhir, talebelerin
içerisinde babasının yerinde oturmuştu. Babasının târif ettiği şekilde bir genç
içeri girdi. Ebû Tâhir geleni hemen tanıdı. Ona çok izzet ve ikrâmlarda bulundu.
Çok hürmet gösterdi. Babasının emânet ettiği hırkayı çok seviyor, bunu başkasına
teslim etmenin kendisine çok zor geleceğini düşünüyordu. Bu sırada, gelen genç (Ahmed
Câmî); "Ey efendim! Emânete riâyet lâzımdır." deyince, Ebû Tâhir buna sevinip
kalktı, Ebû Saîd'in kendi elleriyle astığı yerden hırkayı alıp, gelen gencin
sırtına giydirdi. Ahmed Câmî hazretlerine gelinceye kadar, evliyâdan 22 kişinin
bu hırkayı giydikleri bildirilmiştir.
Ahmed-i
Nâmıkî Câmî hazretleri uzun riyâzetler ve mücâhedelerden nefsin isteklerini
yapmayıp istemediklerini yaparak insanlar arasına dönüp, bir yandan onlara
İslâmiyeti anlatırken, diğer taraftan yüzlerce eser yazdı. Âlimlerin herbirisi
bu kitapları çok beğendi. Çok yüksek velîydi. Bütün mahlûkâta karşı çok
merhametli ve çok cömertti. Herkese maddî ve mânevî iyilik ederdi. Sıkıntısı
olanlar kendisine mürâcaat ederlerdi.
Büyüklerden
HâceEbü'l-Kâsım isminde biri vardı. Malı da, hayrı da çoktu. Dâimâ âlimlerin ve
velîlerin hizmetlerinde bulunurdu. Geçmiş evliyânın kabirlerini ziyâret eder,
mübârek rûhâniyetlerinden feyz alırdı. Hikmet-i ilâhî başına öyle bir hâl geldi
ki, bütün malı elinden çıktı. Muhtaç bir hâle düştü. Kime gideceğini bilemiyor,
kimseden bir şey isteyemiyordu. Yaşlı ve zayıf olduğu için, çalışıp kazanması da
mümkün değildi.
Bir gün
sıkıntılı şekilde câmide oturuyordu. Yaşlı bir zât içeri girip iki rekat namaz
kıldı. Sonra bir köşede sıkıntılı ve üzüntülü bir hâlde oturan Ebü'l-Kâsım'ın
yanına gelip selâm verdi. Nûr yüzlü ve çok heybetli biriydi. Heybeti Ebü'l-Kâsım'ı
kaplamıştı. Selâma cevap verdi. Gelen zât; "Niçin sıkıntılı oturuyorsunuz?"
dedi. O da, içinde bulunduğu durumu anlattı. Gelen zât; "Ahmed bin Ali'yi (Ahmed
Câmî'yi tanır mısın?" dedi. Ebü'l-Kâsım; "Evet. Eski dostumdur." dedi. O zât;
"Onun yanına git. O, kerâmet sâhibi bir kimsedir. Senin derdine dermân olur."
dedi. Ebü'l-Kâsım, ertesi gün Ahmed Câmî hazretlerinin yanına gitti. Selâm
verdi. Ahmed Câmî selâmını alıp; "Ne haldesin?" buyurdu. O da hâlini anlattı.
Ahmed Câmî buyurdu ki: "Kaç gündür seni düşünüyordum. Başına bir iş gelmiş
olabileceğini tahmin etmiştim. Fakat sen hiç üzülme. İnşâallah, Allahü teâlâ
işini kolaylaştırır. Bir çâresi bulunur. Biz de duâ edelim."
Ahmed Câmî
hazretlerinin bu güzel sözleri, Hâce Ebü'l-Kâsım'ı rahatlatmıştı. Ertesi gün
tekrar Ahmed Câmî'nin huzûruna geldi. Ahmed Câmî onu görür görmez; "Allahü teâlâ
senin işini kolaylaştırdı. Senin bir günlük ihtiyacın ne kadardır?" diye sordu.
O da, bir günlük ihtiyâcına yetecek altın mikdârını söyledi. Ahmed Câmî
hazretleri; "Senin ihtiyâcını şu taşa havâle eylediler. Her gün gelir ihtiyâcın
kadar altını oradan alırsın." buyurdu. HâceEbü'l-Kâsım; "Peki efendim." deyip
teşekkür etti ve o taşın yanına gitti. Taşın altında bir mikdâr altın vardı. Onu
aldı sonra, Ahmed Câmî'nin huzûruna gidip; "Efendim! Mâlûmunuz olduğu gibi ben
ihtiyarım. Çocuklarım da var. Ben öldükten sonra onların hâlleri nice olur?"
dedi. Bunun üzerine; "Hıyânet etmemek şartı ile, oğullarından hangisi gelirse, o
altını alır." buyurdu.
Hâce Ebü'l-Kâsım,
her gün gider ihtiyacı kadar altını alırdı. Bu hal, vefâtına kadar devâm etti.
Vefât ettikten sonra uzun yıllar oğulları gelip oradan altın aldılar. İçlerinden
biri hıyânet edinceye kadar böyle devâm etti. Biri hıyânet edince bir daha o
taşın altında altın bulamadılar.
Bir
zamanlar, Ahmed Câmî hazretleri Herat'a gitmek istedi. Bu haber tellâllar
vâsıtasıyla Herat ve civarında yayıldı. Genç-ihtiyar bütün halk sokaklara
döküldü. Herkes, kendisini görmekle şereflenmek, mübârek sözlerini duyabilmek
arzusuyla yanıyordu. Bir taht yaptırarak onun üstünde oturmasını ve tahtı da
omuzlarında taşımak istediklerini bildirdiler. Kabûl etmedi fakat çok ısrâr
edilince çâresizlikten kabûl etti. O zamanda bulunan en büyük velîlerden dört
kişi, tahtın kollarından tuttular. Böylece bir saat kadar gittiler. "Tahtı yere
koyunuz. Size bâzı söyleyeceklerim var." buyurdu. İndirdiler. "İrade nedir,
bilir misiniz?" diye sordu. "Siz buyurunuz." dediler. "İrâde, söz dinlemektir."
buyurdu. "Öyledir." dediler. "O halde siz atlarınıza bininiz, tahtı da diğerleri
taşısınlar. Biz de sizinle aynı hizâda bulunmuş oluruz." buyurdu. Bu teklifi
kabûl edip, tahtı başkalarına verdiler. Herkes bereketlenmek için tahtı birkaç
adım taşıdı, sonra sırayla diğerleri alırdı. Fakat insan çokluğundan herkese
sıra gelmedi. Şehre geldikleri zaman, Şeyh-ül-İslâm Abdullah-i Ensârî
hazretlerinin konağına indiler.
Herat
şehrinde Abdullah zâhid isminde bir zat vardı. Senenin oruç tutması câiz olmayan
beş günü hâriç, otuz senedir bütün sene boyunca oruç tutardı. Herkes tarafından
tanınır, sözleri kıymetli olup, dinlenirdi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretlerinin
Herat'a geldiğini haber alıp, hanımına; "Elbisemi getir. Üstad Ahmed
hazretlerinin büyük velî olduğunu söylüyorlar. O gelmiş. Bakalım hâli nasıldır?"
dedi. Hanımı dedi ki: "Eğer onu denemek, imtihan etmek için gidiyorsan sakın
gitme, çünkü o senin zannettiğin gibi değildir. Eğer sohbetinde bulunmak,
sözlerinden istifâde etmek niyetin varsa, git ve ne derse riâyet eyle. Eğer
söylediklerine uymazsan ziyân edersin." Zâhid kızıp; "Haydi elbisemi getir! Sen
böyle şeyleri bilmezsin." dedi.
Elbisesini
giyip, Ahmed Câmî'nin huzûruna gelip, selâm verdi. Ahmed Câmî selâmını aldı ve;
"Bize selâm vermeye niyet ettiğin zaman, hanımının sana ne söylediğini
hatırlıyor muydun? Söz dinler misin?" buyurdu. Zâhid; "Söylenilen söz doğru
olduktan sonra niçin tutmayayım, niçin söz dinlemeyeyim." dedi. Bunun üzerine
Ahmed Câmî buyurdu ki:
"Geri dön.
Falan mahalleye git. Muhammed Kassab-ı Mervezî'nin dükkânında, kenarda çengelde
asılı olan kuzu etini satın al. Bakkaldan da biraz pekmez ve yağ al. Kendi
elinle evine götür. Çünkü hadîs-i şerîfte; "Bir kimse kendi ihtiyâcını kendi
taşırsa, kibirden uzak olur." buyruldu. Eti pişir, tatlıyı da yanına alıp,
hanımınla berâber ye. Sonra gusül eyle. Sonra, bu zamâna kadar isteyip de elde
edemediğin bir şey varsa, gel Ahmed Câmî'ye talebe ol. Onun sözünden hiç çıkma!"
buyurdu.
Zâhid, bana
yapamayacağım şeyleri söylüyor. Ben otuz senedir gündüz bir şey yemiyorum ki...
diye düşündü. Bunun üzerine Ahmed Câmî hazretleri; "Zâhid, neler düşünüyorsun?
Haydi! Bunlar kolaydır. Korkma!Eğer bunları yapmak sana çok zor geliyorsa Hâce
Ahmed'den (kendisinden) yardım iste!" buyurdu.
Zâhid kalktı
ve Ahmed Câmî hazretlerinin söylediklerini yerine getirdi. Eti pişirdiler. Tatlı
yaptılar ve yediler. Hamama gidip gusledince, şehrin dört duvarı arasında
bulunan şeyler kendisine keşf olunmaya, onları görmeye başladı. Sonra Ahmed
Câmî'nin yanına geldi. Ahmed Câmî kendisine; "Ahmed'in bunda kabahati yoktur.
Eğer şehrin dört duvarı içinde olan şeylerin keşfini değil de, dünyânın dört
bucağı arasında bulunan şeylerin keşfini isteseydin, elbette o da verilirdi."
buyurdu.
Bir gün
Herat'ta bulunan bâzı âlimler, Ahmed Câmî hazretlerine geldiler. Aralarında
sohbet ederlerken, söz mârifet ve tevhîd konusuna gelince Ahmed Câmî; "Siz
mârifet ve tevhîd hakkındaki sözleri taklid ile söylüyorsunuz." buyurdu. Onlar;
"Nasıl olur. Bizim her birimizin zihninde, Allahü teâlânın varlığına binlerce
delîl vardır. Siz ise bizim bunları taklid ile söylediğimizi söylüyorsunuz."
dediler. Onlara; "Eğer her biriniz on bin delîl hıfzetse, yine mukallidsiniz."
buyurdu. "Bize bu sözünüzün doğru olduğunu isbât edebilir misiniz?" dediler. O
da, hizmetçiye bir leğen ve üç tâne inci getirmesini emretti. Ahmed Câmî
incileri leğendeki suyun içine bıraktı ve; "Her kim sözünde sâdık ise, leğenin
yanına gelip Bismillâhirrahmânirrahîm dese, bu üç inci tanesi bir tâne olur."
buyurdu. Onlar; "Bu şaşılacak bir şeydir." dediler. Ahmed Câmî; "Siz deyiniz!
Sıra bana gelince ben de söyleyeceğim." buyurdu. Onlar, sıra ile dediler.
İncilerde herhangi bir değişiklik olmadı. Sıra kendisine gelince, leğen üzerine
gelerek; "Bismillâhirrahmânirrahîm." dedi. Üç inci, leğen üzerinde yuvarlanmaya
başladı. "Allahü teâlânın izni ile durunuz!" deyince inciler durdu. Birbirine
karıştı ve deliksiz tek bir inci oldu. Hepsi hayret ettiler.
Ahmed Câmî
hazretlerinin bir zaman canı zerdâli istedi. Nefsine; "Bir yıl oruç tutarsan
zerdâli veririm." dedi. Nefsi bunu kabûl etti. Bir yıl oruç tuttu. Bir yıl,
tamam olunca nefsi seslenip; "Ben hizmetimi bitirdim. Sen de verdiğin sözü
yerine getir!" diyordu. Babadan miras kalan bir bağı vardı. Oraya gitti. Bağda
bir hayvan öldürülmüş ve karnı deşilmişti. Mîdesinde çiğnenmeden yutulan
zerdâliler vardı. Onlardan bir tane alıp temizledi. Nefsi feryad edip; "Senin
bana vermeyi söz verdiğin zerdâli böyle hayvan mîdesinden çıkarılan zerdâli
değildi." dedi. "Bu da zerdâlidir. Eğer îtirâz edersen, bunu da vermem." dedi.
Nefsi kabûl etmedi. "Tek bana bunu verme! Başka bir şey istemem." dedi. Sonra
birkaç tâne zerdâliyi daldan kopararak eline aldı. Dostu Ebû Tâhir'in yanına
varınca, zerdâlileri önüne koydu. "Ahmed! Bize vakıf zerdâlisi mi getirdin?"
dedi. "Vakıf değildir. Kendi ağacımdan, kendi elimle toplayıp getirdim." dedi.
"Vakıf zerdâlisi getiriyorsun, sâhibiyim diye bize veriyorsun, bizi görmüyor
sanıyorsun." dedi. Edepsizlik olmasın diye sustu. İçinden de Allahü teâlâya
münâcaat edip; "Yâ Rabbî! Sen de biliyorsun ki, bu zerdâlileri, babamdan bana
mîras kalan bağdaki kendi ağacımdan alıp getirdim. O ise vakıf zerdâlisi
olduğunu söylüyor. Bu işin doğrusunu onun kalbine ilhâm eyle!" dedi. Biraz sonra
Ebû Tâhir oğlunu çağırıp; "Git, kendi süründen bir koyun getirip kes. Açlık
Ahmed'in başına ve beynine vurmuş, ne söylediğini bilmiyor. Vakıf zerdâlisini,
kendi malı sanıyor. Çorba ve et pişirsinler." dedi.
Çorba ve eti
pişirip getirdiler. Ahmed Câmî'nin gönlüne, bu etten ve çorbadan yememek geldi.
Çünkü helâl değildi. Sâdece kuru ekmek yedi. Ebû Tâhir; "Niçin yemiyorsun?" diye
sorunca; "Böyle hoşuma gidiyor." dedi. Isrâr etti. Bunun üzerine kalbine gelen
ilhâmı anlattı. Oğlunu çağırıp, koyunu nereden getirdiğini sordu. Oğlu; "Sürü
uzak gitmişti. Siz acele istediğiniz için, eti falan kasaptan aldım." dedi.
Kasabı çağırıp sordular. "Bu koyunu bekçi haksız olarak bir yerden almış. Bana
getirdi. Ben de kestim. Yarısını bekçi alıp gitti. Diğer yarısını da, oğlunuz
gelince ona sattım." dedi.
Bu hal
anlaşılınca, Ebû Tâhir başını önüne eğdi. Ahmed Câmî de kalkıp yakında bulunan
mağaraya gitti. Orada ona bir ağlama hâli geldi. "Yâ Rabbî! O etin durumunu ona
gösterdin. Zerdâlinin de durumunu ona ihsân eyle." diye münâcaatta bulundu. Bu
sırada Ebû Tâhir mağaraya geldi. Arkasından Hızır aleyhisselâm geldi ve; "Ey Ebû
Tâhir! Ahmed'in malına vakıf dersin. Şüpheli ete helâl dersin. Bunu kimden
öğrendin? Ahmed'in mertebesi çok yüksektir." buyurdu. Ebû Tâhir o zaman meseleyi
anlamış oldu.
Ahmed Nâmıkî
Câmî, bir nehrin kenarında oturmuş bir talebesine tasavvuf yolunda, Allahü
teâlânın sevdiklerine ne kadar lütuf yapmış olduğundan bahsediyordu. Bu sırada
nehri gösterip; "Eğer Allahü teâlânın dostları, sevdikleri, işâret edip, ey su!
Geri dön ve yukarı doğru ak! deseler, geri dönüp yukarı doğru akar." buyurması
ve işâret etmesiyle su gerisin geri akmaya başladı.
Bir gün bir
dağın eteğinde oturmuş talebelerine ders anlatıyordu. Yanına birisi gelip abdest
almak için su istedi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî; "Falan yerde çeşme var. Oraya git,
abdest al." buyurdu. O şahıs çeşmenin olduğu yeri bilmiyordu. Bunun üzerine
Ahmed Nâmıkî parmağı ile; "İşte şurasıdır." diye işâret etti. O anda târif
ettiği yerdeki çeşme Allahü teâlânın izni ile yerinden kalkıp, havaya yükseldi
ve bir mikdâr havada kaldı. O şahıs da gidip abdest aldı. Orada bulunanlar, buna
şahid oldular.
Ebü'l-Hasan
Salah isimli bir zât gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Dört halîfesi
sağ tarafında, Ahmed-i Câmî hazretleri sol tarafında oturuyordu. Resûlullah
efendimiz Eshâb-ı kirâm ile konuşuyordu. Konuşmaları bitince, Ebü'l-Hasan selâm
verip huzûra yaklaşarak; "Yâ Resûlallah! Bugün kendisine uyulacak zât kimdir?
Kime uymak lazımdır." diye sordu. Resûlullah efendimiz, Ahmed-i Nâmıkî Câmî'yi
işâret ederek; "Ehl-i sünnet vel-cemâat, Ehl-i sünnet vel-cemâat, Ehl-i sünnet
vel-cemâat." buyurdular. Ehl-i sünnet vel-cemâat ile Ahmed Nâmıkî'yi
kasdetmişlerdi.
Ahmed-i
Nâmıkî Câmî'yi sevenlerden birisi bir gün; "Ahmed Nâmıkî hazretlerinin yanına
gideyim, mübârek eliyle ağzıma bir lokma koysun." diye aklından geçirdi. Bu zât
ile Ahmed Nâmıkî Câmî'nin bulunduğu yer arasında üç günlük mesafe vardı. Yola
çıkıp, Ahmed Nâmıkî Câmî'nin yanına vardı. O sırada sofra hazırdı. O zâtı da
sofraya buyur ettiler. Ahmed-i Nâmıkî eline bir lokma aldı ve o zâtın kulağına;
"Senin istediğin bu ise, işte lokma." deyip, ağzına koydu.
Mukrî Mehmed
isimli bir zât bir gün Ahmed-i Nâmıkî'ye gidip; "Hiç bir şeyim yok, çalışıp
kazanacak halde de değilim. Hem çok zayıfım. Babama söyle de bana servetinden
bir şeyler versin." dedi. Ahmed Câmî; "Ey Mukrî! Gönlü böyle şeylere
bağlamamalı. İnsan kanâatkâr olmalı." buyurdu. Buna rağmen o; "Nasıl kanâatkâr
olayım ki?" dedi. Ahmed Câmî; "Az veya çok bir şeyin de mi yok?" diye sorunca;
"Hiçbir şeyim yok." dedi. Bunun üzerine Ahmed Câmî; "Sen önce falanca yere
sakladığın altınlarını harca bakalım. Ondan sonra Allahü teâlâ sana başkasını
ihsân eder." buyurdu. Mukrî Mehmed; "Hangi altından bahsediyorsunuz ve ne
kadar?" diye sorunca, Ahmed Câmî parmağı ile on sekiz dinara kadar saydı. "On
sekiz buçuk dinarı da gördüm." buyurdu. Bu durum karşısında o zât mahcûb oldu ve
yaptığına tövbe etti.
Ahmed Nâmıkî
1142 (H.536) senesi Ocak ayında vefât etti. Meşhed ile Herat arasındaki yolun
tam ortasında Türbei Câmî bahçesine defnedildi.
Ahmed Nâmıkî
Câmî'nin vefâtından bir süre sonra bir harb çıktı. Bu harpte Kâdı İmâdüddîn
Vâsıtî isimli bir zât yaralanmıştı. Yaralı hâlde bir medresede kalıyordu.
Talebelerinin çoğu dağılmış, yanında birkaç kişi kalmıştı. Medresede, yalnız,
garip, kimsesiz bir halde kalıyordu. Durumu epeyce ağırlaşmıştı. Kendisini
tedavî edecek kimse de yoktu. Çok sıkıntılı bir durumdaydı. Bu hâlde iken bir
gece bulunduğu odada bir nûr göründü. Ne olduğunu bilmiyordu. Birisi gelip,
elini onun başına koydu. O anda çok ferahladı. Ona; "Siz kimsiniz, sizi tanıyor
muyum." diye sordu. O zât; "Ben Ahmed-i Nâmık-i Câmî'yim." dedi. Bunun üzerine
onu tanıyıp; "Ey efendim!Bak ne hâldeyim. Âciz, kimsesiz ve bîçâreyim." dedi.
Ahmed Nâmıkî; "Ben senin yaralarını tedâvî için geldim." buyurdu ve elini
yaraları üzerine koydu. Dokunduğu yer iyileşiyordu. Uyandığında elli kadar
yaradan hiç eser yoktu.
Ahmed Nâmıkî
Câmî'ye Ehl-i sünnet vel-cemâat olmanın şartlarını sorduklarında şöyle buyurdu:
Ehl-i sünnet
ve cemâatten olmanın şartları hakkında çok meseleler vardır. Bu meseleleri
bilmek,
namazı, orucu, haccı bilmek gibi farzdır. Bunlar öyle farzdır ki, îtikâd doğru
olup da, namazda, oruçta ve diğer ibâdetlerde bir noksanlık olursa ve bu
noksanlık kasden olmazsa affedilebilir. (Eğer affolunmazsa, insan Cehennem'e
girse bile, sonunda yine kurtulur.) Fakat, Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdında bir
sarsıntı olursa, bid'at sâhibi olunmuş olur.
Ve bid'at
sâhibini de Allahü teâlâ affetmez. İtikâdda bid'at sâhibi olan bir kimseye azap
vâcib olur. Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdına sarılmak ve bid'atten çok sakınmak
lâzımdır. Bu sözlerimizin senetlerini de bildirelim ki, söylediklerimiz boş söz
zannedilmesin.
Resûlullah
efendimiz buyurdu ki:
"Allahü
teâlâ, halîfelerime rahmet etsin." Denildi ki: "Yâ Resûlallah! Sizin
halîfeleriniz kimlerdir?" "Sünnetimi ihyâ edenler ve onu Allahü teâlânın
kullarına öğretenlerdir." buyurdu. Yine buyurdu ki: "Yâ Ebâ Hüreyre! Sen
insanlara benim sünnetimi öğret ki, kıyâmet gününde senin için parlak bir nûr
olsun. Önce ve sonra gelenler sana gıpta etsin." Yine buyurdu ki: "Ben
insanlarla, onlar "Lâ ilâhe illallah" diyene kadar savaşmakla emrolundum.
İnsanlar bunu (Kelime-i tevhîdi) söyleyince, benden kanlarını ve mallarını
korumuş olurlar. Ancak İslâmiyetten doğan haklar bundan müstesnâdır. Onların
hesapları ise (kalblerindekini bilen) Allahü teâlâya âittir." Yine buyurdu ki:
"Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların yalnız biri Cennet'e girecek,
ötekilerin hepsi Cehennem'e gidecektir." Yine buyurdu ki: "Şefâatim, Kelime-i
şehâdeti ihlâs ile söyleyen, dili kalbini, kalbi de dilini tasdîk eden kimse
içindir."
Bu tür
haberler çoktur. Daha fazlasını söylersek söz uzar. Allahü teâlâya ve Resûlüne
îmân etmiş olan mümin ve îtikâdı düzgün bir kimseye bu anlattıklarımız yeter.
Eğer buna îmânı yoksa, onun sünnet ve cemâat ile zâten alâkası yoktur. Biliniz
ki, Ehl-i sünnet ve cemâatin meseleleri, alâmetleri çoktur. Ama onun esası ve
kâidesi on meseleye dayanır. Bu on meseleyi mutlaka bilmek lâzımdır.
Ebü'l-Hasan
bin Ali'nin bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz buyurdular ki:
"Sünnet ve cemâat üzere olana, Allahü teâlâ her bir gün için, bin nebî sevâbı
yazar ve her bir gün için, ona Cennet'te bir şehir binâ eder. Kaldırdığı ve
koyduğu her adım için ona on iyilik yazar. Cemâat ile namaz kılana, her bir
rekati için bir şehid ecri (sevâbı) yazar."
Eshâb-ı
kirâm, (aleyhimürrıdvân) dediler ki: "Yâ Resûlallah! Bir kişinin sünnet ve
cemâat, üzere olduğu ne zaman (ne ile) bilinir?" buyurdular ki:
"Şu on
haslet kendisinde mevcut ise (o kişinin Ehl-i sünnet ve cemâat üzere olduğu)
bilinir: 1) Cemâati terk etmez, 2) Eshâbımı söz ile kötülemez, sövmez. 3) Bu
ümmete (müslüman ümmete) kılıçla karşı çıkmaz. Kılıç çekmez. 4) Kaderi tekzîb
etmez (kadere inanır), 5) Îmânda şüphe etmez, 6) Allahü teâlânın dîninde münâzaa
(îtirâz, münâkaşa) etmez, 7) Ehl-i kıble olarak ölen kimsenin cenâze namazını
kılmayı terk etmez, 8) Tevhîd ehli bir kimseye günahı sebebi ile (büyük bir
günah işlese bile) kâfir demez, 9) Seferde ve hazerde (mukim ve yolcu iken) mest
üzerine meshi terk etmez, 10) İyi veya günahkâr olan imâmın arkasında namaz
kılar ve cemâati terk etmez. Bu hasletlerden birisini terkeden, sünnet ve
cemâati terketmiş olur."
Gerek
hadîs-i şerîfler ile bildirilen, gerek din imâmlarımız tarafından Ehl-i sünnetin
şiârı olarak, Selef-i sâlihînden bize ulaşan bu on haslete sâhip kimsenin, Ehl-i
sünnet ve cemâatten olduğu anlaşılır. "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah"
diyen kimsenin, erkek olsun kadın olsun, iyi olsun kötü olsun, mümin olduğu
kabûl edilir. Ona kız verilir ve onunla evlenilir. Ona müminlerden mîrâs düşer.
Onun mîrâsı da müminlere düşer. Ona müminlere âit hükümler tatbik edilir. Vefât
ettiği zaman cenâze namazı kılınır. Müminlerin kabristanına defn olunur. Eğer
Kelime-i şehâdeti kalbi ile de tasdîk ederek gönülden söyleyip ve bu hal üzere
Allahü teâlâya kavuşmuş ise, onun yeri Cennet'tir. Eğer kalpten söylememiş ise,
münâfık olur. Zâhire göre şehâdet söylediği için, onu müminlerin ahkâmına tâbi
tutarlar. Eğer nifak üzere Allahü teâlânın huzûruna varırsa, onun yeri dereke-i
esfel (Cehennem'in en aşağı derecesi) olur. Şöyle ki, Nisâ sûresinin 145. âyet-i
kerîmesinde meâlen; "Muhakkak ki münâfıklar, Cehennem'in en aşağı
tabakasındadırlar (Cehennem'in dibindedirler)..." buyruldu.
Kelime-i
şehâdeti söyleyen bir kimseye, töhmet (suçlama) ve taassub (husûmet) ile, mümin
değildir, demek için kimseye müsâade verilmemiştir. Nitekim Nisâ sûresinin 94.
âyet-i kerîmesinde meâlen; "...Size İslâm selâmı veren kimseye, dünyâ hayâtının
geçici nîmet ve menfaatine göz dikerek sen mümin değilsin demeyin..." buyruldu.
Öyle ki, Kelime-i şehâdet söyleyenlerin hepsini mümin kabûl etmelidir. Büyük
günahları varsa, bu sebeple kendilerine küfür ve nifak damgasını vurmamalıdır.
Kendi îmânında ve onların îmânında şüphe etmemelidir. Çünkü Allahü teâlâ,
günâhkârları mümin olarak isimlendirdi ve Nûr sûresi 31. âyet-i kerîmesinde
meâlen; "....Ey müminler! Hepiniz Allahü teâlâya tövbe ediniz ki, dünyâ ve
âhiret saâdetine kavuşasınız!" buyurdu. Âsîlere tövbeyi emreden, olanların
îmânını kabûl eden Allahü teâlâya muhâlefet etmek uygun değildir. Allahü
teâlânın bu emrinde şüphe etmek ve bunu reddetmek de aslâ câiz değildir.
Müminlerin sözünü ve şehâdetini reddetmek ve onları yalancı zannetmek de hiç
uygun değildir. Çünkü ateşperest, putperest, yahûdî gibi küfür, şirk ve dalâlet
ehli bir kimseden bu Kelime-i şehâdeti işiten bir mümin bunu işittiğine dâir
şâhidlik ederse, bütün İslâm kâdıları, o kimsenin müslüman olduğuna
hükmederler."
İyi bir
arkadaşın nasıl olacağını anlatırken buyurdu ki:
Tanıştığınız, görüştüğünüz, berâber olduğunuz kimsenin iyi arkadaş mı, kötü
arkadaş mı olduğunu anlamakta dikkat edilecek husus ve ölçü şöyledir:
Gördüğünüz, görüştüğünüz, berâber olduğunuz, birlikte oturup, kalktığınız kimse,
sizin Allahü teâlâyı hatırlamanızı ve unutmamanızı, O'nu dil ve gönül ile
anmanızı sağlıyor, bunu tâzeliyor ve kalbinizi uyanık tutuyorsa, işte o iyi
arkadaştır. Ama berâber olduğunuz kimse, Allah korusun cenâb-ı Hakkı ve O'nun
zikrini size unutturuyorsa, gerçekten bil ki, o kimse kötü arkadaştır. Ondan
sakınmak elbette çok lâzımdır. (Ondan, yırtıcı arslandan kaçar gibi hattâ daha
çok kaçmalıdır. Çünkü arslanın yapacağı, olsa olsa canını almaktır. Arslan
insanın canını alabilir, onu öldürebilir. Fakat îmânına zarar veremez. Kötü
arkadaş ise, insanın hem îmânının ve hem de canının gitmesine, onun ebedî
felaketine sebeb olur. İyi bir arkadaş, iki cihân için de büyük saâdettir.
Maksada çabuk ulaşmayı sağlar. İnsanlar birlikte yaşarlar ve arkadaşsız
olamazlar. Babamız olan Âdem aleyhisselâm, en güzel yer olan Cennet'te bulunduğu
hâlde, kendisine insan olarak bir arkadaş gerektiğini hissetti ve bunu istedi.
Onun sol kaburga kemiğinden hazret-i Havvâ vâlidemiz yaratıldı.
İyi arkadaşa
sâhip olunca, çok hamd etmeli ve hep iyi kimselerle beraber bulunmalıdır ki,
kıyâmette pişmanlık çekilmesin. Kur'ân-ı kerîmde bu hâl bildirilmektedir. İnsana
ulaşan her felâket, kötü arkadaş sebebiyle gelir. Ondan çok uzak durmalıdır.
Arkadaşın iyiliği veya kötülüğü, mutlaka asıl, neseb, akrabâlık gibi sebeplere
bağlı değildir. Eshâb-ı Kehf'e yakın olup, onlardan ayrılmayan Kıtmîr isimli
köpek, Kur'ân-ı kerîmde onlarla berâber zikrolundu.
İyi arkadaş,
insanı derekelerden (aşağılıklardan) derecelere (yüksekliklere) ulaştırır. Kötü
arkadaş ise, bunun tersini yapar.
Herkes ile
arkadaş olma! Konuştuğun kimselerin akıl ve anlayışlarına uygun konuş. Tekebbür
etme, kibirlenme! Sırrını kimseye söyleme! Herkesin sözüne aldanma! İnsanların
sözlerine değil, işlerine bak! Kendi kendisine faydası olmayan kimseden çok
sakınmalıdır. Nerede kaldı ki, onun başkasına faydası olsun. Kötü bir kimse ile
arkadaş olan iyi bir kimse, eğer onu kendisine çevirip iyi yapabilirse ne âlâ,
eğer bunu yapamaz, kendisi de ona benzer ve onun gibi olursa, o zaman çok
fenâdır.
Ahmed Câmî
buyurdu ki:
"Tövbe,
müslüman olsun olmasın, her akıllı kimsenin ihtiyâcı olan bir şeydir. Bir iş
yapan ve onun kötü olduğunu gören herkesin pişman olup, tövbe etmesi vâcib olur.
Tövbe etmezse kendine zulüm etmiş olur."
"Üzerine
farz olan ilimlerden bir meseleyi öğrenmek insana, bütün dünyâdaki kazançların
hepsinden yapacağı ve ele geçireceği altın ve gümüşlerinden daha iyi ve
üstündür. Tövbe eden ve etmeyen herkese, ilim öğrenmekten daha iyi hiçbir şey
yoktur. İşlerin hepsi ilim ile doğru olur ve ilimsiz hiçbir iş yapılmaz."
"Tasavvuf
büyükleri, öyle zâtlardır ki, günahkâr, serserî, hırsız, bid'at sâhibi, yolunu
şaşırmış v.s. kimseleri kendilerine benzetir, düzeltirler. Bu Allah adamlarının,
kendilerine has güzel koku ve renkleri olur. O kokuyu ve rengi tadan, onlara
benzer."
"Kendi zan
ve kafasına göre davranarak, başkalarını düzeltmeye çalışmak, çoğu zaman fayda
yerine zarar hâsıl edebilir. Bunun için çok dikkatli ve uyanık olmalı, bir
kimsenin saâdetine vesîle olayım derken, o kimsenin -hattâ kendinin bile
felâketine sebep olmamalıdır."
Ahmed Câmî
hazretlerinin eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) Üns-üt-Tâbiîn; (Fârisî olup Tahran'da basıldı.) 2) Sirac-üs-Sâirîn, 3)
Ravdat-ül-Müznibîn ve Cennet-ül-Müştakîn, 4) Bihâr-ül-Hakîka, 5) Es-Sırr-ül-Mektûm,
6) Misbâh-ül-Ervâh, 7) Miftâh-ün-Necât (Bu kitap Farsçadır ve İhlâs Vakfı
tarafından neşredilmiştir). 8) Dîvân.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
BİZ DİRİLTİRİZ BİZ!
Ahmed-i
Nâmıkî Câmî hazretleri, Herat'ta bulunduğu sırada bir gün Abdullah-i Ensârî'nin
konağına dâvet ettiler. Ahmed Câmî'nin hizmetçisi, yola çıkmaları için
ayakkabılarını önüne koydu. Ahmed Câmî hazretleri; "Bir saat beklememiz îcâb
ediyor. Bir iş var." buyurdu. Beklediler. Bir saat sonra, bir Türkmen, hanımı ve
yanlarında 12 yaşlarındaki oğulları ile geldiler. Çocuğun babası; "Efendim!
Allahü teâlâ bize çok mal verdi. Bundan başka çocuğumuz yoktur. Bu da âmâ olup
gözleri görmemektedir. Her tarafı gezdirdik. Gitmediğimiz yer, varmadığımız
doktor kalmadı. Fakat hiçbirisi çare bulamadı. Biz, siz Allahü teâlâya her ne
duâ ederseniz cenâb-ı Hakkın lutfedip kabûl ettiğini biliyoruz. Eğer,
çocuğumuzun göz nûruna kavuşması için duâ ederseniz çok bahtiyar oluruz. Tek
gözleri açılsın, îcâb ederse bütün malımızı fedâ etmeye hazırız. İhsân
ederseniz, lutfederseniz çok seviniriz. Eğer bu arzumuz yerine gelmezse,
üzüntümüzden mahvoluruz." dedi.
Ahmed Câmî
hazretleri bu sözleri dinledikten sonra; "Nasıl olur? Ölüleri diriltmek, cild
hastasını iyi etmek Îsâ aleyhisselâmın mûcizesi idi. Bu hâlde Ahmed kim olur ki,
bu hastalığın tedâvisini benden istiyorsunuz?" buyurdu. Sonra ayağa kalkıp
yürümeye başladı. Biraz sonra; "Biz ederiz biz." dedi. Orada bulunan herkes bu
sözü işittiler. Fakat bir şey anlayamadılar. Bundan sonra hemen geri dönüp bir
yere oturdu ve; "O çocukcağızı bana getirin." buyurdu. Getirdiler. İki mübârek
başparmağını çocuğun iki gözüne sürüp; "Azîz ve celîl olan Allahü teâlânın izni
ile açılın." buyurunca, çocuğun gözleri görür oldu. Bundan sonra orada bulunan
ileri gelenler dediler ki: "Efendim, birinci defâ, ölüleri diriltmek ve cild
hastalarını iyi etmek mûcizesi Îsâ aleyhisselâma âittir. Kendiniz için, bu yolda
Ahmed kim olur ki? dediniz. Daha sonra da, biz ederiz biz, dediniz. Bu iki
sözünüz arasındaki irtibâtı anlayamadık. İzâh buyurur musunuz?" Bunun üzerine
Ahmed Câmî hazretleri; "Evvelki söz kendime âitti. Bundan başkasını diyemezdim.
Ama sonradan bana şöyle ilhâm ettiler: Ey Ahmed! Ölüleri, Îsâ aleyhisselâm mı
diriltti? Dilsizleri ve cild hastalarını o mu iyi etti? Biz ederiz biz. Geri
dön. O çocuğun gözlerinin açılması için seni sebep kıldık. Bu söz kalbime öyle
ilhâm olundu ki, ağzımdan da çıkıverdi. O söz ve fiillerin hepsi Allahü teâlâdan
idi. Ahmed'i (beni) sâdece vâsıta kıldı." buyurdular.
NE OLAYDI DA ONUNLA GÖRÜŞEBİLSEYDİM
Ahmed-i
Nâmık-ı Câmî vefât ettikten üç gün sonra Kâdı Alâeddîn Mervezî Câm kasabasına
gelmişti. Ahmed Nâmık hazretlerinin vefâtını öğrenince; "Ben ondan hadîs-i şerîf
dinlemeye gelmiştim. Çünkü, onun sahîh hadîs-i şerîfler ile sahîh olmayanları
birbirinden ayırabildiğini duydum. Yazık, ben onun huzûrunda bulunmaya ona
hizmet etmeye kavuşamadım." diyerek üzüldü. O sırada Ahmed Nâmıkî Câmî'nin
yerinde oğullarından Burhâneddîn Nasr bulunuyordu. O, Kâdı Alâeddîn'i ağırladı.
Kâdı Alâeddîn, her gün bir-iki defâ Ahmed Nâmık'ın kabrine gidip, orada
ağlıyordu.
Yine birgün
kabrin ayak ucunda oturmuştu. Bu sırada uykuya daldı ve uzun müddet öyle kaldı.
Burhâneddîn Nasr üç kişiyi ona kimsenin dokunmaması için vazîfelendirdi. Kâdı
Alâeddîn uyanınca, Şeyh Burhâneddîn'in kütüphânesinde bulunan hadîs-i şerîf
râvilerini (rivâyet edenleri) anlatan Esânid isimli kitabı yanında buldu.
Ağlayarak dergâha geldi. Burhâneddîn Nasr'a rüyâsını anlatmak istediğinde o
rüyâdan haberim var demek isteyerek; "Anlatmana gerek yok." dedi. Bunun üzerine
oradakilere rüyâsını şöyle anlattı:
Ahmed-i
Nâmıkî'nin kabri başına oturmuştum. Kendi kendime; "Ne olaydı da onunla
görüşebilseydim. Birkaç hadîs-i şerîf dinleseydim. Bu fırsatı kaçırdım." diye
düşünerek hem üzülüyor hem de ağlıyordum. Bu sırada bana bir ağırlık gelip,
uyudum. Rüyâmda Ahmed-i Nâmıkî hazretlerini gördüm. Yüksek bir yerde oturmuştu.
Yanına gidip, selâm verdim. Bana iltifât etti. O sırada oğlu Burhâneddîn Nasr
yanımıza geldi. Ona; "Ey Nasr!Git Esânid isimli kitabı getir." dedi. O, kitabı
getirince huzûrunda ondan pekçok hadîs okudum. Sahîh değildir dediklerine işâret
koyuyordum. Okuma işi bitince; "Ben bunların gerçekten sahîh olmadığını nereden
bileyim." dedim. Bunun üzerine bana; "Ben bunları sana söylerken, o sırada
Resûlullah efendimizi görüyordum. Sahîh olmadığını işâret buyurduklarını sana
söylüyordum, sen de işâretliyordun." buyurdu. Sonra; "Efendim! Esânid kitabını
bana lutfetseniz bizim için büyük devlet olur." dedim. Ahmed-i Nâmıkî; "Ey Nasr!
Esânid'i Kâdıya ver. Bizden ona yâdigâr olsun. Bize de duâ eder." buyurdu.
Uykudan uyandığımda; Esânid kitabını içindeki hadîs-i şerîflerden sahîh
olmayanları işâret edilmiş olarak yanımda buldum."
BEYİTLER
TÖVBE BİR HAZÎNEDİR
Ahmed Nâmıkî Câmî, ümmîydi gerçi fakat,
Kitap yazıp herkese, ederdi çok nasihat.
Tövbe etmek hakkında, buyurdu: "Ey insanlar,
Büyük bir hazînedir, günahlara istigfâr.
Hak teâlâ buyurdu: "Tövbe edin hepiniz,
Ancak tövbe etmekle, kurtulabilirsiniz."
Benim tövbe edecek, bir hâlim yoktur demek,
Müslümana yakışan, bir söz olmasa gerek.
Şöyle ki, rağbet etse, bir insan bu dünyâya,
O, her bir nefesinde, her an girer günaha.
Zîrâ Peygamberimiz, şöyle buyurmuşlardır:
"Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır."
Bir saatte, bin nefes, insan alıp veriyor,
Bu, yirmi dört saatte, yirmi dört bin oluyor.
İşte bu nefesleri, kul alırsa gafletle,
Yâni sarılmış ise, dünyâya muhabbetle.
Ve bir günah işleyip, üzülmüyorsa şâyet,
Onun her nefesine, yazılır bir mâsiyet.
Bir günde yirmi dört bin, günah eder bu ise,
Demek ki tövbe etmek, ne kadar lâzım bize.
Eğer tövbe edersek, şartlarına uyarak,
Günahları sevaba, çevirir cenâb-ı Hak.
İstiğfârın üç şartı, vardır ki onlar şudur:
Birincisi, günaha, gönülden pişman olur.
İkincisi, Allaha, tövbe eder diliyle,
Üçüncüsü, o işi, terk eder bedeniyle.
Kul, böyle hâlisâne, tövbe ederse şâyet,
Hak teâlâ o kulu, eder af ve mağfiret.
Yerdeki hayvanâtla, göklerdeki melekler,
Onun iyiliğine, her an duâ ederler.
Tövbeyi, sırf günahta, lâzım bilme kendine,
İbâdet yapınca da, lâzımdır tövbe yine.
İbâdeti beğenmek, olur gurur ve kibir,
Bu dahî günah olup, tövbeyi gerektirir.
İslâma hizmetini, bilirse kendisinden,
Hemen tövbe istiğfâr, lâzım olur peşinden.
Bir âlim, kendisini, gayriden bilse iyi,
Bu da bir günah olup, gerektirir tövbeyi.
İnsan her adımını, atarken bile hattâ,
"Günah işlerim" diye, titremeli âdetâ.
Köle, efendisine, hizmette etse kusûr,
Ona, mükâfat değil, elbette cezâ olur.
Kul da, Rabbine karşı, bir kusûr işlemekten,
Korkmalı, titremeli, Cehennem'e düşmekten.
Hâlis kul, bu korkuyla, geçirir günlerini,
Îdâma mahkûm olmuş, biri görür kendini.
İşlediği günahlar, hâtırından çıkmaz hiç,
Bunun ızdırabıyle, bulamaz huzûr, sevinç
Azâba yakalanmak, korku endişesiyle,
Geceleri kalkarak ağlar hep göz yaşıyle.
Günahım af olmazsa, ne olur hâlim acep?
Diye düşünerekten, göz yaşları döker hep.
O kulun bu hâline, gıpta eder melekler,
Öğünür onun ile, basıp geçtiği yerler,
Oturup kalkar ise, bir toprak üzerine,
Diğer yerlere karşı, öğünür o da yine.
Bir su veya dereden, geçtiğinde, o sular,
Ederler onun için, her an tövbe istiğfâr."
KAYNAKLAR
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.321
2) Kâmûs-ül-A'lâm; c.1, s.797
3) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.189
4) Nefehât-ül-Üns; s.392
5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.980
6) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.122
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.68
8) Makâmat-ı Ahmed-i Nâmık-ı Câmî (Süleymâniye Kütüphânesi
Nâfiz Paşa Kısmı No: 399)
9) Sefînet-ül-Evliyâ; s.168
10) Riyâd-ül-Ârifîn; s.51
11) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.243
12) Heft İklîm; No. 667 |